Son on yılı aşkın süredir, yani 2008 krizinden bu yana, daha önce de sık sık üzerine konuşulan “ekonomik kriz”, artık sürekli konuşulan konulardan biri hâline geldi. Pek çok günlük makale bu konuya ayrılıyor. Elbette son derece kapsamlı çalışmalar var, ama bu kapsamlı makaleler, günlük makaleler gibi “popüler” olmuyorlar.
Ekonomik krizi anlamak ve kapitalist sistemin bu “sefer” yolun sonunda olup olmadığını tartışmak isteyenler, gerçekte, bu popüler olamayan makalelere, ciddi analizlere bakmak zorundadırlar. İşçiler, devrimci işçiler, krizleri anlamak ve doğru tutum almak istiyorlarsa, elbette, bilimsel makalelere, Marksizmin klasiklerine bağlı kalan çalışmalara yönelmelidirler. Eğer, hemen bir şey söylememiz gerekirse bu da şudur: Hiçbir ekonomik kriz, kendiliğinden kapitalist sistemin sonunu getirmez. Kapitalizmi mezara gömecek olan, kapitalizmle birlikte tüm sömürü biçimlerini de mezara gömmeye yetenekli tek sınıf, işçi sınıfıdır. Devrimci işçi sınıfı ve onun devrimci sosyalizm programı, işte size kapitalizmi mezara koyacak, yeryüzünden silecek, tek şey.
Evet kapitalizm tüm insanlığı, tüm doğayı, tüm toplumu kirletmektedir. Onun bir an önce yıkılmasını istiyoruz. Ama maalesef bu kalpten geçen iyi istekler, dualarla gerçekleşmez. Gerçekten istiyorsak, gerçekten kapitalizm son bulsun, onunla birlikte tüm ayrımcılık, tüm aşağılanma, tüm sömürü ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, bunun yarattığı iktidar ilişkileri son bulsun istiyorsak, ciddi olmalıyız ve isteklerimizin gereğini yerine getirmeliyiz. Eğer harekete geçmiyorsak, demek ki, yeterince istemiyoruz.
Ve eğer gerçekten kapitalizmi yıkmak ve sosyalizmi kurmak istiyorsak, şimdi, krizleri, onların gelişimini anlamak için ciddi bir çaba içine girebiliriz.
-1-
Öncelikle birkaç noktayı hatırlamamız gerekir.
İlki, kapitalist üretimin krizlerinin, bir yandan aşırı üretim ve diğer yandan “kâr oranlarında düşme eğilimi”ne dayandığını hatırlamalıyız. Bunlardan her biri tek başına ya da ikisi birlikte de olabilir. Ama kapitalist ekonomi, canlı bir ekonomidir ve genellikle, bunlar birarada gelişebilirler. Aşırı üretim, yatırılan sermayenin, tekrar para sermaye hâline dönmemesi demektir. Biliniyor, kapitalist, gerçekte kullanım değeri üretmek istemez. O artı-değer üretmek ister. Onun amacı kârdır. Daha çok kâr elde etmek için daha fazla “kullanım değeri” üretmek zorunda kalır. Bu sadece bir tek kapitalistin isteği değildir, hepsinin isteğidir. Kapitalistler, ürün üretmek derdinde değildir, satılacak ve daha büyük sermaye olarak geri dönecek metalar üretmenin peşindedir. Gün gelir, bu üretim pazarda paraya dönemez, tümü satılamaz. Aşırı üretim krizi, böyle ortaya çıkar. Bu durumda, bir bölüm kapitalist batar.
Tekelci kapitalizmde bu durum daha da şiddetli ortaya çıkar. Çünkü, tekelci kapitalizm, her şeyden önce, kitlesel büyük çaplı üretime dayanır. Tekeller, pazarı kontrol ederler. Bu durumda, daha büyük çaplı bir üretim söz konusu olduğundan, metanın bir bölümünü, büyük çaplı stoklayacak ticari sermaye gruplarına satarlar. Böylece sermayenin daha hızlı dönmesini de sağlarlar. Bu öyle bir aşırı üretime yol açar ki, belki birçok dalda, aylarca, yıllarca üretim yapılmamış olsa dahi, mal eksiği çekilmeyebilir.
Tekel öncesi dönemde aşırı üretim, fiyatları aşağıya doğru çekerdi ve bu şiddetli olurdu. Ama tekelcilik altında aşırı üretim fiyatları aşağıya çekmeye neden olsa da, bu kontrollü yapılır, mesela üretim fazlasını yurtdışına satmak vb. gibi yollarla, fiyatlar dengelenmek istenir. Ama yine de bir sonraki kriz daha şiddetli gelir.
Öte yandan, kapitalist üretim aynı zamanda kâr oranlarında bir düşme eğilimine neden olur. “Kâr oranlarının düşme eğilimi yasası” dediğimiz şey, aslında bir eğilimi ifade eder. Kâr oranlarında düşme sürecine karşı kapitalistlerin yapacağı çok şey olmuştur, vardır. Mesela “hayalî sermaye” dediğimiz hisse senetleri ile sermayenin bir bölümünü “halka açmak” yolu ile, toplam sermaye oranı düşürülebilir. Mesela, çalışma süreleri vb. artırılarak, mesela bir hammadde ucuza tedarik edilerek (mesela yağma yolu ile), mesela işçilik maliyetleri yani işçi ücretleri aşağıya çekilerek vb. kâr oranlarındaki düşme eğilimi frenlenebilir.
Şimdi, bilmeliyiz ki, bu iki kriz biçimi, çoğunlukla birlikte gerçekleşir. Hatta erken olacak ama, yeri gelmişken söyleyelim, bugünün dünyasında kapitalizmde aşırı üretim hep vardır.
İkincisi, büyük çaplı kitlesel üretimi iyi anlamadan, tüketim toplumunu anlayamayız. Büyük çaplı kitlesel üretim ve onun üzerine yükselen tekelcilik olmadan, modern reklâmcılık ya da günümüzde kapsamı değişmiş şekli ile, “iletişim ve eğlence” sektörü var olamazdı. Modern reklâmcılık, sadece kriz dönemlerinde değil, sürekli olarak “aşırı üretimi” eritmenin, metaları hızla paraya çevirmenin yoludur. Artık burada, “ihtiyaç olmadan tüketim” alışkanlıkları geliştirmek esastır. Tüketim toplumu iyi anlaşılırsa, artık çıkacak bir aşırı üretim krizinin ne kadar şiddetli olabileceği de anlaşılmış olur.
Öte yandan bu, tüketim toplumu, ideolojik bir saldırıdır da.
Üçüncüsü, kapitalist sistemdeki her kriz, bir bölüm kapitalistin batması, sermayenin daha az elde toplanması, kapitalistlerin kapitalistlerce mülksüzleştirilmesi demektir. Yani kriz, bir bölüm sermaye için büyük fırsatlar da demektir. Kriz döneminde fabrikaların hızla ve son derece ucuz fiyatlar üzerinden el değiştirdiğini görürüz.
Dördüncüsü, kapitalist ekonomiyi, bir “ulusal ekonomi” olarak el almak doğru ve yerinde değildir. Kapitalist dünya ekonomisi olarak düşünmek gerekir. Bu 1880’lerin ortalarında başlayan, 1. Dünya Savaşı’nda devam eden, 1929’da bir başka biçimde ortaya çıkan, İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan, 1970’lerin başında yaşanan ve daha fazla tarih vermeden söyleyecek olursak sürekli yeni zirveler yapan, 2008’de ortaya çıkan krizlerde de, bugünkü krizde de anahtar rolündedir. Yani kapitalizmin krizlerinin nerede nasıl başladığı önemlidir ama, her kriz, kapitalist dünya ekonomisinin krizidir. Tek ülke ile ilgili değildir, olamaz. Kapitalist dünya ekonomisini bir bütün olarak ele almak, sadece krizleri anlamak için değil, kapitalist sistemdeki gelişmeleri anlamak için de belirleyicidir. Mesela Türkiye’de özelleştirmeleri anlamak, sadece Türkiye ekonomisini yalıtık bir varlık olarak ele alarak mümkün değildir.
Kapitalist dünya ekonomisi, esas olarak dünya çapında bir ekonomi olma özelliğini, tekeller çağında geliştirmiştir. Bu, 19. yüzyılın sonuna denk gelir. Elbette ondan önce de kapitalist dünya ekonomisi vardı, ama dünyaya o denli hakim değildi ve birçok alanda eski üretim ilişkileri varlığını sürdürebilmekte idi. Bu eski ekonomik ilişkilerin varlığını sürdürmesi devam etmiş olsa da, 1880’lerden başlayarak, artık bu eski ilişkiler daha çok kapitalist sistemin işleyiş mekanizmalarına tam anlamı ile tabi olmuşlardır. Bu aynı zamanda kapitalist sistemin yasalarının daha dolaysız ve eksiksiz işlemesi de demektir. Bu nedenle, tekelci kapitalizm, kapitalizmin yasalarının daha tam uygulama alanı bulması da demektir.
Beşincisi, tekeller çağında, kapitalist-emperyalizmde, kapitalist dünya ekonomisinde, hiçbir kriz, salt ekonomik kriz değildir, öyle de olamaz. Tekelci egemenlik, pazar hakimiyeti demektir. Pazar hakimiyeti, salt ekonomik bir olgu değildir, hakimiyet ilişkileri ve onun gerektirdiği şiddeti de içerir. Bu, devlet çarkında da değişiklikler demektir.
Bu hatırlatmalar akılda tutulmalıdır. Elbette biz, burada kısa bir özet geçiyoruz. Aslında okur, daha geniş bir bilgiye Marksizmin klasiklerinden ulaşabilir. Biz, Kaldıraç Yayınevi’nden çıkan, “Ekonomi Politik Ders Notları” ve “21. Yüzyıl ve Kapitalist Emperyalizm” kitaplarını da önermek isteriz.
-2-
Şimdi, biraz tarihsel boyuta bakabiliriz.
Kapitalizmin ilk büyük krizi, 1800’lerin sonundadır. Bu, aynı zamanda tekelleşmenin egemen olduğu döneme denk gelir. Lenin’in Emperyalizm çalışması bu dönemin ardından gelir. 1880’lerde “sermaye ihracı”, büyük ölçüde serpilmişti. Sermaye ihracı, sermayenin coğrafî olarak başka alanlara akması, hem yeni pazarlar demek idi, hem de bu pazarları kapitalist meta ekonomisine göre organize etmek demek idi ve hem de eski askerî işgale dayalı sömürgeciliğin “sermaye ihracına” dayalı yeni sömürgeciliğe dönüşmesi demek oluyordu. Sermaye ihracı, meta ihracından daha etkili bir şekilde yeni pazarları biçimlendiriyor aynı zamanda daha kârlı alanlar oluşturuyordu.
