Önceki Bölüm: Proletarya Diktatörlüğü Üzerine
Yenen vezir olurmuş, yenilen rezil. Ekim Devrimi’nin yenilgisi, biz devrimcilere ikincisini tattırdı. Bunun tek nedeni ise kuşkusuz yenilgi değil. Yenilgi ile birlikte, ama ondan çok daha etkili olanı, yenilginin biçimi oldu. Ne barikatlar kuruldu, ne çatışma oldu. Kızıl bayrak indirildi. Lenin’in heykelleri sanat eseri olabilecekleri için kurtulmuş oldu.
Ama yenilgi dalgası da umulduğundan kısa sürdü. Tüm dünya halklarını umutsuzluk ve yalnızlığa iten yenilginin daha uzun bir süre etkili olması beklenirdi. Oysa kapitalizmin derinleşen bunalımı, emperyalist merkezler arasında kızışan savaş, Batı Avrupa’da sosyalizme gidişi engellemek için işçilere verilen sosyal hakların gasp edilmeye başlanmasıyla birlikte sosyalizmin çekiciliği yeniden artmaya başladı. Bu yeni yükselişi eski sosyalist ülkelerde de görmek mümkündür. SSCB’nin varlığı koşullarında birbirine yapışan (her güç, düşmanlarını yapıştırıcı bir etkiye yol açar, yapışmayı önlemek, düşmana yeni yenilgiler tattıracak saldırılarla olur) emperyalist merkezler birbirinin boğazını sıkmaya yöneldi, dengeler değişti, istikrarsızlık arttı. Tüm kapitalist dünyanın, en başta da ABD’nin dış politikası çöküyor. Somali ve Haiti’de olanlar Vietnam send-romunu canlandırıyor.
Yeni yükseliş dalgası, Ortadoğu-Kafkasya-Balkanlar üçgeni, Afrika ve Latin Amerika’dan geliyor. Dünya komünist hareketinin görevi ise, bu üç bölgeden gelen dalganın birbirini ateşleyeceği koşulları çok iyi gözlemek ve birlikte bir kalkış gerçekleştirmektir. Bu görev, bugün, dünya komünist hareketinin dağınıklığı koşullarında, hayal gibi görünebilir. Ancak olayların hızı, bu hayalin hiç de uzak bir geleceğe ait olmayabileceğini, en önemlisi onu yakınlaştırmanın elimizde olduğunu gösteriyor.
Tam bu noktada Ekim Devrimi’nin bıraktığı miras son derece büyük önem taşıyor. İnsan gözlerini geleceğe çevirirse, kazanmak için yola çıkarsa, geçmişteki miras da onun pratik faaliyetinin nesnesi haline gelir ve bu miras doğru değerlendirilir. Eğer birileri tarih yorumcusu olmak adına bu “mirası” inceleyip, sosyalizmin niye çöktüğünü bize anlatabileceğini söylüyorsa, bizim böylelerine yanıtımız, savaşmak istemeyenlerin mirasımızı sahiplenmeye hakkı olmadığı yönündedir.
Bu sözde aydınca çaba, binbir tarafsızlık narası ile birlikte Ekim Devrimi’ne sövmekten başka sonuç vermiyor. Gelecek için savaşmayanın geçmişten alacağı ders de yoktur. Sınışar savaşımının bu kadar keskinleştiği, burjuvazinin ideolojik egemenliğinin pekiştiği bir ortamda, biz yine Marx’ın ünlü sözlerini hatırlamalıyız: “Şlozoşar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.” Bugün, bu ünlü tezde ifade edilen gerçeği unutup, dünyayı yorumlama işine soyunanlar, yenilginin soytarısı olmaktan öteye gidemezler.
Ekim Devrimi mirası, nasıl bir sosyalizm sorusu açısından son derece zengin bir malzeme sunmaktadır. Yazık ki, bize bu mirası eleştirel bir gözle incelemeyi yenilgi öğretti. İnsanın kendisine gelmesi için tokat yemesi gerekiyorsa, bu tokadın dosttan gelmediği yerde, onu düşman atacaktır. Olan budur. Elbette tokadın düşmandan gelmesi, pek çoklarının akıllarını başlarına toplayacağına akıllarını yitirmelerine, sosyalizmin olabilirliğinin sorgulanmasına yol açtı. Zaten varolan teorideki sorunlar ve tahrifatların boyutları hızla artıyor. Hem tahrifata karşı savaşmak, hem de kendi mirasımızı eleştirel bir gözle incelemek nasıl bir sosyalizm sorusu açısından özel bir önem kazandı. Yani Ekim Devrimi deneyiminin incelenmesi, hem teorik, hem de ideolojik açıdan son derece önemli olmaktadır.
Ekim Devrimi ile ilgili başlıca değerlendirmeler “erken doğum”, “mevsimsiz devrim”, “zaten varolan hiç sosyalizm olamadı ki, yenilen sosyalizm olsun”, “1956’dan beri SSCB zaten sosyal emperyalist bir ülkeydi” vb. biçimindedir.
Tüm bu değerlendirmeler bizce geleceğe bakmaktan uzaklık noktasında kesişmektedirler. Kazanmayı göze almayanlar böylesine kaba ve bilimdışı değerlendirmelerle olayı geçiştirebilirler.
Tüm bu değerlendirmeler ise, sonuçta yenilgiyi açıklamak ve ayakta kalabilmek için teorinin iğdiş edilmesi ve 70 yıllık mirasın kenara itilmesi ile birlikte yürümektedir. Erken doğum ve mevsimsizlik değerlendirmesi dünya devrimine bir bütün olarak bakmamanın ürünüdür. Bu bakış, sınıf savaşımına ekonomik gelişim olarak bakmaktır. Böyle olunca, yokluklar ve yıkıntılar arasında mucizeler yaratarak 70 yıl ayakta kalabilmeyi açıklamak olanaksızlaşır.
Gerçekte bu bakış, toplumsal olayları biyolojik olaylar gibi algılamaktır. Bir toplumsal devrimin de bir saati vardır elbette. Ama bu devrim saati insanoğlunun hamilelikten sonra doğum yapması gibi değildir. Kaldı ki, bir devrim gerçekleşmiş ve 70 yıl gibi (ya da bazılarına göre 1956’ya kadar) sosyalist olarak yaşamış ise, ona erken demek artık şarlatanlık değil midir? K. Kautsky, henüz bir Marksist iken, 1905’lerde mevsimsiz devrim korkusunun sona ermesi gerektiğini, artık mevsimin geldiğini yazıyordu.
Gerçekleşmiş ve en azından bir dönemine kadar (bu tarih, örgütten örgüte değişiyor) sağlıklı yoldan yürümüşse, “erkenlik” yenilgiyi açıklamaz. Ya da şöyle soralım, bugün bir sosyalist devrim gerçekleşse, bunun erken bir devrim olup olmadığını anlamamız için kaç yıl beklememiz uygun görülüyor? Bu anlayış, erken olur korkusu ile devrime kalkışmaya yönelemez, kazanmayı göze alamaz.
Elbette bu anlayış devrimin geri bir ülkede olduğu için yenildiği anlayışına ve yaşananın zaten hiçbir zaman sosyalizm olmadığı anlayışına yönelmek durumunda kalır. Böyleleri devrimi Lenin’in iradesinin (ihtiraslarının vb.) sonucu olarak ele alırlar.
Tüm bu sayılanlar içinde yenilgiyi açıklamasa da gerçek olan bir şey var: O da Ekim Devrimi’nin geri bir kapitalist ülkede doğduğudur. Ama yenilgiyi buna dayandırmak, sınıf savaşımını ekonomik olgulara indirgemek olur.
SSCB’nin ve dolayısıyla, yenilenin sosyalizm olmadığı anlayışına gelince; aslında kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin üç aşamalı olduğunu, birincisinin proletarya diktatörlüğü, ikincisinin sosyalizm ve üçüncüsünün de komünizm olduğunu ileri sürüyorlar ve buna kanıt olarak Marx’ın Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde yazdığı yanıtı gösteriyorlar. Marx, burada, komünizmin birinci, alt aşaması olarak sosyalizmden söz ediyor. Öyleyse bizim bu yeni akıl hocalarımız, bu yeni yorumcularımız akıl yürütebilirler ve başlıyorlar: “Komünizm sınıfsız bir toplumdur. Sosyalizm onun alt aşaması olduğuna göre o da sınıfsızdır. Sınıfsız toplumda da devlet olmaz.” Hemen bizim yeni akıl hocalarımız devam ederler, o halde sosyalizmde devlet yoktur. Proletarya diktatörlüğünün de Marx tarafından yine aynı yerde kapitalizmden komünizme geçiş döneminin siyasal biçimi olarak dile getirildiği biliniyor. O halde bizim yeni yorumcularımız akıl yürütürler ve derler ki: Demek ki, devlet olmayan sosyalizmden ayrı bir aşama olarak proletarya diktatörlüğü aşaması var. İşte onların düşüncesine göre yenilen proletarya diktatörlüğüdür, yoksa sosyalizm değil.
Gariptir ki, herkes proletarya diktatörlüğüne saldırıyor. Ve artık proletarya diktatörlüğünü reddetmek yerine, sözde onu kabul edip, onu sosyalizmden koparmak öne çıkıyor. Şimdi bizim bu çok bilmiş, çok okumuş “Marksistlerimiz” biraz düşünselerdi, bize şu soruların yanıtlarını vermek zahmetine yönelirlerdi. Birincisi; iki sınıfsız toplum olan sosyalizm ve komünizm arasındaki fark nedir? Eğer sınışar ortadan kalkıyorsa, niye iki ayrı “toplum” gerekiyor ve birinden öbürüne geçişi ne belirliyor? İkincisi; proletarya diktatörlüğü bir devletse ve bu devlet sosyalist aşamanın devleti değilse, hangi sosyo-ekonomik gerçeklik üzerine yükselir ve bu sosyo-ekonomik biçimin adı nedir?
1956 sonrasını ele alarak değerlendiren anlayışlar (modern revizyonizm ve sosyal emperyalizm) ise tarihi, süreçler bütünü olarak ele almıyor. Çürümenin belli bir dönemini alarak, öncesini “temizliyor” ve sonrasını çamurluyor. Olaylara ak ve kara olarak bakıyor. ÇKP kökenli bu bakış diyalektik değildir. Hem sosyal emperyalizm, hem de modern revizyonizm artık temsilcileri tarafından da savunulmuyor. Sosyal emperyalizmin işini, çözülüş sonrası dönemde çarlık özlemleri kabaran Rusya’nın emperyalist hevesleri bitirmiştir. Modern revizyonizm (1956 sonrasını böyle açıklayan görüş), gerçekte sosyal emperyalizm bozması bir görüştür ve en az onun kadar mekaniktir. Ülkemizde bu görüşü savunan gruplardan biri olan Ekim grubunun modern revizyonizmin başlangıç tarihini 1936 yılına çekmeye yönelmesi bu metaŞzik, mekanik anlayışın terki anlamına hiç gelmiyor. Tarih milatlarla açıklanıyor. Herkes işine gelen parçasını alıyor, gerisini atıyor. Bu “söylemin gücü”nü abartan, sınıf savaşımını nesnelliğinden kopartan anlayışın tarih alanındaki yansımasıdır. Bu anlayış, sürecin tümünü eleştirel bir gözle değerlendirmekten öcü gibi korkan bir anlayıştır.
Tüm bunlar, bu kısa özette bile, bize gösteriyor ki, yenilgiyi açıklama girişimleri, eğer geleceğe yönelinmiyorsa, sonuçta tahrifattan başka bir sonuca varamıyor.
Tartışmanın ilerletici olabilmesi açısından, biz konuya biraz daha farklı bakmaya çalışacağız. İşin zorluğu, Ekim Devrimi’nin büyüklüğünden geliyor; geleceğe koşmanın, çok daha büyük projeler için işe soyunmanın büyüklüğünden geliyor.
Bu zorluk nedeniyle, Ekim Devrimi derslerini, onun bize öğrettiklerini belli başlıklarla inceleyeceğiz.
1- SOSYALİST DEVRİMİN TARİHTEKİ YERİ
Birinci olarak, sosyalist devrimin tarihteki yerine bakmamız gerekiyor. İnsanın tarihi, onun giderek yaşama müdahalesinin arttığını gösteren bir tarihtir. İnsan her yeni sosyo-ekonomik sistemde kendi tarihine de daha fazla katkıda bulunur. Bu, insanın artan rolü, onun geliştirdiği örgüt modellerinde de görülebilir.
İlkel toplumdan köleciliğe geçişte, kölecilikten feodalizme geçişte ve feodalizmden kapitalizme geçişte devrimler giderek daha görkemli olmaya başlamıştır. “İlkel toplumdan köleciliğe geçiş devrim midir?” diye soranlar, elbette devrim derken en az, Fransız Burjuva Devrimi kadar görkemli bir yükseliş anlıyorlar. Doğru bakış göstermektedir ki, her sosyo-ekonomik sistemin kuruluşuna yol açan devrime oranla, onu tarihteki yerine gönderen devrim çok daha görkemlidir. Elbette, bu aynı zamanda her yeni devrim döneminde insanın artan rolüne işaret etmemizi gerektirir.
Bu vurgumuzdan bazı yanlış sonuçlar çıkartılmasını önlemek için bir noktanın altını çizmek gerekir. Devrimler sınışarın ve kişilerin iradelerinden bağımsız olarak gündeme gelirler ve bununla birlikte devrimler belli bir sınıfın ya da sınışarın çıkarlarını dile getirirler. Devrimin gerçekleşmesi, iktidardaki sınıfın alaşağı edilip yeni bir sınıfın eski topluma son vermek üzere iktidarı ele geçirmesidir. Öyleyse, devrim sınıftan bağımsız bir insan grubunun eylemine indirgenemez. Bu idealist bir bakış olur. Tarihsel materyalizm, toplumsal gelişimi salt evrimlerle açıklayan anlayış ile çeliştiği kadar devrimi sınıftan kopartan, bir grup insanın eylemine indirgeyen anlayışla da çelişir.
Başlangıçta devrimci parti sınıf içinde çok zayıf bağlara sahip olabilir. Ama devrimin gerçekleşmesi, devrimci partinin sınıfa doğru biçimde önderlik etmesi, onun sınıfın en ileri unsurlarını bağrında toplaması ile olanaklıdır.