1500’lerde başlayan Amerika’nın işgali ve soykırımı (tarihte buna Amerika’nın keşfi deniyor), büyük ölçüde bir yağma anlamına geliyordu. Bu yağma, feodal imparatorluklara dayalı emperyalist sömürgecilik idi. Feodal sömürgeciler, mesela Amerika’yı, en çok da Latin Amerika’yı yağmalıyorlardı, köle getiriyorlardı, yeni hammaddeler, bedava kaynaklar elde ediyorlardı. Bu ticari sermaye için büyük atılım demek idi. Amerika kıtasında kölelik, büyük ölçüde Batı Avrupa’nın eseri olarak gelişmiştir. Bunun gibi yağma kapitalizmin ilk dönemlerinde de çok etkili bir “sermaye birikimi”ne olanak sağlamıştır. İngiltere, İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa sömürgeleri daha çok bu dönemlerden gelmektedir.
1800’lerin ortalarından başlayarak, 1800’lerin sonlarında iyice belirgin hâle gelen sermaye ihracı, yeni pazarları daha derinlemesine etkileyerek kapitalist meta üretimini tüm dünyaya yaymıştır. Meta ticaretinin açtığı yol, sermaye ihracı için bir olanak demek olmuştur ama sermaye ihracı, tam bir egemenlik, hegemonya demektir.
Meta satıp, hammadde almak, bunu ucuza almak, büyük kârlılık demek idi. Yağmanın bir başka çeşididir bu. Ama sermaye ihracı kaynaklara konmak da demektir. Bunun kâr oranlarında yaratacağı yükseliş çok daha anlamlıdır. Bu aynı zamanda, eski üretim ilişkilerini hızla tasfiye etmek, radikal yoldan değil, acılı ama şiddetli yoldan hâlletmek demektir.
Birinci Dünya Savaşı’nı ya da Birinci Paylaşım Savaşımı’nı, buradan ele almak gerekir. Pazarların bölüşümü için süren ekonomik savaş, artık, siyasetin silâhlarla devamı anlamına gelen savaş ile yeni bir boyuta yükselmiştir.
Kapitalist dünya ekonomisi, bir yandan yeryüzüne kapitalist ilişkilerin hakimiyeti demek iken (feodal ilişkiler varlığını korusa da, kapitalist ilişkilere bağlı olarak biçimlenmektedir), paylaşım savaşlarının da başlamış olması demek idi. Bir örnek olsun, İspanyol sömürgesi olan Küba’nın, ABD sömürgesi hâline dönüşmesi demek olan savaş, aynı zamanda kapitalist ilişkilerin gelişiminin de sonucudur. Savaşın galibi, yeni kapitalist ilişkileri daha saf biçimde geliştiren ABD olmuştur. Küba’nın yeni efendisi olan ABD, Kübalıların sandığı gibi özgürlük ve bağımsızlık anlamına hiç gelmemiştir.
Bu süreç aynı zamanda Paris Komünü sonrasına denk gelir. Paris Komünü, burjuvazinin, sadece Fransa’daki egemenliği için bir tehdit değildi. Aynı zamanda dünya kapitalist sistemi için bir tehdit idi. İngiliz merkezli ideolojik gericilik, metafizik okulu gibi kurumlar, bunun en açık kanıtıdır. Burjuvazi, gelişen bilimin, sanayi devrimine de temel olan uygulamalarını alıp, diğer özgürleştirici etkilerini yok etmek için Paris-Londra- Washington arasında büyük gericiliği örgütlemeye başlamıştır. İlk kez ezilenler, işçi sınıfının nezdinde, bir ideolojiye sahip olmuşlardı ve Paris Komünü, burjuvazinin yüreğine korkuyu salmıştı. Emperyalizmin ideologları, pragmatizme sarıldı. Din, burjuva çıkarlarla bir kere daha yoğrularak öne çıkarıldı, içine “ırkçılık” eklendi ve “gerçek”liğe karşı açık bir saldırı başlatıldı. Platon’un “köleciliği nasıl sürekli kılabiliriz” şeklinde özetlenebilecek sorusu, kapitalist emperyalizmin ideologları tarafından “çağdaş” bir soru hâline getirildi.
Burjuvazi, eski sistemden devraldığı askerî saldırıyı sermaye ihracı ile birleştirdi. Ama buna rağmen, Birinci Paylaşım Savaşı ortaya çıktı. Dünyanın emperyalist büyük güçler arasında yeniden paylaşımı her türlü aracı devreye soktu.
Birinci Dünya Savaşı, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluklarının sonu oldu. Portekiz ve İspanya’nın sınırlandırılması ile sonuçlandı.
Birinci Dünya Savaşı’nı, Ekim Devrimi durdurdu. Ekim Devrimi olmamış olsa idi, bu savaşın daha farklı sonuçları olacağı biliniyor. Ekim Devrimi, tüm emperyalist dünya için bir korku kaynağı demek idi. Sistem, büyük bir halkasını kaybetti. Bununla kalmadı, aynı anda sömürge ülkelerde anti-emperyalist kurtuluş savaşları yayılmaya başladı. Osmanlı’dan kalan parçada, bu eğilimi görmek mümkündür. Kurtuluş Savaşı adını verdiğimiz savaş, aslında bir anti-emperyalist eğilimli halk savaşı idi. Ama savaşın liderliğini, Osmanlı’nın da onayı ile, burjuvazi ele geçirdi ve ABD-İngiliz ortaklaşalığı ile Türkiye, sosyalizmin etkilerinden kurtulmak üzere kabul edildi. Ekim Devrimi, çok kısa bir süre içinde, emperyalist kampı, komünizme karşı birbirine yapıştırdı. Devrimin yayılması durdurulduktan sonra, onu çevreleme, onu içine kapatma siyaseti devreye sokuldu. Ekim Devrimi’nin Batı Avrupa’ya yayılması engellenmiş oldu. Türkiye Cumhuriyeti de bu programın bir sonucu olarak önce kabul edildi, sonra organize edildi.
Bu hâli ile Birinci Paylaşım Savaşımı, “yarım kalmıştır.” İngiliz cetveli ile çizilmiş Ortadoğu haritaları, bugün, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, SSCB’nin olmadığı bir dünyada, komünizm tehdidinin azaldığı bir dünyada yeniden şekillendirilmek isteniyor. Tek başına bu durum bile, 100 yılı aşkın bir süre önce “sonuçlanan” Birinci Paylaşım Savaşımı’nın, “yarım” kalmış bir paylaşım savaşı olduğunu göstermektedir.
Bu nedenle olmalı, pek çok açıdan sanki, Birinci Dünya Savaşı öncesi olaylarla benzerliklere şahit oluyoruz. Elbette tarih tekerrür etmiyor, ama paylaşım savaşımı yeniden ortaya çıkıyor, hem de tüm ağırlığı ile ve 21. yüzyılın gerçekleri içinde.
Savaşın kendisi, büyük bir yıkımdır ve sermayenin daha büyük kâr oranlarına kavuşması da demektir. Ama Birinci Dünya Savaşı’nın üzerinden çok geçmeden, savaştan en az yara ile çıkmış olan ABD merkezli 1929 krizi patlıyordu.
Hayalî sermaye dediğimiz hisse senetleri buharlaşıyor, şirketler batıyor. Çöküş, bu biçimde ortaya çıksa da aşırı üretim ve kâr oranlarındaki düşme eğilimi arka planda işliyordu. Piyasaları canlandırmak için, burjuva iktisatçıları, en tanınmışı Keynes, “kamu harcamalarını artırma” diye isimlendirilen politikalarla piyasalara can vermeye çalışıyor. Altyapı yatırımları, devletin ekonomiye kapitalistler yararına müdahalesi demektir. Altyapı yatırımları, hem içeride pazarın daha iyi düzenlenmesi için bir olanak, hem de yeni iş olanakları anlamına geliyordu. Böylece, yeni talep yaratılıyordu. Harcamaları artırın ki ekonomi canlansın. Camları kırın, camcı iş bulsun, camcının yanında çalışan para alsın, o gidip simit alsın, fırıncı kazansın, arabasının lastiğini değiştirsin vb. şeklinde özetlenen “çarpan etkisi” ile ekonomi canlanacak. Devlet, ABD’de otoyollar yapsın, böylece işçiler işe alsın, böylece onların gelirleri olsun, onlar çocuklarına elbise alsın, tekstil sektörü canlansın vb. Gerçekten de devlet harcamaları artırılınca, bir etki ortaya çıkacaktır. Özellikle, harcamalar, altyapı yatırımları gibi, günlük tüketimden uzak alanlarda ortaya çıkarsa. Tekstil alanına yatırım yaparsa devlet, aynı etki ortaya çıkmaz. Aslında bu durum, serbest piyasa masallarının da sonu demek idi.
Oysa tekelci ilişkiler, bunun tersi yönde bir etkiye sahiptir. Tekelleşme, yedek sanayi ordusunu, yani işsizliği vb. büyütmektedir. Artık yedek sanayi ordusu öyle bir boyuta varmıştır ki, öyle altyapı harcamalarını artırarak bir rahatlama sağlamak artık eskisi gibi olanaklı değildir. Biraz konumuzun dışına çıkalım ve Walmart örneğine bakalım.
2000 yılında ABD’nin her eyaletinde ortalama 50 Walmart mağazası vardı. Walmart, dünyanın en büyük 500 şirketi içinde yer almaktadır ve perakende sektöründe hizmet veren bir süpermarkettir. Dünyadakilerin en büyüğüdür. Yapılan bir çalışmada Walmart açılınca, sahiplerinin ve basının dediği gibi, o kasabada yeni iş olanağı yaratılması demek olmuyor. Her açılan Walmart 150 işçinin işini kaybetmesi anlamına da gelmektedir. “ ‘Bir Walmart mağazasının açılmasına bağlı olarak perakende istihdamında %2,7 azalma’nın yanı sıra ‘il düzeyindeki perakende sektörü kazançlarında yaklaşık 1,4 milyon dolar ya da %1,5 düşüş’ saptanmıştı.” (Arun Gupta, “Walmart İşçi Sınıfı”, Sosyalist Register 2014 21. Yüzyılda Sınıflar ve Sınıf Mücadelesi içinde, Yordam Kitap, s. 19). Walmart’ın perakende sektöründeki ücretlerde %10 düşüşe yol açtığı da önemli bir bilgidir (age s. 19). Bu durumu, ülkemizde Migros, Metrogross Market, BİM, A101 gibi mağazalar için araştırmak ilginç sonuçlar verecektir.
Konumuza dönersek, 1929 bunalımı, ABD merkezli başladı ve tüm kapitalist dünyayı sarstı. Devlet olanaklarını devreye sokarak, “kutsal serbest rekabet” kurallarını bir anda unutarak çözüme koşmaya başladılar. Ve unutmayalım ki, bu sadece kapitalist dünyanın kendi içinde bulduğu bir çözüm değil idi. Yani, karşıda sosyalist sistem vardı ve ücretleri aşağıya çekecek şiddetli baskılar, 1929’un dünyasında bir sosyal patlamaya dönüşebilirdi. 1929 krizi, SSCB’nin varlığı koşullarında kapitalizmin ilk büyük krizi idi.