Sosyalist devrimler, devrimlerin en görkemlileridir. Sınıf savaşımları, modern toplumda en gelişmiş, en keskin biçimiyle vardır. Modern toplum, kapitalizm, sınışı toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğunu çok net biçimde görmemizi sağlıyor. Bu açıdan teorik bakış gelecekten düne doğrudur. Gelecek için bugünü incelemek, bugünü incelerken dünü kavramak biçimindedir. “Burjuva toplumu,” diye yazıyor Marx, “üretimin en gelişmiş ve en çeşitli tarihsel örgütlenmesidir. Bu bakımdan, bu toplumun ilişkilerini ifade eden ve onun yapısını anlamamıza olanak sağlayan kategoriler, aynı zamanda, burjuva toplumunun kalıntıları ve öğeleriyle kurulmuş olduğu ve bu kalıntılardan bir kısmı henüz aşılmadığından, içinde hâlâ taşıdığı ve bunların basit işaretlerinin gelişerek tam anlamlarına kavuştukları vb., kaybolmuş olan bütün eski toplum biçimlerinin, yapıları ve üretim ilişkileri hakkında bir Şkir edinmemize de olanak sağlar. İnsanın anatomisi, maymun anatomisinin anahtarıdır. Aşağı hayvan cinslerinde, daha yüksek bir biçimin müjdeleyicisi olan işaretleri, ancak bu yüksek biçimin kendisini tanıdıktan sonra anlamak mümkün olmuştur. Böylece burjuva ekonomisi, bize, antikçağ ekonomisinin vb. anahtarını vermektedir… Toprak rantını bildiğimiz zaman, haracı, öşürü anlamak mümkündür. Ama bunları aynı şey saymamalı.” (K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, s. 273).
Modern devlet en gelişmiş devlettir, modern sınıf savaşımı en gelişmiş sınıf savaşımıdır ve sosyalist devrim en gelişmiş devrimdir. Sınışı toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğunu söyleyebilmek için, kapitalist toplumun ortaya çıkması, sınıf savaşımının tüm toplumu baştan aşağı sarması gerekirdi. Öyle ki 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, keskinleşen sınıf savaşımının sonucu olarak, ütopik sosyalistler, sistemi yıkmanın gerekliliğini görebilmeye başlamışlardı.
Sosyalist devrim, devrimlerin en görkemlisidir. Ama 1789’da, Fransız Devrimi için de aynı şeyi söylemek mümkündü ve bu doğruydu da. Çünkü; Fransız Devrimi, gerçekten kendisine kadarki devrimlerin en görkemlisidir. O halde sosyalist devrimin asıl ayırt edici yanı nedir?
Sosyalist devrim, kapitalizmden komünizme, sınışı toplumların en gelişmişinden sınıfsız topluma geçişin başlangıcıdır. Kendisinden önceki tüm toplumsal devrimler, sonuçta insanın insana köleliğine son vermedi, sömürüye son vermedi. Bu devrimlerde egemen sınıf, üretim araçlarının sahibi olan sınıf değişti. Köleci toplumda egemen sınıf olan kölelerin yerini, feodal beyler aldı. Onların yerini ise, burjuvazi aldı. Ama sömürü hep sürdü. Değişik biçimler altında insanın köleliği sürdü.
İşte sosyalist devrimlerin ayırt edici yönü, onu tüm devrimlerden ayıran yönü burada netleşiyor. Sosyalist devrim, sömürülen sınışarın işçi sınıfı önderliğinde sömürüye son verme kalkışmasıdır. Proletaryanın göğü fethetme savaşımıdır. Onun görkemi, insanlığın önünde açtığı bu yeni ufuktan gelir. Proletaryanın tarihsel rolü de budur, proletarya kendisini ancak tüm toplumu kurtararak kurtarabilir. Köle sahibinin varlığı, köle sınıfının varlığını gerektirir. Kapitalist sınıf, işçi sınıfı ile birlikte vardır. Proletarya, varlığı nesnel olarak, bir başka sınıfın veya sınışarın sömürülmesine bağlı olmayan bir sınıftır. Tüm sınışarın, sınıf karşıtlıklarının ve bunun ürünü olan devletin ortadan kaldırılması onun çıkarlarında ifadesini bulur.
İşte, sosyalist devrimin ayırt edici yönü onun niteliğidir. Burjuva devrimler, belli bir noktada, belli koşullar altında, eski egemen sınıf ile uzlaşma yolunu seçebilirler. Çünkü burjuvazi de, feodal soyluluk da, sömüren, bir anlamda farklı tarihsel dönemlerde yaşayan “kardeş” sınışardır. Onların çatışması uzlaşma ile sonuçlanabilmektedir. Elbette sonuçta feodal soyluluk tarih sahnesinden sınıf olarak silinmektedir. Ama ne zaman ki burjuvazi, karşısında kendi mezar kazıcısı proletaryayı bulmuştur, o andan itibaren feodal soylulukla kolkola girmiştir, uzlaşmıştır.
Ancak, işçi sınıfı, eski egemen sınıfı (burjuvaziyi) devirirken onunla uzlaşamaz. Bu, çatışmanın, kavganın çok daha şiddetli geçeceğini gösterir. Proletaryanın, burjuvaziye karşı sosyalizm için yürüttüğü kavga, gerçekte burjuvazi şahsında tüm sömürücü sınışara karşı yürüttüğü kavgadır. Bu kavga, tarihin yeniden yazılmasıdır. Bu kavga, insanın gerçek anlamıyla insan olacağı komünist toplumu kurmanın, insan olmanın kavgasıdır. Görkemi buradan gelir. Onun için her türden gericilik sosyalizm savaşımı karşısında tereddüt etmeden yerini alır.
İşte bu nedenle bu kavgada işçi sınıfı, tarihteki tüm örgütlenme modellerini aşan örgütlenmeler yaratır. Parti biçimindeki örgütlenme modern sınışarın, proletarya ile burjuvazinin arasındaki sınıf savaşımının ürünüdür. Sosyalist devrim insanın, insanlaşma sürecindeki büyük sıçramalarından biridir.
Sosyalist devrimin öncü gücü işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı bu kavgada egemen sınışa hiçbir uzlaşmaya (stratejik açıdan) giremez. Onun bu kavgadaki mütteŞkleri kimlerdir? Sanırız en önemli noktalardan birisi buradadır.
Marksizm-Leninizm, bilim, bizlere somut durumun somut tahlilinden hareket etmeyi öğütler. Teorinin dogmalaşmasını önleyen budur. Sınıf savaşımı, sınışarın savaşımı olduğuna göre, bu savaşımda gerçekleşen her çarpışma, atılan her adım bir gün sonrasının nesnelliğini oluşturduğuna göre, somut durumun somut analizi olmadan yürünemez.
Bu noktada Ekim Devrimi’nin üzerinde yükseldiği iki temel noktanın üzerinde duralım. Bunlardan birincisi, demokratik devrimin sosyalist devrime bağlanması, ikincisi ise, devrimin omurgasının işçi köylü bağlaşıklığı olmasıdır.
Her olay, her süreç, genel ile özelin birliğini içerir. Ekim Devrimi’nde genel olan ile, o ana, o devrime özgü olanı birbirinden ayırmayı bilmeden, ondan bir şey öğrenemeyiz.
Rusya’nın 1880’lerin başlarındaki somut durumunu analiz eden Bolşevikler, kuru formülasyonlar yerine, somut durumun analizine dayanan sloganları öne çıkardılar. Yaklaşan devrimin burjuva niteliğini görmek konusunda Bolşevikler ve Menşevikler ayrılmıyorlardı. Ama Bolşevikler, Menşeviklerin tersine, gelişen burjuva devrim karşısındaki proletaryanın elini kolunu bağlayarak seyirci (aşırı muhalefet partisi) olarak kalmasına şiddetle karşı çıktılar. Gelişen devrimi, kesintisiz sosyalist devrime dönüştürmenin yolunu gösterdiler. Çarlığın yıkılması ve burjuvazinin iktidarı alması ile yetinmeyi öğütleyen Menşevik anlayış, bu yolla tam bir burjuva kuyrukçuluğu anlayışına otururken, Bolşevikler ileri gitmenin somut yolunu gösterdiler.
Peki nedir bu yol? Bolşevik anlayış, işçi sınıfı ve köylülüğün ittifakına dayanacak bir demokratik devrimin sosyalist devrime dönüşebileceğine işaret ediyordu. “İşçi köylü ittifakı devrimin omurgasıdır” derken, Lenin, tam da Rusya’nın bu özgün yönüne işaret ediyordu. Bu ittifakın, ancak proletaryanın öncü devrimci partisinin varlığı ile mümkün olacağının altı çiziliyordu.
Bizler buradan, köylülüğün henüz parçalanmadığı, burjuva demokratik devrimi (burjuvazinin iktidarı almış olması anlamında) yaşamamış ülkelerde bu stratejinin geçiciliğini çıkartabiliriz. Aynı biçimde böylesi bir devrimi yaşamış, köylülüğün ayrıştığı (yoksul köylülük, zengin köylülük ayrımının, kapitalizmin tarımda gelişimine bağlı olarak, tarımın temel görüntüsü haline geldiği) ülkelerde işçi köylü ittifakının olanaksız olduğunu da anlamalıyız.
Proletarya, önderi olacağı her devrimde, devrimin karakterine uygun olarak ittifaklara sahiptir. Ama, dünya devrimci hareketi, bulunulan ülkenin somut durumunu bir yana bırakarak, Bolşeviklerin sloganlarını şablon haline getirdi. Her ülkede işçi köylü bağlaşıklığı devrimin omurgası ilan edildi. Her ülkede, sosyalist devrimden önce bir tür demokratik devrim (ulusal demokratik devrim, demokratik halk devrimi, ileri demokratik devrim (anti-tekel mücadele) gerekliliği “zorunlu” ilan edildi. Lenin’in, Bolşeviklerin ağzında 1917 Rusya’sı için kesintisiz devrimin sloganları olan bu iki nokta; 1930’lardan sonra, özellikle de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Menşevik aşamalı devrim anlayışının yeniden diriltilmesinin yolu oldu.
Bizler 1917 Ekim Devrimi’nden, devrimin yolu, ittifaklar vb.nin somut analizden çıkartılması gerektiğini öğrenmeliyiz. Demokratik devrimin, burjuvazinin iktidarda olmadığı ülkelerin sloganı olduğunu (veya bir ülkenin işgali altındaki ülkelerin kurtuluş savaşlarının sloganı) öğrenmeliyiz.
Ekim Devrimi’nin yenilgisi, eğer dünya devrimci hareketinin yenilgisi olarak ele alınacaksa, bu noktalar son derece önemlidir. Yenilginin uluslararası bir yenilgi olduğu düşünülürse, bu devrim anlayışı ve ittifak politikasının yenilgiyi hazırlayışı es geçilemez. Halk cephesi, halk demokrasisi bu politika ile yakından ilişkilidir. Dünya devriminin başlangıcı olarak Ekim Devrimi, dünya devrimci hareketinin çürümesi sonucu yenilmiştir. Ama bu çürüme en çok, dünya devrimci hareketinin “önderi”, Ekim Devrimi’nin mimarı olan partide yaşanmıştır.
Paris Komünü deneyimi üzerine yükselen Ekim Devrimi, partinin, devrimci öncünün önemini kavramanın ve devlet çarkını parçalamanın zorunluluğunu görmenin en açık ifadesidir. Ekim Devrimi partinin öneminin altını çizerek zafere ulaştı. Partinin devrim savaşımındaki önemi, biz Ekim Devrimi’ni yaşamış bir dünyanın devrimcileri için son derece açıktır. Bu önem sadece işçi sınıfını iktidara taşıyıp, kapitalizmi yıkarken ortaya çıkmıyor. Aynı önem, sosyalizmi kurarken ve sosyalizmin yenilgisi sürecinde de görülüyor. Parti sınışa bağlarını kopartıyor, partiye kendini düşünen, devrimle zerre kadar ilgisi olmayan unsurlar çullanıyor. Parti, savaşım aracı olmaktan çıkıyor ve mevki edinmenin biricik yolu oluyor. Ona dinamizmini veren, yeni toplumun kuruluşu ve bunu gerçekleştirecek olan işçi sınıfı ile bağları değil, işçi sınıfı adına davranan ve omuzlarında apoletlerden yer kalmamış, bürokratlaşmış liderler oluyor. Böylece çürüyen bir parti, devrimin yenilgisinin bizzat aracı oluyor. Bu nedenle de yenilgi, çetin çarpışmaların ardından gelmiyor. Devrim satılıyor, devrimle birlikte, tüm değerler parçalanıyor. Partinin çelik disiplini altında devrime yürürken ortaya çıkan ve yeni insanın embriyonu olabilecek özellikleri taşıyan devrimci insan kayboluyor. Yerine değersiz, yüzsüz, tek değeri para olan kokuşmuş kişilik geçiyor.
Lenin de dahil, Bolşevikler, Ekim Devrimi’nin Avrupa devrimleri ile tamamlanacağını düşünüyorlardı. Tersi durumda, eğer Ekim Devrimi sadece SSCB’de sınırlı kalmak durumunda kalırsa (ki öyle olmuştur) işlerinin çok zor olduğunu görüyorlardı. Bu nedenle de, 1921 yılına kadar dünya devrimine yüklendiler. Devrimin ateşinin tutuştuğu Avrupa’da devrimde proletaryaya önderlik edecek partilerin yokluğu, hemen Enternasyonal’in yeniden organize edilmesi ile doldurulmaya çalışıldı. Enternasyonal’in cesedi politik planda dünya devrimci hareketinin önünden kaldırıldı. Ama 1920 yılına gelindiğinde Avrupa devrimleri yenilmeye başlamıştı bile.
Yine Lenin’in emperyalizm analizi ile sıkı sıkıya bağlı olarak öne sürdüğü “zayıf halka” tezi de ciddi öneme sahiptir.
Ekim Devrimi, bunun verdiği bilinçle yakından bağlantılıdır. Devrimin ekonomik gelişmişliğe birebir bağlanamayacağını, devrimin etkisinin emperyalizm çağında artan eşitsiz gelişime bağlı olarak, en zayıf halkadan başlayacağı görüşü günümüz açısından da önemini korumaktadır.
Bu nedenle “erken doğum”, “geri bir ülkede devrim elbette yenilir” biçimindeki değerlendirmeler, kapitalizmi bir dünya sistemi olarak algılamamaktır. Bunun sonucu olarak eşitsiz gelişim yasasını anlamamaktır. Ve nihayet devrimi kaba ekonomik bir olgu olarak algılamaktır.