1929 krizi ile, İkinci Dünya Savaşı arasında bağ kurmak mümkün değil midir?
İkinci Dünya Savaşı, gerçekte bir yönü ile bir paylaşım savaşımı idi. Ama paylaşılacak alan, öncelikle yok edilmesi gereken SSCB ve sosyalizm idi. Alman ekonomisinin pazar ihtiyacı, diğerlerinden daha yakıcı idi ve Sovyetler’e en yakın konumda Almanya bulunuyordu. Alman faşizminin yükselişi, gerçekte, kapitalist sistemin tümünde devlet çarkının radikal bir biçimde sınıf savaşımına göre yeniden organizasyonu süreci idi. Ekim Devrimi’nin Avrupa’ya ve dünyaya yayılamamasının bedelidir. Burjuvazi, Ekim Devrimi’ne karşı öylesine büyük korku ve öfke duyuyordu ki, öncelikle devrimi kuşattı, ama aynı anda, her ülkede işçi sınıfına karşı mücadeleyi yeni biçimlere ve yeni deneyimlere uygun olarak organize etti.
Alman faşizmi, en başta, İngiltere ve ABD tarafından desteklenen bir saldırganlıkla, İkinci Dünya Savaşı’nı başlattı. Bu açıdan, İkinci Dünya Savaşı, birincisi gibi “saf” bir paylaşım savaşımı değildir. Öncelikle, kapitalist dünyayı komünizmden kurtarma savaşımıdır. Bu açıdan sınıf savaşımının bir başka biçimini de içerir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuda eğer Sovyetler yenilmiş olsa idi, işte o zaman Sovyetler’i paylaşmak için Almanya’dan önce bazı alanlara ABD ve İngiltere girmiş olacaktı. Bu nedenle, İkinci Dünya Savaşı’na paylaşım savaşı demek yeterli olmaz ve yanlış olur. İkinci Dünya Savaşı, aynı zamanda bir direniştir, Sovyetler önderliğinde, dünya işçi sınıfı ve halklarının direnişidir. İkinci Dünya Savaşı bir anti-faşist direniştir de.
Kuşku yok ki, İkinci Dünya Savaşı da, dünya için, özellikle de Avrupa için büyük bir yıkım demek idi. Bir yandan, kapitalist sistemden kopan ve Sovyet kampına katılan ülkeler çoğaldı. Bu, kapitalist sistemin pazar kaybetmesi demekti. Diğer yandan, kapitalist sistem içinde liderlik İngiltere’den ABD’ye geçti ve bu artık tescil edildi. Buna bağlı olarak anti-komünist bir cephe kurulmaya başlandı. Başında ABD’nin bulunduğu, kapitalist-emperyalist cephe, Birinci Dünya Savaşı’ndan daha ileri boyutta bir karşı-devrim cephesi örgütlemeye başladı.
Savaş döneminde İngiltere’nin ABD’ye artan borçlanması, İngiltere’nin tahtını kaybetmesi için önemli bir fırsat oldu ve ABD, savaşlardan zarar görmemiş bir ekonomi olarak, yağmadan pay almış bir ekonomi olarak, dünya kapitalist sisteminin liderliğine oturmaya başladı.
İkinci Dünya Savaşı biter bitmez, 1944 yılında, ABD’nin Bretton Woods kasabasında gerçekleştirilen toplantıda, Keynes’in İngiliz planına karşılık, ABD Hazine Bakanı White tarafından önerilen plan kabul edildi. Bu plana göre, IMF ve Dünya Bankası kuruldu. Kuruluşları birkaç yıl sonra aktif olsa da karar oradan geliyor. Sosyalist dünya, Romanya hariç, bu anlaşmaya imza koymadı. ABD, İngiltere, sadece en büyük ekonomileri değil, daha çok “gelişmekte” diye tarif edilen ekonomileri de içine aldı ve borçlanma sorununu “çözecek” bir sistem oluşturmaya başladı. Aslında bu, krizi, nispeten bir büyüklüğü olan ekonomilere ihraç etmenin araçlarının döşenmesi demektir. Bu toplantıda dünya kapitalist ekonomisi için bir para sistemi de kabul edildi. ABD planına göre, dolar, altına sabitlendi. 1 ABD Doları bir ons altına 35 dolar üzerinden eşitlendi. Dünyadaki diğer tüm paralar (sisteme dahil olan ülkelerin paraları), ise ABD Doları’na göre ayarlanmaya başladı. Nihayetinde sistem altına dayanıyordu. ABD, altın verenlere, karşılığında dolar vermeyi taahhüt ediyordu.
Aynı zamanda IMF ve Dünya Bankası kuruluyordu. Borçları fazla olan ülkeler, IMF’den kredi alabilecekti. Buna uygun olarak bu ülkelerde bir IMF programı uygulanmaya konacaktı. Herhangi bir ülke %10’dan fazla devalüasyon yapacaksa, IMF’den izin almalıydı. %10’a kadar devalüasyon serbest sayılıyordu.
Toplantıya 44 ülke katıldı. Anlaşmaların devreye girmesi, 1946 yılını buldu. Böylece dolar, kapitalist dünyanın rezerv parası oldu. Uluslararası alanda güç kazandı. Bu aslında ABD hegemonyasının kapitalist dünya ekonomisi içindeki varlığının pekiştirilmesi demek idi.
İşe sadece bu ekonomik yeni “düzen” ışığından bakmak yeterli değildir. Herkes bilir, hatırlar, ünlü Marshall Planı da vardır. Bu plan, salt ekonomik bir plan değildir, öyle de düşünülmemiştir. Türkiye ve Yunanistan’ın, kapitalist kampta kalması ve komünizmin yayılmaması için, İtalyan ve Fransız devrimlerinin bastırılması yetmezdi. Aynı zamanda, dalganın Türkiye ve Yunanistan aracılığı ile de kırılması gerekiyordu. Zaten, bu iki ülke, özellikle de Türkiye, Sovyetler’e karşı bir ileri karakol olarak örgütlenmeli idi. Bu açıdan, belli siyasal şartlara bağlı “ekonomik yardım”, Marshall Planı olarak ortaya konuyordu.
İşin askerî yönü ise NATO idi.
NATO, yenilen Alman faşizminin tüm iç savaş mekanizmalarını, tüm dişlilerini, kontr-gerilla taktikleri olarak üye ülkelerde örgütlemeyi de hedefliyordu. NATO, hem Avrupa’yı, ABD şemsiyesi altında “birleştiriyordu” hem de aynı zamanda “burjuva demokrasisi” görüntüsü korunarak faşizmin dişlileri, sınıf savaşımının gereklerine göre, üye ülkelerde organize ediyordu. Bizim Tekelci Polis Devleti analizimiz, bu açıdan yol açıcıdır, akıl açıcıdır ve okunmasını öneririz.
Soğuk Savaş dönemi, aslında, İkinci Dünya Savaşı’nın, başka koşullarda, düşük yoğunluklu savaş yöntemleri ile sürdürülmesi demektir. Soğuk Savaş dönemi, emperyalist dünyanın, dünya işçi hareketine karşı saldırı dönemidir. Bu saldırı, her açıdan kapsamlıdır. Sadece bir ekonomik saldırı değildir, öncelikle, siyasal, ideolojik (ve bu ikisi askerî saldırıyı içeriyor olsa da, vurgulamak için tekrarlayalım, askerî) bir saldırıdır. Saldırının ekonomik yönü, SSCB çözüldüğünde ortaya çıkacaktır.
Soğuk Savaş, İkinci Dünya Savaşı’nın komünizmi yok etme amacının devamı demektir.
İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden dönemde, ta ki 1970’lerin başına kadar, esas olarak siyasal-askerî krizler ile karşı karşıya kaldık. Kapitalist dünya ekonomisi, nispeten daha az kriz içinde bir büyüme dönemi yaşadı. Bu dönem içinde, silâhlanma, özel bir meta olarak, en başta ABD ekonomisini ayakta tutmayı kolaylaştırdı. IMF mekanizması, “gelişmekte olan” ülkelere ya da “kalkınmakta olan” ülkelere krizleri ihraç etti, oralardaki birikimi uluslararası tekellerin çıkarına merkezlere aktardı vb.
Görüldüğü gibi, hem sürekli olarak dünya kapitalist ekonomisinden bir bütünlük içinde söz ediyoruz, başkası mümkün değildir, hem de sürekli olarak ekonomik krizler ile siyasal krizler ve dünya çapında süren sınıflar savaşımından söz ediyoruz.
Bugüne gelmek için, önümüzde iki kritik dönem daha kalmıştır. Bunlardan ilki, 1970’lerin başındaki krizdir. Bu kriz, Bretton Woods anlaşmasını ortadan kaldırmıştır. İkincisi ise, neoliberal saldırı dönemidir, esas olarak 1983’te başlamıştır. Ve bu neoliberal saldırı döneminin içine, SSCB’nin çöküşünü de koymamız gerekir. Çünkü bu, Soğuk Savaş dönemine damgasını vuran emperyalist örgütlenmenin de sonu demektir. Her ne kadar, tüm yönleri ile sona ermemiş olsa da.
Şimdi bu iki dönemi ele alalım.
1971 krizi, aşırı birikimin sınırlarını gösteriyordu. Borçlanma, sadece “gelişmekte olan”, “kalkınmakta olan” ülkelere özgü olmaktan çıktı ve tüm kapitalist dünya ekonomisine yansıdı. ABD, hegemonyasını pekiştirdikçe, ABD Doları ile altın rezervlerinin bağını kimse sorgulayamaz oldu. Birkaç kere, Almanya, Fransa vb. gibi ülkeler, ellerinde birikmiş ve altına konvertibl olan dolarları vermeye ve karşılığında altın talep etmeye başladığında, anlaşıldı ki, ABD bu anlaşmaya uymamaktadır. ABD, karşılıksız dolar basmış, piyasaya sürmüş, bu yolla da, akıl almaz olanaklar elde etmiştir. ABD, kapitalist dünyanın özel ülkesi rolü ile, diğerlerine hesap vermez duruma gelmiştir. Bu sürecin sonunda, ABD, dolar ve altın ilişkisini artık tanımayacağını açıklamıştır. Böylece, nihayetinde altına bağlı olan para sistemi çökmüştür. Artık, bu paraların neyin temsilcisi olduğu da tartışma konusu olmaya başlamıştır.
Dün, altına bağlı olan dolar, bugün, artık bir hayalî para hâline gelmiştir.
Para, aslında altının temsilcisi, genel eşdeğer olarak belli bir miktarda soyut insan emeğinin simgesi iken, artık bu bağ da kopmuştur. Hayalî para demek yerinde olur kanısındayız.