Bolşevikler, dünya devrimi perspektiŞni asla terk etmediler. Bunun sonucu olarak, Avrupa’da devrim yenilmeye başlayınca, Enternasyonal, Lenin, gözlerini doğuya dikti. Emperyalizme bağımlı ülkelerde gelişen ve Ekim Devrimi’nin ateşinden etkilenen ulusal kurtuluş mücadelelerine yöneldi. Bu devrimlerin, Avrupa’yı (emperyalist metropolleri) zayışatacağı görüşü elbette hayal değildi. Ama Avrupa’da devrimin dibe vurduğu kesinleşince, SSCB’de süren iç savaşın da etkisiyle, İngiliz emperyalizmi ile masaya oturuluyor, 1920’de birincisi toplanan Doğu Halkları Kurultayı’nın ikincisi hiç toplanmıyor.
Sosyalist devrim, tarihsel olarak en gelişmiş ve en son sınışı toplumdan sonra geliyor. Onu mezara göndermeye geliyor. Kapitalizm uluslararası bir sistemdir ve sosyalist devrim, sosyalizm savaşımı özü gereği uluslararası bir karaktere sahiptir. Dünya devrimi perspektiŞ buna, komünizmi kurma amacına bağlı, bir perspektiftir. Sosyalist devrimi diğer devrimlerden ayıran özelliklerin doğal sonuçlarından biri de budur. Öyleyse devrimin sürekliliği, bir yönü ile zayıf halkadan başlayan zaferin diğer ülkelere yayılmasını, diğer yönü ile içeride devrimin sürekliliğini birlikte anlatır.
Ekim Devrimi ile başlayan dünya devrimi yenilince, devrim içeride süren iç savaş nedeni ile de geri çekiliyor. Geri çekilme NEP ile ekonomik biçimini alıyor. NEP, aynı zamanda, köylülüğün devrimi nasıl geri çekebileceğinin de kanıtını sunuyor. En önemlisi ise NEP’in sonuçlarından birisinin köylü ideolojisinin, bir tür halkçılığı destekleyen ideolojilerin yaşam şansını arttırmasıdır. Bunu 1930’larda net görebiliyoruz. Tam bu yıllar, uluslararası planda emperyalizmin devrime saldırılarının arttığı yıllardır ve bu saldırı faşizm biçiminde ortaya çıkmıştır. Faşizme karşı savaşım, devrim hedeŞnin (sosyalizm hedeŞ anlamında) geri çekilmesi ve Faşizme Karşı Birleşik Halk Cephesi adı altında ittifak politikalarının, burjuvazinin bazı kesimlerinden mütteŞk aramaya dönüşmesi sonuçlarını veriyor. Sihirli (ne olduğu tam belli olmayan) halk sözcüğü, sınıfın öncü rolünü gölgede bırakıyor. Elbette bu süreç bazı nesnelliklerden güç alıyor. Faşizme karşı savaşıma katılan çeşitli burjuva katmanların varlığı, Çin’de halk savaşının başarısı, halk demokrasileri, halk sözcüğünün gücünü arttırdı.
Nihayet halk sözcüğü, sosyalizm savaşımını işçi sınıfından koparma noktasına geldi. Böylece sınıfın tarihsel misyonu tartışmaya açıldı. Andre Gorz “elveda proletarya” dedi. Laclau ve diğerleri işçi sınıfı öncü değildir, öncü herkestir (yani hiç kimsedir) noktasına geldi. Avrupa komünizmi de bir adım daha atarak, sosyalizm projesini, seçmen çoğunluğunun oylarını almaya bağladı. Elbette süreç bu denli sancısız olmadı.
Tüm bu süreç boyunca yürütülen yiğitçe savaşım, gösterilen kahramanlıklar unutulur cinsten değildir. Ama tüm bunlara rağmen yenilgi, en başta ideolojik planda başlamıştır.
2- EMPERYALİST KUŞATMA VE SOSYALİZM
İkinci nokta; Ekim Devrimi’ne karşı emperyalizmin yürüttüğü kuşatma siyaseti ve iki sistemin birbirini etkilemesine ilişkindir.
Devrimin, dünya devrimine yükselmesinin durması, bir uluslararası yenilgidir. Ama bu yenilgi SSCB’nin doğuşu, ayakta kalmış olması nedeni ile kısmi bir yenilgidir. Yenilgi ile birlikte, daha önceden Ekim Devrimi’nin gelişiminin dayandırıldığı perspektif (Avrupa Devrimleri) geri düşmüştür. Yepyeni bir durum ile karşılaşılmıştır.
Birincisi, İngiliz emperyalizminin liderliğinde, tüm kapitalist dünya Ekim Devrimi’ni kuşatmıştır. İngiliz emperyalizminin liderliğindeki bu kuşatma siyaseti, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD liderliğinde gerçekleştirilen soğuk savaşın anasıdır, temelidir.
İkincisi, tam bu dönemde ülkede süren iç savaştır. Bu iki neden devrimi ölüm-kalım mücadelesi ile yüzyüze getirmiştir. Devrim, nice neferini bu iç savaşta kaybetmiş, partinin en militan kadroları biçilmiştir.
Bu noktada, ya yeni bir dünya devrimi dalgasına kadar SSCB’nin bir mevzi olarak elde tutulması gerekiyordu ya da hemen o an nasılsa tek ülkede komünizme geçilemez diyerek (tüm dünya devrimci hareketine de peşinen bir güvensizlik beslemenin sonucu) teslim olmak gerekiyordu. Doğal olarak Ekim Devrimi ile göğü fethe kalkışan proletarya, SSCB proletaryası eliyle birinci yolu, tek onurlu yolu seçti.
Böylece, sanıldığından daha uzun bir süre kapitalizm ile “aynı dünyada yaşama” sorunu gündeme geldi. Üstelik artık Rusya’nın geri kalmışlığından gelen sorunları çözmek için Avrupa devriminin tekrar yükselişini beklemek, bu arada elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak da mümkün değildir.
Ekim Devrimi’nin dünya burjuvazisine karşı, dünya devrimi için bir mevzi olarak varlığını sürdürebilmesi, yeni bir dünya devrimi dalgasına kadar ayakta kalabilmesi hiç de kolay görünmüyordu. Ama buna rağmen, kimse Lenin ve yoldaşlarını, SBKP’yi, teslim olmadığı için suçlayamaz. Bu suçlamanın sahipleri, bugün kaybedilmiş bulunan mevzinin önemini kavramış görünmüyorlar. Elbette onların tarihleri de olmaz. Tarihi olmayanın geleceği de olmaz.
Marx ve Engels başlangıçta, devrimin kapitalizmin gelişmiş olduğu ülkelerde ve Avrupa çapında (ve tek bir ülkede değil, birbirini izleyen birkaç ülkede) gerçekleşeceğini söylüyorlardı. Ama emperyalizm çağı ile birlikte, kapitalizm bir dünya sistemi oldu. Bu durum, eşitsiz gelişimi daha da hızlandırdı ve devrimin nesnel koşullarını, tam olgunlaşmamış olsa da tüm ülkelerde ekonomik planda oluşturdu. Böylece devrimin emperyalist sistemin en zayıf halkasından başlayarak diğer ülkelere sıçrayacağı görüşü, bu dahice görüş geliştirildi.
Ama pratik böyle gelişmedi. Bugün bu görüş yine geçerlidir. Ama pratik yine böyle gelişmeyebilir. Elbette bunu anlamak için pratikte gelişmesinin niye farklılaştığına bakmak gerekir. Devrim, Marksizm-Leninizm’de bir özne tarafından gerçekleştirilir. Tarihin uzun pratiği de bunu kanıtlamıştır. Bir bölgede başlayan devrim (örneğin Kürt Devrimi), diğer parçaları etkilerken, diğer parçalarda devrimci öncü bir partinin, bir öznenin varolması ile olmaması durumunda etki değişmeyecek midir? Elbette değişecektir. Demek ki, bir devrimin diğer devrimlerin tutuşturucusu olması, belli bir nesnellik içinde, öznenin işini, deyim yerindeyse kolaylaştıracak tarzda gerçekleşir. Örneğin; bugün Kürt ve Anadolu devriminin başarısı Yunanistan’ı da, Rusya’yı da, Nikaragua ve El Salvador’u da etkileyecektir. Yükselişin gücü, Nikaragua ve El Salvador’da zaferi beraberinde daha erken getirir, ama Rusya ve Yunanistan için bu etkinin sonuçları şimdiden bilinemez. Yine de Yunanistanlı devrimci sosyalistler, bu devrimlerin etkisini, kendi ülkelerinde zafere doğru götürmek durumunda değil midirler?
Ekim Devrimi’nin Avrupa devrimleri ile tamamlanamaması, bir kısmi yenilgidir. Bu kısmi yenilgi, emperyalizm için ölüm çanlarının çalması nedeni ile aynı zamanda büyük bir zaferdir ve Ekim Devrimi’ni büyük yapan budur.
Yeni durumun özgüllüğünü iyi kavramak gerekir. Bolşevikler, Enternasyonal’in üzerinde yükseldiği Ekim Devrimi’ni dışa doğru yaymak için yeni bir dünya devrimi dalgasını beklerken, içte iç savaş ve dışta yoğun bir kuşatma ile karşı karşıya kaldılar. Durumun zorluklarını anlatması açısından Lenin’in, başlayan bit salgını nedeni ile “ya biz bitleri yeneceğiz ya bitler devrimi yenecek” anlamını taşıyan sözlerini hatırlatmak yeter.
Yeni bir dünya devrimi dalgasına kadar eldeki mevziyi korumak, içeride açlıkla, yoklukla savaşmak zorunludur ve bu yapılmaya başlandı.
Bu süreç içinde verilen pratik tavizler, Enternasyonal’in uluslararası çizgisi haline geldi. SSCB’nin kapitalist dünya ile barış içinde birlikte yaşama siyaseti, birlikte yaşamanın uzamasına da bağlı olarak amaç haline geldi. Bu koşullarda anayurdun savunulması ve barışın sağlanması temeline oturan SSCB dış politikası, Komintern’in temel siyaseti haline geldi. Dünya devrimi ve devrimci mücadele rafa kalktı. SSCB, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, devrim olana kadar hiçbir ülkedeki devrimi (Çin Devrimi hariç) desteklemedi. Ne zaman bir ülkedeki devrimciler iktidarı aldılar, SSCB oluşan yeni statükoyu korumak için harekete geçti.
SSCB (ve elbette Komintern) politikası statükonun korunması eksenine oturdu. İç savaş, faşizm tehlikesine karşı sanayinin kurulması ve silahlanma gereksinimi, İkinci Dünya Savaşı (ki SSCB bu savaşta 20 milyon insan kaybetmiştir) SSCB’de sosyalizmin hiç de sadece ekonomik zorluklarla (ekonomik geri kalmışlıkla) uğraşmadığını göstermekteydi.
Önce barış içinde bir arada yaşama -ki bu Lenin’de pratik bir tavizdir- ilke haline geliyor, ardından emperyalizmin artan saldırıları karşısında, özellikle İkinci Dünya Savaşı döneminden sonra tam bir statükocu anlayışla çıkılıyor. Tüm bu dönem boyunca hep emperyalizm saldırıda, SSCB ve sosyalist ülkeler ise savunmadadır. Kapitalist ülkelerdeki işçi hareketleri ise faşizme karşı, burjuva demokrasisini savunma savaşımı vermişlerdir. Faşizmi yendikleri halde devrimi gerçekleştirememelerinin nedeni budur.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan yeni kuşatma siyaseti de (soğuk savaş), esas olarak SSCB’yi savunmada tutmayı hedeşemiştir (Yıllar sonra görülüyor ki bunu başarmışlardır). Öylesine ki, Nagasaki ve Hiroşima’ya atom bombalarının atılmasının nedeni, SSCB’yi tehdit etmekti.
Böylece silahlanma yarışı başlıyor. Soğuk savaş, emperyalizmin sürekli saldırıda kalma, sürekli kuşatma siyaseti gütmesi demektir. Silahlanma yarışı, sosyalizmi ekonomik açıdan da zorluyor. SSCB hem silahlanmak zorunda kalıyor, hem de bu yolla ekonomik değerlerinin önemli bir bölümünü bu alana kaydırmak durumunda kalıyor.
Demek ki emperyalizm önce 1917’de dünya devriminin yayılmasını önlüyor ve SSCB’yi kuşatmaya alıyor. Ardından açlıkla, iç savaşla uğraşan SSCB, bu sorunları yendiğinde, bu sefer faşizm saldırısı geliyor. Faşizm, kahramanca bir savaşımın sonucunda yeniliyor. Ardından, soğuk savaş saldırısı ile emperyalist sistem saldırılarını devam ettirdi. Bu saldırıyı dünya devriminin yeni bir yükselişi dışında hiçbir şey tamamen ve kesin geri püskürtemezdi. SSCB ise böylesi bir saldırı siyaseti izleyeceğine, statükoyu korumaya yöneldi. Elbette SSCB, bu yolda dünya devrimci gruplarına ciddi yardımlarda da bulundu.
Bu statükocu politika neyin sonucudur? Kanımızca, burada tek ülkede sosyalizmi kurup, komünizme geçmekten söz eden anlayışın, ideolojik ve politik perspektiŞnde dünya devrimini rafa kaldırmasının büyük katkısı olduğu kesindir. Yukarıda söylenenlerin tümü, ancak, dünya devrimi perspektiŞni terk etme ile birleşince çürüme ortaya çıkıyor.
Emperyalizm, Ekim Devrimi’ni 1921 yılında SSCB topraklarında kuşattı. Onlar, devrimin bu geri kalmış ülkede, iç savaş koşullarında nasılsa dayanamayacağını düşünüyorlardı. Ama destansı özverilerle SSCB dayandı. Dayandıkça, ülkede ekonomik geri kalmışlığı kırmak ön plana çıktı. Parti, bu noktada, ekonomik geri kalmışlığı kıracak insanın niteliklerine yeterince yüklenmedi. Devrimi ayakta tutabilmek için Sovyetler dağıtılmak zorunda kalındı (Elbette bu karara Lenin, Stalin, Trotsky hep birlikte evet dedi). Böylece SSCB giderek sadece kendine bakar hale geldi. Yeni bir dünya devrimi dalgası için feda bile edilebilecek bir mevzi olmak bir yana, feda olmamak için dünya devrimine gözlerini kapama yolunu seçti. Böylece tek ülkede sosyalizm, pratik bir durum olmaktan çıkıp, bir teorik olgu haline getirildi. 1930’lu yıllar, pek çok emek kahramanlığı ile birlikte, pratik tavizlerin teorik tavizlere dönüştüğü yıllardır da. Statükoculuk, enternasyonalist ruhun ölmeye başlaması, onun yerine Rus milliyetçiliğinin değişik bir tarzda yer bulmasıdır.