Şöyle düşünelim, sterlin ya da mark, dolara göre değerini oluşturuyor iken, dolar da altına göre belirlenmiş olduğu için, nihayetinde bu paralar altın ile bir bağa sahip idiler. Oysa şimdi (yani 1973 sonrasında), artık bu bağ ortadan kalkmıştır. Bir süre sonra, dünya kapitalist sistemi, paraları “dalgalı kur” ile belirlemeye başlamıştır. Genel eşdeğer olan altın paranın temsilcisi para, artık bu “bağlardan”da kurtulmuş oldu. Bir anlamda, paranın, “değer ölçütü” olma özelliği istikrarsızlaştı. Bu başlı başına bir “bunalım” olarak ele alınabilir.
Bu durum, ABD’nin her alandaki “haydut”luğunun bir boyut atlaması anlamına da gelir. Bu arada ise, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlardaki etkinliği devam ediyordu. IMF, bir anlamda kârın ya da sermayenin merkezlere aktarılmasının yolu ise, bunun da “haydutluk” ile bağlı olduğu açıktır. Bu, emperyalist güçlerin ortak çıkarını temsil ediyor olsa da aslan payı ABD’ye gidiyordu. Doların altın ile bağının koparılması ise, hiç kimseye hesap vermeden, ABD’nin borçlanması, piyasaya para sürmesi vb. demektir.
ABD, dünya kapitalist ekonomisinin hegomen gücü olduğu dönemde, bir yandan dünya ekonomisinin kaymağını yemeyi, bu yolla, anti-komünist mücadeleyi finanse etmeyi başardı.
ABD, bir yandan dünyadaki fazla sermayeyi çekmeye başladı. Japonya, Almanya ve daha başkaları, ABD tahvillerine, dolarına ciddi yatırımlar yaptılar, yapıyorlar.
Öte yandan, ABD, dünyadan haraç toplamayı sürdürdü.
Bu arada ise, 1973’ten sonra, petro-dolarları yönetme mekanizmalarını Amerikan bankalarının elinde topladı. Suudi ve diğer körfez ülkelerinin petrolleri, dolar üzerinden satışa sunuldu ve bu hâlâ bugün kısmen devam etmektedir. Bu yolla satılan petrolün parası ise Amerikan bankalarına yatırıldı, bu sadece bir “rica” değil, bir mekanizmadır ve başka türlüsüne izin verilmemiştir. 11 Eylül saldırılarının ardından, bu ülkeler, ABD bankalarındaki petro-dolarlarını geri alamamışlardır. Suudi Arabistan, o kadar zorlanmıştır ki, IMF’den yardım ister konuma düşmüş ama bu arada 6 trilyon dolar tutarında paranın ABD bankalarında rehin olduğu ortaya çıkmıştır. Trump, bu dolarların belli bir kısmını serbest bırakmak karşılığında, 70 milyar dolarlık silâh satışına imza atmalarını sağlamıştır.
Ve yine ABD, silâh sanayiini genişletiyor. Bunun için, dünyanın her yerinde, sunî gerginlikler yaratıyor. Türkiye-Yunanistan gerginliğini bizler bizzat biliriz. İkisi de NATO içinde yer alan ülkelere, silâh satışı için her yol denenmiştir.
Ve tüm bunlara bir beşinci madde olarak, yağmacılığı da eklememiz gerekir. ABD her fırsatta bu bedava girdiye el koyma işini, her tür alanda gerçekleştirme alışkanlığından vazgeçmemiştir. Amerikan kıtasının yağmalanması ne demek ise, bunun gibi, bu boyutta olmasa da, emperyalist güçler, yağmalanacak alanlar ve şeyler bulmayı başarırlar. ABD, bunu son derece etkili bir tarzda yapmıştır.
İşte 1970’lerin başında ortaya çıkan kriz ile Bretton Woods anlaşmanın kısmen sona erdiği dönemde, ABD, anlaşmanın diğer maddelerini uygulamaya devam etmiştir.
Böylece, 1973-1982 arasındaki dönemin nasıl şekillendiğini de anlamış oluruz. Hâlâ komünizm tehlikesi vardır. 1971-73 krizi, aslında 1980’lerin başına kadar böyle sürdü. Kriz aşılmış değildi. Ve 1980’lerle birlikte, emperyalist dünya, yeni bir saldırı geliştirmeye başladı. Aşırı birikim, dünyanın yeni coğrafyalarına akmak istiyordu ve bunun için yeni bir yapılanma gerekiyordu. Ülkemize “ihracata dönük sanayileşme” olarak yansıyan bu yeni süreç, sermayenin daha ucuz emek cennetlerine kayması demek idi.
Bu dönem, neoliberal dönemin ön aşaması olarak görülebilir. Ama gerçek anlamı ile neoliberal saldırı, daha sonrasında başlayacaktır.
Sermaye, ucuz iş gücü alanlarına doğru kaymaya başladı. Bu durum, ücretleri, dünya çapında aşağıya doğru çekti. Bu durum, bazı alanlarda işçi örgütlenmelerini kırdı, birçok alanda ise, işçi sendikaları işçi sendikası olmaktan çıktıkları için, kötüleşmeyi, sermayenin istediklerini gerçekleştirmesini kolaylaştırdı.
Emperyalist merkezlerde, Almanya, İngiltere, ABD, Japonya ve Fransa’da, işçiler işlerini kaybetme korkusu ve işçi hareketinin gücünü kaybetmesi gerçeği ile, bu ücretlerin düşmesi süreci yaşandı. Aynı dönemde ise, Çin başta olmak üzere Doğu Asya ülkelerine yatırımlar, doğrudan yabancı yatırımlar olarak arttı. O kadar ki, 1980’lerin ilk yarısına gelindiğinde, 4-5 yıllık süre içinde mesela İngiltere imalat sanayiinin dörtte biri taşınmıştı. ABD, Almanya, Japonya ve Fransa, aynı yönde hareket etmekteydi. Tayvan, Güney Kore, Singapur, Malezya ve elbette ki Çin, bu yatırımların kaydığı ülkelerin başında geldi. Aynı dönem, mesela Türkiye, tüm dayanıklı ev eşyalarının kaydığı ülkelerden biri oldu. Hindistan da bu doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının kaydığı ülkelerden biridir. Biz burada daha çok Doğu Asya ülkelerinden söz ediyoruz, çünkü orada, bu artışlar çok büyük oranları buldu.
Bu aynı zamanda, bu ülkelerde işçi sayısında büyük artış da demek oldu. Tarımda çalışan nüfus hızla kentlere akmaya başladı. On-on beş yıl gibi bir süre sonunda işçi sayısı, birçok ülkede 6 katını geçti.
Bu durum, tüm dünyada ücretlerin aşağıya gelmesini sağlamakla kalmadı, aynı zamanda, tüm çalışma süresini de uzattı. Yani, mutlak artı-değer üretimini atırdı. Onlarca yıldır iş saatlerinin kısıtlanması için verilen mücadelenin tersi yönde bir etki ortaya çıkmaya başladı.
Neoliberal saldırı bölümünü konuşurken belirteceğiz ki, SSCB’nin çözülmesi, bu çalışma sürelerinin artışını Avrupa ve ABD’ye de yaydı. Komünizm korkusu ile işçilerin haklarına karşı geliştirilen saldırıların şiddetinin düşüklüğü ortadan kalktı, artık hiçbir engel tanımadan sınırsız hâle geldi.
Bu arada, sadece mutlak artı-değer artmakla kalmadı, bilgisayar yazılımları ile gerçekleştirilen denetim ve kontroller ile, bu uluslararasılaşan sermaye daha iyi organize oldu ve bu durum, nispî artı-değeri de artırdı.
Sermayenin kaydığı ülkeler, ucuz işgücü cennetleri oldukları kadar, uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına uygun bir “hizmetler” sektörünün gelişimi de devreye girdi. Artık sadece bilgisayar ağları ve kameralarla üretimin gözetlenmesi söz konusu değildir. Aynı zamanda, ihtiyaç duyulan iletişim hizmetleri için de gerekli zemin hazırlanmaya başlanmıştır. Mobil telefonlar, bu dönem devreye sokulmuştur. Buna uygun olarak, yabancılara hizmet etmekte eğitilmiş bir yeni hizmetliler devreye sokulmuştur. Finans sektörü, birkaç dil bilen bu hizmetlilerden, seks kölesi bile yaratmaya başlamıştır.
Sermaye, kaydığı bu yeni coğrafyaları baştan aşağıya sarmış, iç pazarı da meta ekonomisinin etkisini genişletecek şekilde genişletmiştir.
IMF programları, hâlâ birçok yerel şirketin yabancılar tarafından satın alınması için uygun zeminler hazırlamaya devam etmiştir. Uluslararası sermaye, girdiği ülkelerin ekonomilerini de tamamen kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirmeye başlamıştır. Bunun için dalgalı döviz kuru uygulaması, borsaların yaygınlaşması devreye sokulmuş, gerektiğinde bu durum, bir uluslararası program olarak devreye sokulmuştur. Borçlanma sistemi bunun için büyük olanaklar sağlamıştır.
Paranın altın ile bağının koparılması, para birimleri için spekülatif bir alanın açılmasına da olanak tanımıştır.
Tüm bu dönem, SSCB’nin çözülmesi ile, daha ileri bir aşamaya sıçramıştır. SSCB çözülene kadar sermayenin uluslararasılaşması daha önde giden bir konu iken, SSCB çözüldükten sonra, hem emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı daha da öne çıkmaya başlamış, hem de işçi sınıfına karşı dünya çapında kapsamlı bir saldırı ortaya çıkmıştır.
Neoliberal saldırı tam da budur. Neoliberal politikanın öne çıktığı dönem, 1980 ile başlatılabilir ve 2008 krizi ile de sona erdiğini söylemek mümkündür. 1980’lerin hemen başında, emperyalist blok, dünya çapında bir saldırıya kalkışmıştır. Kapitalist sistemin derinleşen krizini durdurmanın ilk adımının, kapitalizmi yıkma gücü olan işçi sınıfının devrimci hareketini ezmek olduğunu düşündükleri kesindir. 1980’lere birçok ülkede darbelerle başladık. 12 Eylül 1980 darbesi, elbette Türkiye’de işçi ve emekçi halkın mücadelesini ezmek için idi. Ama sadece bu değil, bölgede gelişecek anti-Amerikan hareketleri de hedeflemekteydi ve kuşku yok ki, yeni bir ekonomik programın da hazırlığı demek idi. Bu darbe süreci sadece ülkemize de özgü değildir. Dünyanın farklı yerlerinde ABD bu darbeleri gerçekleştirmiştir. Bu darbeleri de, neoliberal saldırının ön çalışmaları olarak ele almak gerekir. Dünya kapitalist sistemi, 1971’de ortaya çıkan ve dolar-altın bağının kopmasına neden olan krizi çözmek istiyordu. Kâr oranlarını yeniden yükseltecek, aşırı birikimi yeni coğrafyalara kaydıracak önlemler, öncelikle sermayenin isteklerine uygun düzenlemeler anlamına gelmekteydi. Darbeler bunun bir parçasıdır. Darbeler, hukukî ve ekonomik düzenlemelerin hızla hayata geçirilmesini de hedeflemekteydi. Elbette işçi hareketini bastırmanın yanı sıra. Ülkemiz üzerinden gidecek olursak, 12 Eylül darbesi ile 24 Ocak Kararları ile ad salmış uygulamaların, yani Özallı dönemin bağlantılı olduğu artık herkesin hafızasındadır.