Tek ülkede sosyalist devrimin olabilirliği artık tartışılmayacak ölçüde pratikçe kanıtlanmıştır. Ancak tek bir ülkede sosyalizmi kurup, komünizme yürümek, biçimi gereği ulusal olan işçi hareketini özü gereği ulusal bir hareket haline getirme sonucunu da doğurur.
Dışarıda kuşatma, içeride ekonomik zorluklar, dünya devrimi hedeŞni de uzak bir geleceğe atma ile birleşince bozulma, çürüme kaçınılmaz oldu. Enternasyonalizm, SSCB’nin dış politikasına indirgendi, statükocu anlayışla, içeride sosyalizmi ekonomik kalkınmaya indirgeyen anlayışla bütünleşti. SSCB, kapitalist dünya ile ekonomik yarış yolu ile sosyalizmin prestijini arttırma yolunu seçti. Ancak bu ekonomik yarış, kapitalizm ve sosyalizm ayrımının önemini azalttı, kapitalist değerleri sosyalizme taşıdı, tekniği ve teknik gelişimi sınışarüstü bir anlayışla ele aldı, emeğin üretkenliği artarken, emekçinin niteliği, insanın niteliği feda edildi.
İki sistemin uzunca bir süre birlikte yaşaması, birlikte yaşamın sosyalizmin savunmaya çekilmesi nedeni ile uzun sürmesi, tahribatı artırdı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında, SSCB’nin, sosyalizmin artan prestijine rağmen geri çekilmesi düşünülürse, bu statükocu anlayışın sonuçları daha iyi anlaşılır. 1946’da Yunanistan’da 28.000 gerilla çarpışıyordu. İngiltere, kendi gücünü kaybetmesi nedeni ile ABD’yi yardıma çağırıyor ve Yunanistan’ın gitmesi durumunda İtalya, Fransa, Almanya’nın, Anadolu’nun gidebileceği uyarısında bulunuyordu. Ekonomik önderliği kaybeden İngiltere manevi önderliği devam ettiriyor ve Anadolu aracılığıyla “enfeksiyon”un Ortadoğu ve Afrika’ya bulaşabileceğinin altını çiziyor. Böylece Truman Doktrini ve Marshall Planı doğuyor.
ABD, 1946 yılından başlayarak Yunan Hükümeti’ne yardım ediyor. Oysa aynı yıllarda bütün olarak dünya komünist hareketi, dağıtılmış Komintern’in üyeleri, SSCB’nin korunmasının, barışın korunması ile olanaklı olduğunu savunmaya başladılar. Böylece barışın korunması, kendi kendine bir amaç oldu. Elbette SSCB böylesine geri çekilişine, barışın korunmasının (buna yanlışlıkla barış savaşımı deniyor, ilk yıllarda Curie’nin verdiği mücadele dışında bir barış savaşımından söz etmek doğru değildir. Tersine barışın korunması için, savaş korkusunun yayılmasıdır sözkonusu olan) bu denli öne çıkmasında atom bombasının Japonya’ya atılmasının katkısı vardır. SSCB’nin çözülüşünden sonra, 1990’larda ABD yetkilileri Japonya’ya bombanın atılmasının esas amacının SSCB’ye mesaj vermek olduğunu itiraf ediyor.
Böylece, başlangıçtan itibaren, işçi sınıfının tarihsel rolü bir yana itiliyor. Dünya devrimi perspektiŞ unutuluyor. SSCB, kendi ulusal durumuna uygun olarak, tüm dünya devrimci hareketini yönlendiriyor.
Bu nokta öylesine bir noktadır ki, barış içinde birlikte yaşama, esas olarak soğuk savaşla bayrak haline geliyor. Yani SSCB ve sosyalist sistem güçlü iken. Yani, bir savaş tehlikesi esas olarak çok zayışamışken, barışı koruma politikası öne çıkıyor. Barış savaşımı, esas olarak savunma hedeŞnin ürünü olarak öne çıkıyor. Giderek sınıf savaşımından kopartılıyor. TKP tarafından, ülkemizde barış savaşımının sınışarüstü olduğu görüşü yayılıyor. Sınıf savaşımını reddetmek, dün de, bugün de oportünizmin temel özelliklerinin başında gelir.
Demek ki, sistemin uzun süre barış içinde yaşaması, enternasyonalizmin devletler arasındaki dış politika düzeyinde ele alınmasına neden oluyor.
İki sistemin birlikte yaşaması sadece burada etkili olmuyor. Sosyalizmin kapitalizasyonu gerçekleşirken, kapitalizmin de sosyalizasyonu gerçekleşiyor. Sosyalizmin yayılmasını önlemek için Avrupa başta olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkelerde gündeme getirilen bazı reformlar, sosyalizmin kapitalizme etkileridir. İşsizlik sigortası, bazı sosyal kurumların gündeme gelmesi, planlama (tekelleşme ile birlikte sosyalizmin etkisidir) vb. Bu noktada, yeri gelmişken bu reformların, tüm reformlar gibi devrimci ilerleyişin önünü kesmek için de gündeme geldiğini belirtelim.
Kapitalizm de sosyalizmi etkiliyor. Kapitalist ülkeler ile sosyalist ülkeler arasındaki tüm ticaret, meta üretimi temelinde gerçekleşiyor. Başkası da olanaklı değildir. Tek bir dünya pazarı vardır ve burada, uluslararası planda egemen olan kurallarını koyar. Ama SSCB bu noktada saldırı yolunu seçmemiştir. Kendi elini dünyaya dayatmamıştır. Örneğin telif hakkı meselesini ele alalım. Castro haklı olarak soruyor: “Shakespeare için kime telif hakkı ödeyeceğiz?” Demek ki, bir sosyalist ülke hiçbir yazılı esere, Şkre, patente vb. para ödememelidir. Birbirimizin (onlar bizim, biz onların) istediğimiz eserini, telif ödemeksizin çevirebilmeliyiz, yayınlayabilmeliyiz. Bunu dayatmak gerekir. Ancak yine de ekonomik alanda esas etki, yarış mantığında ortaya çıkmıştır. Silahlanma yarışını bir noktada kabul etmek zorunluluğu varken, ekonomik planda böylesi bir zorunluluk yoktur. Ekonomik gelişmeyi, kapitalizmle yarış mantığına oturtmak, kapitalist ekonominin değerlerini sosyalizme taşımaya yol açmıştır.