Elbette, tüm bunlara rağmen, aslında neoliberal politikaların esas olarak SSCB’nin çözülmesi sonrasında daha açık ve etkili uygulandığı görüşü ileri sürülebilir. Ki bu görüş de doğrudur. Nasıl ki, 2008 yılında neoliberal politikaların sonunun geldiğini söylediğimizde, bu bir bıçak hamlesi ile bir dönemin kesin sonunu işaret etmeyecekse, başlangıçta bazı karışıklıkları, bulaşıklıkları içerecektir.
Neoliberal politikalar, öncelikle, sermayenin hızlı bir tarzda uluslararasılaşması ile başlamıştır.
Bu uluslararasılaşma, sermayenin yeni coğrafî mekânlara kaymasıdır. Başlangıçta bu kayma, doğrudan yabancı yatırımların artması şeklinde olmuştur. Yani, örneğin İngiliz sanayii, imalat sanayii, 1980-84 arasında %25’ini taşımıştır (Konu ile ilgili 2008 krizi üzerine David McNally’nin Historical Materializm Konferası’nda yaptığı sunumu önerebiliriz. Bu konuşma, bir makale olarak yayınlandı ve Şükrü Alpagut tarafından Türkçeye çevrildi. “Finansal Bunalımdan Dünya Ölçeğinde Çöküşe: Birikim, Finansallaşma ve Küresel Yavaşlama” başlıklı çalışma için bakınız, Çağdaş Marksizm Seçkisi, Yordam Kitap, 2018, s. 139-183). Japon kökenli doğrudan yabancı yatırımlar, 1985-89 arasında üçe katlandı. Almanya kökenliler ise dörde katlandı. Amerikan ve Fransız yatırımlarını da içine koymalısınız. Bu beş ülkenin sermayeyi yeni coğrafyalara taşıdığını görüyoruz. Bunlar, borsa veya hisse senedine giden, yüzer gezer sermaye değildir. Bunlar doğrudan fabrika kurulan yatırımlardır.
Mesela beyaz eşya diye tanımladığımız, içinde buzdolabı, çamaşır makinası, fırın vb. olan sektörün ilk “vatanı”, Almanya, ABD gibi ülkelerdir. Siz buna adı geçen beş emperyalist ülke diyebilirsiniz. 1970’lere gelindiğinde, Alman sanayii, bu sektörü, İtalya ve İspanya gibi ülkelere kaydırmaya başladı. 1990’lara gelindiğinde ise bu sanayi, mesela Türkiye’ye kaydırıldı. Fransız Reno grubunun İran ve Türkiye’deki fabrikaları gibi. Bu sermaye kaydırılırken, bir yandan, teknolojinin kritik alanları, bu beş merkezin elinde tutuluyor ve daha çok montaj sanayi kaydırılıyordu. Ama 1980 sonrası dönemde, iş değişmeye başlamıştır. Zira, örnek olsun, beyaz eşya üretiminin Çin’e kaydırılması durumunda bunun “üretim teknolojinin” gizlenmesi artık bir anlam ifade etmiyordu. Uluslararası tekeller için, örneğin cep telefonlarının Çin veya Malezyada üretilmesi durumunda önemli olan içindeki yazılımdır.
Sermaye, başka coğrafyalara kayarken, elbette öncelikle bazı altyapı problemlerinin çözülmüş olmasını istiyor. İlkin, elektrik, ulaşım, iletişim gibi altyapı meseleleri geliyor. Ama güvenlik de bir altyapı meselesidir. Bunların yanı sıra, uygun işgücü bulabilmek için gerekli hukukî temeller de lazımdır. Ve tüm bunları hızlı kararlarla hayata geçirecek siyasal hükümetler gereklidir.
Ucuz işgücü, sadece sermayenin kaydığı yeni coğrafyalarda emeğin değerinin ucuzlaması demek değildir. Aynı zamanda merkezî ülkelerde, İngiltere, ABD, Almanya, Japonya ve Fransa’da da emeğin ucuzlaması demektir. Çünkü mesela Ford’un ülke dışına taşınması, bir yandan işçilerin işlerini kaybetmesi demek iken, öte yandan ücretlerinin düşmesi de demektir. Eğer sendikalar da gerçek birer işçi örgütü olmaktan çıkmış ise, bu eğilim daha büyük bir hızla hayat bulmaya başlayacaktır.
Ücretlerin düşmesi, kâr oranlarını olumlu yönde etkileyecektir.
Aynı zamanda yeni coğrafyalarda sermaye, daha uzun süreli çalışma günü elde etmektedir. Mesela Türkiye’de çalışma saatleri ortalama 11 saati bulmaktadır. 8 saati ücretlendirilen 11 saatlik işgünü, kapitalist için büyük bir olanaktır. Bu, sermayenin kaydırıldığı tüm ülkelerde böyledir ve 8 saatlik işgünü, bu beş büyük emperyalist merkezde de artık tartışma konusudur. 8 saat yerine 10 saatlik işgününün hayata geçirilmesi, mutlak artı-değer üzerinde, çok ciddi bir etkiye yol açar.
Artı-değerin sadece mutlak olarak artırılması değil, aynı zamanda nispî olarak da artırılması devrededir. Bu yeni coğrafyalarda, küçük çaplı üretim düzenlemeleri ile verimlilik, yani birim zamanda üretilen meta miktarı artmaktadır. Böylece kârların birkaç kat arttığını tahmin etmek zor değildir.
Bu eğilim, neoliberal politikaların temelini oluşturur. 1980 sonrası, bizde kullanılan ismi ile, “ihracata dönük kalkınma”, neoliberal politikalar için bir zemin hazırlamıştır. Dünya çapında işçi sınıfının bu politikalara tepkisi, kesinlikle yetersiz kalmıştır. SSCB’nin çözüldüğü 1989 sonrasında ise, artık neoliberal saldırı, kapitalist dünya ekonomisini yeniden düzenlemek üzere harekete geçirilmiştir.
Bu beş büyük emperyalist ülkede de işçi hakları tırpanlanmaya başlamış, dün komünizm korkusu ile saldırıya uğramayan sosyal haklar hızla tırpanlanmıştır.
Neoliberal saldırı, dünya çapında, işçi sınıfının sayısını hızla artırmıştır. “1980-2005 arası çeyrek yüzyıllık dönemde dünyanın ‘ihracat ağırlıklı’ küresel emek gücü dörde katlandı.” (David McNally, age, s. 154). Dünya işçi sınıfının sayısal büyümesi, 2005 sonrasında da devam etti. 1970 yılında, dünya işçi sınıfının sayısal büyüklüğü 1.596.800.000 iken, 1985’te bu rakam 2.163.600.000’e çıktı ve 2000 yılında bu sayı 2.752.500.000 kişiye ulaştı (Ronaldo Munck, Emeğin Yeni Dünyası, Kitapyayınevi, s. 22).
İşçi sınıfının bu sayısal büyüklüğü yanı sıra, kötüleşen çalışma ve yaşam koşulları da buna eklenmelidir. Çocuk ve kadın işgücünün artan oranda devreye sokulması da. Ve bununla birlikte sosyal haklara saldırı da birlikte ele alınmalıdır.
Neoliberal politikalar, tarımın dünya ölçeğinde dağılması ve kentleşme de demektir. Sermayenin kaydığı bu yeni mekânlar, hem dünya kapitalist sisteminin çıkarlarına uygun olarak pazara entegre edilmektedir, hem de ucuz işgücünün kaynağı olarak tarımdaki nüfus hızla tarımdan koparılmaktadır. Bu bir yandan ucuz işgücü kaynağı elde etmektir. Ama diğer yandan ise, dünya tarımını tarumar etmektir. Hele ki, o ülkedeki tarımsal üretimi yok etmektir. Tüketim toplumu ideolojisi ne kadar etkin kılınırsa, tarımdan kaçış için oluşan sosyal psikoloji de o kadar etkin hâle gelmektedir.
Neoliberal saldırı, tarımın dağılması eğilimini de yönetmeye başlamıştır. Emperyalist merkezlerin ve uluslararası şirketlerin çıkarına uygun olacak şekilde pazarın organize edilmesi için, örneğin bir ülkede şeker sanayiinin, tütün sanayiinin vb. yok edilmesi öne alınmakta, böylece, sağlıksız ve hibrit ürünlerin pazara sunulması için olanaklar hazırlanmaktadır. Bizim ülkemizde Cargill dosyası ele alınırsa, sanırım yeterince aydınlatıcı bir örnek olur. ABD hükümeti, Erdoğan’ın koltuğunun altına 3 kere Cargill dosyası sıkıştırmıştır ve TBMM, Cargill için özel yasalar çıkartmıştır. Cumhurbaşkanı, bizzat Cargill için çalışmıştır.
Bu örneğe, bir yandan tarımın uluslararası tekellerin çıkarına düzenlenmesi olarak bakmak mümkündür ve doğrudur da. Ama bu aynı zamanda tarımdan koparılan işgücünün, yedek sanayi ordusunu artırarak, ücretler üzerinde negatif etki yaratmasının da yoludur. Neoliberal politikalar, bu süreci de planlamaya başlamış, koordineli yürütmeye başlamışlardır.
Neoliberal saldırı, üretimin uluslararasılaşmasının artması demektir. Yeni coğrafyalarda, hukukî, sosyal ve ekonomik altyapı ayarlandıktan sonra sermayenin bu ülkelere kayması, “bir yandan kalkınma” olarak sunulurken, diğer yandan büyük bir dejenerasyon olarak ele alınmalıdır. Bu süreç, birçok açıdan sınırları ortadan kaldırmaktadır. Peki neden hâlâ daha da kuvvetli sınırlar vardır? Bu örnek de gösteriyor ki, aslında uluslararasılaşma, sadece sermayenin ihtiyaçlarına hizmet edecek şekilde vardır, öyle organize edilmektedir.
Neoliberal saldırı, kâr oranlarında bir yükseliş demektir. Ama aynı zamanda, küresel açıdan refah düzeyinde de ciddi bir düşüş demektir. Hem bu beş büyük emperyalist ülkede refah düzeyi düşmektedir, hem de sermayenin gittiği ülkelerde.
Neoliberal saldırı, aynı zamanda geniş çaplı bir özelleştirme ile yürütülmüştür. Özelleştirme, artık yerleşik bir güç hâline gelmiş olan uluslararası sermayenin ve o ülkedeki yerleşik sermayenin isteklerine uygun yapılmaktadır. Kamu kaynakları, yok pahasına, bu gruplara verilmektedir. Bu, sermaye transferidir. Buna bir cins yağma demek yerinde olacaktır. Uluslararası sermayenin talebi olarak ortaya çıkan özelleştirme, birçok ülkede, hükümetler aracılığı ile “istediği kişiye” sermaye transferi gerçekleştirmenin de yoludur. Ülkemizde Erdoğanlı dönemde bunu çok açık olarak görmekteyiz. Siyasal iktidar, uluslararası tekellerin istediklerini harfiyen yerine getirirken, onların henüz ilgilenmediği tarzdaki özelleştirmeleri de, kendi çevresi tarafından yağmalatmıştır. İşletmeler yok pahasına satılmış, sadece arsa fiyatının 10’da birine, devletin elinden özel kişilere, bazı ailelere kaydırılmıştır. Albayrak ve Bayraktar ailelerine satılan işletmelerin dökümü yapılsa, birisi bunun üzerine çalışsa, bu söylediğimizin boyutları ortaya çıkacaktır.
Özelleştirme uygulamaları ve bunun içerikleri, ülkemizde çok ciddi bir tarzda gündem olmuştur. Bu nedenle, okuyucu, bu konuda daha kapsamlı örneklere ulaşmakta zorluk çekmeyecektir kanısındayız.
Neoliberal saldırı, finansallaşma eğiliminde de ciddi bir artıştır. Bir yandan, sermayenin uluslararasılaşması, bu yeni coğrafyaları uluslararası tekellerin istedikleri tarzda “uygun” hâle getirdi, sosyal, ekonomik ve siyasal açıdan uygun hâle getirdi, altyapı hizmetlerini onların ihtiyaçlarına uygun hâle getirdi, diğer yandan ise, ülkeleri, yeni coğrafyaları onların yağmasına açtı.
Sermaye derinlemesine girdiği bu ülkelerde, önceden çok görülmeyen “yağmalanacak” alanlar bulmakta gecikmedi.
Bu, sadece doğrudan sermaye yatırımları ile gerçekleşmedi. Aynı zamanda sermaye, daha fazla finansallaştı. Bu, sermayenin, kâr avcılığı, servet avcılığı için uygun konumda olması da demektir. Ama aynı zamanda, birçok uluslararası tekelin kârları içinde finansal kârların 2-3 katına çıktığı olgusunu da içerir.
Aşırı birikim, yani, elde fazla birikmiş ve yeterince kârlı alanlar bulamadığı için yatırıma dönüşmeyen sermaye, elbette servet ve kâr avcılığı işi ile uğraşacaktır. Bu açıdan, dünya kapitalist ekonomisi, çoktan bir kumarhaneye dönmüştür. Bu sermaye, dünyanın farklı ülkelerinde gördüğü potansiyel getirilere doğru koşacaktır. Özellikle belli bir altyapıya sahip olan ve belli bir büyüklüğe sahip olan ekonomiler, mesela Türkiye, Brezilya, Arjantin vb. oldukça caziptir. İzlanda gibi küçük bir ekonomiden kumar yolu ile elde edilecek getiri, zahmetlere değer bulunmayabilir.
Bu sermaye, eskiden beri hisse senetlerine, tahvillere kaymakta idi. Ama özellikle 1971 sonrasında ortaya çıkan dolar-altın bağının ya da paralar ve altın bağının koparılması ve paraların sabit kur ilişkisinden çıkarılması ile birlikte, oyun büyümeye başlamıştır. Döviz ile oynamak bunun bir parçasıdır.
Diyelim ki bir şirket, ABD Doları ile iş yapmaktadır ve 6 ay sonraki dolar kurunun yaratacağı riskleri bilmek ve kontrol etmek istemektedir. Bankalar, bu şirkete, 6 ay sonrası için, alacağı miktarda dolar için bir kur vermekte ve bunu sabitlemektedir. Diyelim ki kur bugün 6 TL olsun. 6 ay sonrası için kur belirsiz. Şirket, bankaya sorar ve banka ona 6 ay sonrası için 7 TL verirse, şirket hesaplarını buna göre yapar, 6 ay sonra bankadan, 7 TL’den dolar almayı kabul eder. Bu gerçekleşeceği 6 ay sonraki tarihte ise, belki de dolar kuru hâlâ 6 TL olacak. Şirket bunu “zarar” olarak ela almaz, zira o kuru 7 TL olarak görmüş ve işlemlerini buna göre yapmıştır. Bankaya, dolar başına 1 TL kazandırmıştır. Ama diyelim ki kur 8 TL oldu, bu durumda da şirket kuru 7 TL’den bağladığı için iyi durumdadır. Aslında burada şirket ile banka arasında bir kumar vardır. Kumar, eğer döviz kurları “sabit” olsa idi gerçekleşmeyecektir. Dalgalı döviz kuru, bu denli belirsizlik yaratmaz, ama dalgalı döviz kuru, bazı kritik dönemlerde, finansal sermaye için, büyük ama çok büyük gelir kaynağıdır.
Burada bir şirket üzerinden ortaya çıkan kumar, aslında tüm sistemin her alanında vardır. Kur tahminleri üzerinde bir iddia gerçekleşmez, bir kumar oynanır. Bankalar size kur tahmini verdikleri gibi, kendileri de bu kumarın bir tarafıdırlar. Ve böylece, bir “türev” işlem ile karşı karşıyayız. Yani, mal alıp satmak gibi “asıl” işlemin ötesinde, bu işlem sırasında doğacak riskleri hesaba katan döviz kurları belirsizliğinden doğan risk üzerinden bir işlem. Buna türev işlem deniyor, tabii ki, bunun gibi işlemlere.
Diyelim ki, siz, bir şirketsiniz ve alacaklarınız var. Ama müşterilerinizin bunları ödememe riski var. Normalde, bu durumlarda, ülkenin hukuk sistemine bağlı mahkemeler devreye girer. Ama bu durum büyür ve borç ödememe artarsa, bu koşullarda riskler büyür. Risk büyüyünce, buraya bu finansal sermaye girer. Çünkü kumar büyümektedir. Risk ne kadar büyük ise, parayı elde tutan için kazanma olanağı o kadar fazladır.
Bugün, bazı şirketler var. Sizin şirketiniz ile, müşterileriniz arasındaki asıl satış işleminden doğan borç/alacağı sizin adınıza üstlenen şirketler var. Yani, siz alacağınızı tahsil ettinizse bu şirkete %1,5 veriyorsunuz, ki bu oran faiz oranlarına bağlı değişir ve eğer siz tahsil edememişseniz, müşteriniz size ödememiş ise, siz ondan ana parayı, işlemeyen mahkemelere bırakmıyorsunuz, alacağınızı şirket size ödüyor ve alacak onun sorunu hâline geliyor. Bu da bir türev işlemdir.
Gördüğünüz gibi burada, alacak tahsilatının modern mafya tarzı ortaya çıkıyor. Kapitalizm küçük çaplı tefecilik ile başlamıştır ve büyük çaplı tefecilik ile son bulacaktır. Alacağınızı devrettiğiniz bu şirket, gerçekte mahkemelerin işlevsizliğinden, hukuk sisteminin anormalitesinden faydalanmakta, bu sorun üzerine bir “iş” kurmaktadır. Sizce bunu, mahkeme yolu ile mi hâlledecek, alacaklarını böyle mi tahsil edecektir? Siz, bir şirket olarak, bu türev işlemleri yürüten şirketi risklerinize karşılık kendi gelirinizin %1,5’ine ortak ettiniz, gelirinizin bir bölümünü, kârınızın daha büyük bir bölümünü riskler ve hukuk sisteminin durumu nedeni ile adamlara vermeye razı oldunuz.
Döviz kuru üzerindeki oyunlar akıllara sığmayacak kadar büyüktür. Ve bu, Erdoğan’ın iddia ettiği gibi, her zaman bir ülkeyi batırmak üzere yapılmazlar. Erdoğan, kendi parasını dolar olarak tuttuğu sürece, kendini korumayı hedeflediği sürece, ülke ekonomisini spekülatif hamlelere açmış demektir. Bir ülkenin ulusal para birimi TL ise, bu ülkede her iş dolar üzerinden fiyatlanıyorsa, dolar ile altın arasında bir bağ da yoksa, ABD merkez bankasının veya onun arkasındaki güçlerin, seni soyup soğana çevirmesi işten bile değildir.
Diyelim ki bu finansal haydutlar, sizi donunuza kadar soymazlar. hayatta kalmanız ve bir sonraki 10 yılda yine soyulabilir büyüklüğe erişmeniz gerekir.
Para birimleri ile döviz kurları arasındaki bağlar koptuktan sonra, yeni türev işlemler de ortaya çıkmaya başlamıştır. Riskler arttıkça, belirsizlik büyüdükçe, sadece sigorta şirketleri için bile büyük olanaklar ortaya çıkmaya başlamıştır.
Neoliberal saldırı, ekonomik, siyasal, ideolojik öğeleri birbirine birleştirerek bir saldırı gerçekleştirmiştir. Bu nedenle, yeri geldiğinde “ulus devlet” rafa kaldırılıyordu. Ama söz konusu olan İngiliz, ABD, Alman, Japon ve Fransız devletleri ise, “ulus devlet” yaşamalı idi.
Bu bütünsel bir saldırıdır. Ve finansallaşma, bu saldırının sivri uçlarından biridir. Borsaların, dövizlerin, hisse senetlerinin, akıl almaz türev işlemlerin gelişimi böyle ortaya çıkmıştır.
2010 yılında, 21-32 trilyon dolarlık bir servetin, finansal servetin, vergi cenneti diye adlandırılan ülkelere kaydığı tahmin edilmektedir. Panama belgeleri, bu konuda oldukça doyurucu bilgiler vermektedir. Binali Yıldırım ve Erdoğan ailesinin, hangi adalara, hangi bankalara paralarını nasıl transfer ettikleri, sonra da “vergi affından” yararlanarak bu parayı nasıl akladıkları biliniyor olmalıdır. Bu konuya tekrar döneceğiz.
Neoliberal saldırının önemli ayaklarından biri finansallaşma ise (bu konuda daha geniş bilgi için, Kaldıraç Yayınevi’nden çıkan “21 Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm” isimli çalışmamıza bakınız) bir diğer önemli ayağı rant meselesidir. Bu rant-yağma ve savaş ekonomisi, dünyayı sarmaktadır. Kumarhane kültürüne tamamen, büyük çaplı tefeciliğe tamamen uygundur.
Neoliberal politikalar, kentleşme ile birlikte aşırı büyüyen konut sorununu “çözmek” için, kapitalist dünya ekonomisi, inşaat işini körükledi. Bu konut furyası, bizim gibi ülkelerde aynı zamanda doğanın ve kentlerin büyük çaplı yağması ile birleşti. Ama dünyanın her yanında, bu süreç, işçi sınıfını, çalışanları borçlandırmaya başladı. Borçlandırma, konut ipoteği karşılığında konut kredisi ile satış politikası, tüm dünyayı sardı. ABD’de 2008’de patlayan kriz, önce ev alımları sisteminin, bu borçlandırma sisteminin çökmesi ile ortaya çıktı.
İşçinin, halkın, çalışanların borçlandırılması, kredi kartları, konut, ev eşyaları vb. yolla öyle bir boyut almıştır ki, bir yandan tüketimi teşvik etmiş, fiyatları yukarıya çekmiş, tekellere büyük paralar kazandırmış iken, diğer yandan ise, çalışanları borçlandırarak, onların kontrolünü ele alma olanakları doğurmuştur. Bu borçlandırma işi, sadece ekonomik bir “proje” olarak kalmamıştır, sınıf savaşımına ciddi etkileri ortaya çıkmıştır.
Ülkemizde işçiler, çalışanlar, kredi kartları aracılığı ile, gelecekteki 6 ay-1 yıllık gelirlerini çoktan harcamışlardır. Bireysel krediler ile kredi kartlarının borcunu kapatmakta, borcu borçla kapatarak yaşamaktadırlar. Tüketim toplumu, borçlanmanın kolaylaştırılması, bir anlamda işçiyi esir alma operasyonuna dönüşmüştür.
1980-2008 arasında elbette birçok kriz ortaya çıkmıştır. 1991, 1994, 2001 yıllarındaki gibi krizler. Ama 2008 krizi, kapitalist dünya ekonomisinin neoliberal politikalarının sonunu getirmiştir. Bugün biz, hâlâ 2008 ile başlayan derin kriz dalgasının içindeyiz.
-3-
Bugün, ülkemizi saran krizi anlamak için, dünya kapitalist sisteminin bu kriz sürecinin kısa özetini akılda tutmak gerekir.
2008 krizi, konut kredi sistemi diyebileceğimiz sistemin patlaması ile gündeme geldi. ABD başta olmak üzere birçok gelişmiş ülkede, konut alanından başlayan kriz, finansal bağlar nedeni ile hızla başka ülkelere de yayıldı.
Kredi ile alınan konutlar, aslında kredi sistemi için de ipotekli idiler. Ama ipotekler, bir anda, gerçekte düşünülen değerlerinin altında bir değere sahip olmaya başladılar. Diyelim ki 200 bin dolara alınan bir ev, borçlular yani evin sahipleri tarafından kredi taksitleri ödenmez duruma düşünce, bir anda 60 bin dolar değerine düştüler. Diyelim ki, bankalar, 200 bin doların 100 binini ödemiş bir kişinin evini, bir anda 100 bin dolardan satışa çıkardılar. Bir anda görüldü ki bu sadece bir kişi değilmiş. Böylece borç veren banka ve finans kurumları, ellerindeki konut ipoteklerinin işe yaramadığını anlamaya başladılar.
1970’lerde hisse senetlerinin hava hâline dönüştüğü, adeta buharlaştığını görmüştük. Kâğıtlar, değerli kâğıtlar bir anda buhar olmuştu. Daha önce, diyelim ki bir kişinin TL varlıklarının bir gecede, mesela 1991’de ya da 2001’de yarı yarıya düştüğünü, dolar ve diğer paralar cinsinden bir kayıp, adeta buharlaşma yaşadığını görmüştük. Bu kez ise “duran varlıklar”, binalar, evler buharlaşmaya başladı.
2008 yılında bir anda borsalar yarı yarıya düştü. Bu yaklaşık 35 trilyon doların havaya uçması anlamına geliyordu.
Dünya çapında toplam gelirin, ülkelerin gelirleri toplamının o dönem 60 trilyon dolar olduğu hatırlanırsa, bu oldukça büyük bir meblağdır ve sadece borsalara aittir. Borsalardaki kayıp, 2008 rakamları ile 7 adet Japonya demek oluyordu, iki adetten fazla ABD, yaklaşık 3 adet Çin demek oluyordu.
2008 krizinde, sistemi ayakta tutmak için, Citigrup’a ABD devleti, 300 milyar doları aşan bir destek vermiştir. Citigrup, gerçekte bu değere sahip değil idi. Krizle birlikte ise çok daha düşük bir değere “sahip” hâle gelmişti. Çin, Citibank’ı satın almak için 25 milyar dolar teklif etmişti.
Dünyanın en büyük sigorta şirketi AIG’in %80’i devlete geçmişti. Yani, özelleştirme dalgası, bir anda “kamulaştırma” talebine dönüşmüştü.
2008’de sistemi ayakta tutabilmek için, 20 trilyon dolar, sisteme enjekte edilmişti. Nasılsa dolar ile altın arasında da bir bağ yoktu.
Bu altından bağımsız para birimleri meselesi, ülkelerin paraları üzerinden hatta onların da türevleri üzerinden büyük çaplı oyunlara olanak vermekteydi. 2008 yılında, döviz ticareti 4 trilyon doları buluyordu. Bu döviz ticaretinin türevleri üzerinden ticaret ise 2 trilyon dolar civarında idi.
Dünya Gayri Safi Hasılası, yani toplam ülkelerin milli gelir toplamları 60 trilyon civarında iken, türev sözleşmelerden doğan satışlar 450 trilyon doları buluyordu (2006 rakamı). 2006’da bu türev işlemlerin yanında borsalar 40 trilyon doları, tahvil piyasası ise 65 trilyon doları buluyordu (David McNally, adı geçen makale, Çağdaş Marksizm Seçkisi içinde, Yordam Kitap, s. 161).
Bu, finansallaşma denilen olguyu anlamak için önemli bir göstergedir. Dünya ülkelerinin gelirlerinin toplamından 9 kat büyüklükte bir finansal işleme işaret etmektedir. Bu balon, 2008’de kısmen patlamıştır.
ABD cari açığını düşünün. Bu açık, artık altını ile bağı koparılmış doları yeniden piyasaya sürerek, yani bir anlamda “karşılıksız para basarak”, yani bir anlamda devlet eli ile sahte para basarak karşılanmakta, finanse edilmektedir.
ABD’nin üzerinde oturduğu petro-dolarları düşünün. ABD, başta Suudi Arabistan olmak üzere, petrol gelirlerinden elde edilen paraların adresidir. Bu dolarlar, Amerikan bankacılık sistemine akmaktadır ve bunların “çekilme”, yani sahipleri tarafından geri alınma olanağının olmadığını 11 Eylül saldırıları sonrasında gördük. ABD, miktarı 6 trilyon dolar olduğu söylenen bu paraları, sahiplerine vermeyi reddetmiştir.
Bir de bunun üzerine silâh sanayiini eklemeniz gerekir. Silâh, tüketilince, kullanılınca biten bir meta değildir. Gerilim ve savaş politikaları ile her zaman pazar bulan ve kullanılmadan tükenen, eskiyen bir metadır ve ABD’nin eski gücü, yani Soğuk Savaş dönemindeki gücü ve olanakları bu silâh satışlarına olanak vermektedir.
Bunun üzerine bir de yağma vardır. Yağma ve haydutluk birliktedir.
Tüm bunlar ABD ekonomisini ayakta tutmaktadır.
Ama 2008 krizi, sanıldığından uzun sürmektedir ve ABD tarafından, tüm emperyalist dünya tarafından, onların uluslararası kurumları olan IMF ve Dünya Bankası tarafından yıllarca öne çıkarılmış olan neoliberal politikalarının sonunu işaret etmektedir.
Gerçekte sahip olunmayan “varlıklar” üzerinden yürümeye başlamış olan kumarhane sistemi, dünya kapitalist ekonomisinin gerçekte sona ermesi gerektiğini göstermektedir. Mevcut artı-değeri paylaşmak için süren savaş, öyle bir hâle gelmiştir ki, gelecekteki artı-değeri önceden paylaşmak gibi bir noktaya dönüşmüştür. Gerçek ekonominin 10 katını bulan hayalî sermaye, gerçekte kapitalist sistemin yeryüzü için artık ömrünü doldurmuş bir sistem olduğunun da göstergesidir.
Konut kredisine dayalı sistem ABD’de patladığında, bir anda sigorta, banka ve finans kurumlarının batmasına yol açtı. Gerçekte, konut borçlandırma sistemi, işçilerden kapitalistlere finansal yollarla gelir transferi anlamına gelir. Ama sadece bu anlama değil. Aynı zamanda “Amerikan rüyası” denilen bir ev bir araba sistemi anlamına da gelir. Bu işin ideolojik yönüdür. Ve sistem çöktüğünde, aynı zamanda bu “rüya” da yerle bir oldu. Bugün, bir ailenin, bir insanın bir ev almak için yaşamının tümünü borçlu hâle getirmesinin mantıksız olduğunu söylerseniz, sizi dinleyebilirler. Ama öncesinde kutsal ev, Amerikan rüyasının bir parçası idi. 2008’de bu rüyanın, bir kâbus olduğu ortaya çıkmaya başlamıştır.
Krizin arka planında, aşırı birikim, düşen kârlar, hayalî sermayenin büyük çaplı yığılması yatmaktadır.
Bugün, dünyanın fabrikası, büyük ölçüde Doğu Asya ülkeleridir. Çin, Malezya, Singapur, Hindistan, Endonezya vb. Ve özellikle Çin örneği ele alındığında, Çin, sadece spor ayakkabı üretimi, kurşun kalem üretimi ile uğraşmamaktadır. Bilgisayar yongaları, otomotiv, çelik üretimi, kimya sanayii, fiber optikler, yarı iletkenler vb. alanında da büyük bir güçtür. Ve eğer bugün, herhangi bir üretim alanını ele alırsak, büyük ölçüde aşırı kapasitesinin var olduğunu görebiliriz. David McNally aktarıyor: “Çin hükümetinin ulusal kalkınma ve reform komisyonuna göre, ülkenin çelik sanayisi, hakiki çıktının ancak 350 milyon metrik tona eşit olduğu bir zamanda 470 milyon metrik tonluk bir yıllık kapasite geliştirmişti. Bu fazlalık 120 milyon metrik tonluk kapasite, dünyanın en büyük ikinci çelik üretici ülkesi Japonya’nın toplam gerçek çıktısından (112,5 milyon metrik ton) daha çoktu.” (David McNally, age s. 167).
Aslında bu kadar da değildir, Japonya’nın fazla kapasitesi acaba nedir? Başka ülkelerde acaba çelik üretiminde fazla kapasite ne kadardır? Dünyanın yıllık üretim kapasitesi, gerçekte ihtiyaç duyulandan fazladır.
Bu durum mesela ayakkabı üretiminde de böyledir. Bu durum, mesela bilgisayar yongaları üretiminde de böyledir. Bir de buna, üretilmesine gerek olmayan silâhları ekleyelim. Demek ki, yeryüzü kapitalist sistemden kurtulursa, ortaklaşa, komünal bir sisteme geçebilirse, büyük bir tasarrufu da gerçekleştirmiş olacak. Bu durumda, belki, kapitalist sistemin kârlı görmediği ama insanlık için önemli olacak alanlara yönelmek mümkün olacaktır.
Aşırı kapasite, aslında, aşırı üretim var olduğu hâlde vardır. Yani mesele sadece aşırı kapasite değildir, zaten aşırı üretim vardır ve bunun üzerine aşırı kapasite vardır. Kâr amacına göre organize olmuş ekonominin zorunlu sonucudur bu.
Aşırı birikimi de buna eklemek gerekir. Dünyada yeniden üretime yatırılmayan, büyük miktarda bir para vardır. Emeklilik fonları adı altındaki fonlarda 2011 yılı itibari ile 20 trilyon dolardan fazla para vardı. 2011 yılında küresel fonlardaki varlık, 132 trilyon dolar idi. Bu elbette ki o zamanki dünya çapındaki milli gelirlerden çok ama çok fazladır.
Yeniden üretime girmeyen bu sermaye, elbette, “finansal” bir varlık olarak yüzer-gezer tarzda dolaşmaktadır. Büyük çaplı kumarhaneye dönen kapitalist sistemin gerçeği budur. Bu finansal sermaye, servet ve gelir avcılığı ile ilgili hâldedir. Yeniden üretim sürecine girmediği için bu varlıklar, yeni artı-değerler üretmekte de kullanılmamaktadır. Bu aşırı birikimin, elbette dünya çapında borçlandırma sistemini destekleyeceği kesindir.
Aslında bu aşırı birikim de, kapitalist sistemin ömrünü doldurduğunun başka bir kanıtıdır. Bu aşırı birikim, her zaman varlıklarla ilgili bir sorundur ve fiyatları aşağı çekmekle kalmaz, kâr oranlarında da ciddi bir düşüşü ifade eder. Bu durumda, kapitalist için, üretime sokmadığı bu varlıkları, bir anlamda “sermaye” olmaktan çıkardığı bu paraları yeniden yatıramaması, kâr oranlarındaki düşüş eğilimi meselesinin farklı bir boyut kazandığını göstermektedir. Kapitalist, elindeki yeni sermayeyi tekrar yatırarak, genişleyen üretimde daha büyük çaplı bir artı-değer üretir. Amacı da bu artı-değeri sürekli çoğaltmaktır. Yoksa onun amacı bir kullanım değeri üretmek değildir. Bu aşırı birikim ile, bir miktar sermaye, artık yeniden üretime yatırılmıyor. Dünya çapında kumarhanenin bu denli genişlemesi ve derinlik kazanmasının nedeni de buradadır. O kadar ki, bankalar, artık, bankaya yatırılan paralar için faiz vermemekte, hatta bu parayı koruduğu için ücret talep etmektedir. Bu aşırı birikim, 1890’larda tartıştığımız aşırı üretim krizinin daha ilerisini ifade etmektedir.
2008 krizinde, sadece hisse senetlerinin, değerli kâğıtların buharlaşması yaşanmadı. Aynı zamanda, koca binaların, iş merkezlerinin de buharlaştığına tanık olundu. Milyonlarca dolar ettiği düşünülen binalar, bir anda değersizleşti.
Hayalî sermayeyi de buna eklemek gerekir. Yıllık 450 trilyon dolar hacminde bir “türev sözleşme satışı”, gerçekte kapitalist sistemin çoktan ömrünü doldurduğunun kanıtıdır. Tekrar olması pahasına, bu rakamların, dünya ekonomisinin yıllık üretiminden kat be kat fazla olduğunu belirtelim.
Kriz, 2008’de Amerikan bankacılık sistemini sarstığında, tüm kapitalist dünyada, “kamu müdahalesi” öne çıkmaya başladı. Citibank ve AIG örneklerini tartışmıştık. ABD, “neoliberal” kutsallarını bir anda terk etmeye başladı. 20 trilyon dolar sisteme entegre edildiği hâlde, dünya kapitalist ekonomisi krizi atlatmış değildir.
ABD tarafından Trump eli ile yoğunlaştırılan ticaret savaşları gösteriyor ki, “neoliberal” politikaları bir yana bırakın, liberal politikaları bile rafa kaldırma eğilimi yükselmektedir. 2008 krizi, bu sonucu vermiştir. Neoliberal politikalar artık gözden düşmüştür.
Özelleştirme programları, yağma ve rant sistemi içinde elbette devam etmektedir.
Elbette, hâlâ, işçi sınıfına ve emekçilere dönük kapsamlı saldırılar gündemdedir. Zaten bunun dışında bir yolları da yoktur. Tüm dünyada kriz, işçi ve emekçilerin, halkların yoksullaşması, soyulması, ama bu arada sermayenin daha da merkezîleşmesi, bazılarının zenginliğinin daha da artması demektir.
Ülkemizi de saran kriz, aslında hem bu dünya kapitalist sisteminin bir krizdir. Hem de, kendine has ilave özellikler taşımaktadır. 2008 krizi patlak verdiğinde, birçok kişi, uzman, Türkiye’nin büyüyen borçlarına, cari açığına özellikle dikkat çekmekteydiler.
Türkiye, Saray Rejimi’nin de üzerinde yükseldiği “rant- yağma ve savaş ekonomisi” gerçeğini yaşamaktadır. Son dönemde Erdoğan ve AK Parti projesinin sonunun göründüğü üzerine çok yorumlar yapılıyor. Bu doğrudur ama Erdoğan’ın gitmesi yetmez. Buna özellikle dikkat çekmek gerekir. Hatta, Saray Rejimi’nin gitmesi de yetmez. Bizim adlandırmamızla Tekelci Polis Devleti, yani hiçbir zaman “demokrasi” olmayacak bir devlet çarkı vardır. NATO mekanizmaları ile birleşmiş bir sistemdir bu ve adına Tekelci Polis Devleti diyoruz. İşte bunun yıkılması gerekir.
Rant, yağma ve savaş ekonomisi, ülkenin her şeyini yok etmektedir. Fabrikalar özelleştirme adı altında yağmalanmıştır, kapatılmış, arsa olarak değerlendirilmiştir. Ülkenin tüm şehirleri “rant” gözlükleri ile ele alınmıştır. Savaş sürekli tırmandırılmıştır. Saray Rejimi, bunu belli çevrelere aktarmıştır ve buna uygun bir sistem kurmuştur. Ama bu rant, yağma ve savaş ekonomisi, uluslararası tekellerin de çıkarınadır. Erdoğan’ı oraya getirenler, orada tutanlar, oradayken destekleyenler, işte bu yağma, rant ve savaş ekonomisinin de mimarlarıdır.
2008’de birçok kişinin gördüğü Türkiye krizi, 2018’de dolar kurunun fırlaması ile patlamıştır. Birçok firma iflas etmiştir.
Bugünlerde ise Damat, sürekli olarak, ilgi çekici el hareketleri ile “en kötüsünü geride bıraktık” masallarını anlatıyor. İflaslar, konkordatolar, düşen kapasite kullanım oranları, düşen konut satışları, ödenemeyen kredilerde büyük artış, içeride halkın aşırı borçlanması, artan işsizlik, artan açlık, tarımın dibe vurması, artan doğa yağması, Damat’ın konuşmadan önce özel içecekler aldığını göstermektedir.
Evet bu ülkemizdeki hâli ile kriz, dünya kapitalist ekonomisinin krizinden ayrı ele alınamaz. Ancak, bu tespit, ülkemizde kriz olmadığı anlamına gelmez. Sanki ortalık güllük gülistanlık gibi, Türk-İş’in %8+4 ile toplu sözleşme bağıtlaması, gerçekte sistemin işçi sınıfına karşı saldırganlığının, aymazlığının ve elbette işçi sınıfının da örgütsüzlüğünün göstergesidir.
Görünen o ki, krizi gizlemek için, tüm verilerle oynayan, basını susturan, ekonomi yorumcularına bile davalar açan bir Saray Rejimi, Eylül-Ekim ayı ile birlikte daha zorlu günler yaşayacaktır.
Dünya kapitalist ekonomisinin bunalımı olmamış olsa idi, belki Türkiye’deki kriz çok çok daha şiddetli seyredecekti. Nihayetinde aşırı sermaye birikimi vardır ve elbette onlar da gelire ihtiyaç duymaktadır. Negatif faiz veren Almanya’ya gitmeleri onlara bir şey kazandırmaz. Bu nedenle, Türkiye’deki krizin daha sakin seyrettiğini söylemek mümkündür. Ama bu, krizin ne kadar derin olduğunun da göstergesidir. Demek daha da kötüsü olabilirdi. Ve şimdi, adım adım, o daha kötüye gidilmektedir. Kriz, daha büyük iflasları, daha büyük batışları beraberinde getirmektedir. Artık ilk anda batan “zayıf” firmalar yerine, daha dayanıklı firmaların batışına sıra gelmektedir. Tam da bu koşullarda, işçi düşmanı, işçi kanı taciri Türk-İş yönetimi, kamu işçileri adına %8+4’e imza atmıştır. Gerçek enflasyonun %50 olduğu bir ülkede, %8+4 ile sözleşme yapan sendika, elbette haindir, işçi düşmanıdır. Ama aynı zamanda bu durum, işçi sınıfının örgütsüzlülüğünün ne kadar derin olduğunu göstermektedir.
Dünya kapitalist ekonomisi, daha çok yağmaya, daha çok ranta, daha çok tefeciliğe ve daha çok silâh sanayiine dayalı bir ekonomi olarak örgütlenmektedir. Bu durum, üzerinde yaşadığımız gezegeni tehdit eder boyuttadır. Bu nedenle, kapitalist sistemin yıkılması, sosyalist devrim, dünyanın ortakçı bir sistemde örgütlenmesi, sadece işçi sınıfının değil, insanlığın bir sorunudur.
Krizler, kapitalist sistemi otomatik bir mekanizma olarak yıkmazlar. Kapitalist sistemin yerine, insanın insan tarafından sömürüsünün olmadığı, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olmadığı, özgürlük ve kardeşlik toplumu, kendiliğinden, insan eylemi, işçi sınıfının devrimci eylemi olmadan gerçekleşmez.
Her kriz, sermayenin daha da merkezîleşmesi, bazılarının daha büyük kârlar elde etmesi, vurgunlar vurması anlamına da gelir. Kapitalist sistem, her zaman krizlerin faturasını emekçi halka yükleyecek mekanizmalara sahiptir. Devlet, tüm kapitalistler adına bu işle uğraşır. Ama buna rağmen, bu krizlerden bir çıkışları da yoktur. Her kriz, bir başka daha büyük çaplı krizin zemini hâline gelmektedir.
Dünya işçi sınıfı, dünya halkları, kapitalist sisteme karşı, emperyalist egemenliğe karşı örgütlü bir mücadele geliştirmek zorundadır. Bunun olanakları vardır.
SSCB’nin çözülüşünden bu yana, dünya, sosyalizmin varlığını özlemeye başlamıştır Ama bu kez, sadece bir coğrafyada değil, tüm yeryüzünde, kapitalist sistem olmaksızın bir sosyalizm deneyimine ihtiyacımız var.