Bunu en çok teknolojinin geliştirilmesinde görmek mümkündür. Teknoloji taraşıdır. Teknoloji artı-değer üretimi için mi örgütlenecek, geliştirilecektir, yoksa kafa-kol emeği çelişkisini yenmek, toplumsal refahı ve boş zamanı çoğaltmak için mi örgütlenecek, geliştirilecektir? Bu bakış unutulmuştur. Tıpkı barış savaşımı gibi teknoloji de sınıftan “arındırılmıştır”. Kapitalizmin kitlesel üretim teknikleri, oldukları gibi sosyalizm bayrağı altında uygulanmaya konulmuştur. Belki bu, başlangıçta bir zorunluluktur. Ama sosyalizm içinde kapitalizme karşı savaşım sürecekse, bunları olduğu gibi alıp hayata geçirmeye kalkmak kabul edilmemelidir. Teknik, sadece ekonomik bir olgu değildir. Teknik, belli bir sınıfın çıkarına göre biçim alır, bu nedenle olayın bir de ideolojik boyutu vardır. Bugün, SSCB’nin teknik olarak geriliğinden dem vuruluyor. Bu doğru değildir. Hele hele çözülüşü buna bağlamak tümüyle ekonomist bir bakışın örümcek ağına mahkûm olmaktır.
Bugün bizler, kapitalizmin teknik gelişiminin ne anlama geldiğini tartışıyor ve bu noktada sınıfın nereye yüklenmesi gerektiğini göstermeye çalışıyoruz. Yaygın bir tartışma konusu, aslında kapitalizmin üretici güçlerin gelişimini durdurmasıdır. Üretici güçlerin gelişimi önünde, üretim ilişkilerinin ayakbağı olması, üretici güçlerin mutlak anlamda gelişmesinin durması demek değildir. Bu son derece kaba bir bakış olur. Ama bu gelişimin önünde ayakbağı olmak nedir? Her üretim ilişkisi, bir öncekinin yerini alırken, önce üretici güçleri hızla geliştirir. Bunu, kapitalizm, feodalizmin yerini aldığında görmek mümkündür. Sonra bu uyum, sınışı toplumlarda yerini çatışmaya bırakır. Bilinen bir örneği yineleyelim; ABD’de yıpranmayan, kolay kolay aşınmayan bir kumaşın geliştirildiği söylenir. Bu gerçekten geliştirilmiş olsun olmasın, bizim tartışmamız açısından hiçbir şeyi değiştirmez. Böylesi bir kumaşı hiçbir kapitalist, üretime sokmaz, yaygın olarak üretmez. Çünkü bu, tekstil sektörünün sonu demektir. İnsanlık açısından son derece olumlu olabilecek bu adım, milyarlarca dolarlık kaynağın giyime, tonlarca emek zamanının kumaşa aktarılmasına son verir. Ama gel gör ki, kapitalist için büyük bir kâbus olur. Artı-değerin artırılması amacı ile çelişir. Kapitalist üretimin amacı meta üretmek değildir, dolayısıyla da daha çok meta üretmek değildir. Kapitalist üretimin amacı, artı-değer üretmektir ve bu artı-değer, bir değerde, metada somutlaştığı için meta üretilir. Bu nedenle, daha çok artı-değer sağlıyorsa daha çek meta üretilir, tersi anlamsızdır.
Peki kapitalizm binlerce çeşit araba üretmiyor mu, binlerce çeşit TV, onlarca programa sahip çamaşır makinesi üretmiyor mu? Evet üretiyor ve bu yolla ihtiyaç üretiyor. 60 kanal TV kimin işine yarıyor? Arabalar gerçekten birbirinden binlerce çeşit oluşturacak kadar farklı mı? Ülkemizde en çok, 16 programlı çamaşır makinesi satılıyor. Kim bu programların 3-5’i dışındakini kullanıyor? Ama kapitalizm bu farklılaştırmayı sağlayamazsa, tüketimi amaçlaştıramaz. Buna teknolojik gelişim demek ve bu yolla kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiğini iddia etmek (bugün) ne kadar anlamlıdır?
Sosyalizmin kapitalizasyonu, statükoculuğun seçildiği, dünya devrimi perspektiŞnin rafa kalktığı koşullarda gerçekleşiyor. Yani en başta ideolojik alandaki boşluk, buna olanak tanıyor. İnsanların tükettikçe, ekonomik koşulları iyileştikçe yeni insan olacakları sanılıyor. Maddi zenginlikle yeni insan yaratılamaz. Bilinçle, ruhsal dünyanın zenginliği ile maddi zenginlik yaratılır.
Bu boşluk, partinin yozlaşmasını da koşulluyor. Yozlaşma tekrar ekonomik kazanç için, gelirini artırmak için çalışmayı besliyor. Bu karşılıklı besleme, çürümeyi derinleştiriyor. Meta üretim ufku aşılamıyor. Kişiler, en çok kendilerini düşünür hale geliyor. Böylece sosyalizmin içinde, cebinde satın almaya yetecek parası olan, ama bu para ile ne satın alacağını bilmeyen, çünkü temel yaşamsal gereksinimleri karşılanan kendini düşünen tüketici birey gelişiyor.
Marx’ın Kapital’i kapitalizmin eleştirisidir. Kapital’in ortaya koyduklarına, Ekim Devrimi hiçbir şey ilave etmiyor. Ekim Devrimi pratiği bu yolda incelenmiyor. Böyle olunca gerisine düşüyor. Bu noktada sosyalizmin ekonomi politiği ele alınıyor. Kapitalizmin eleştirileri, sosyalizmin geliştirilmesi için zorlanmıyor. “Sosyalizmin ekonomik yasası insan refahını artırmak için üretimdir” deniyor. Bu sözde yasa, kâr için üretim yerine geçiriliyor. İnsan refahını artırmak bir hedef olabilir ama yasa olduğu tartışma götürür niteliktedir. Bu konu üzerinde biraz duralım.
Nikitin’in, Sosyalizmin Ekonomi Politiği’nde sözedilen “sosyal üretimin düsturu her şeyin insan için, insanın yararı için üretilmesidir. Sosyalist üretimin bu önde gelen görünümü, bilimsel olarak sosyalizmin temel ekonomik yasasında ifadesini bulur. Özü, sosyalist üretimin konusunun, doğrudan sürekli kalkınma ve toplumsal üretimin geliştirilmesiyle, en yüksek teknoloji aracılığıyla tüm halkın sürekli büyüyen maddi ve kültürel gereksinmelerinin karşılanmasıdır”ın içteki görünümü budur. Yukarıda Nikitin’den alınan satırlar, komünist toplum hedeŞni görmüyor. Elbette dünya devrimi dışında komünizmden söz etmek olanaklı değildir. Dünya devrimi hedeŞ ise unutulmuştur. Dünya devrimi unutulunca, geriye, “halkın sürekli büyüyen maddi ve kültürel gereksinmelerinin karşılanması” hedeŞ kalır. Bu hedef kötü değildir, kötü olan birinci olarak, bu hedef ile komünist yürüyüş arasında ilişki kurulmaması ve ikincisi, bu hedeşerin bir yasa olarak teorize edilmesidir.
Yukarıdaki satırlar bir hedef olabilirler, ama bir yasa olarak ifade edilemezler. Bu çerçevede insan ve insanın niteliği, kafa-kol emeği çelişkisi, kent-kır ayrımı meselesi, boş zamanın artırılması vb. bir yana bırakılmış oluyor.
Aslında biraz yakından bakılınca, Nikitin’in yazdıklarının kapitalizm ile yarışma (ekonomik yarış) mantığı ile ilişkisi kurulabilecektir.
Bu örnekler çoğaltılabilir ama biz sadece, ekonomik, siyasal, ideolojik planda, içeride ve dışarıda devrimin sürekliliği perspektiŞnin terk edildiğini ve çürümenin buna dayandığını anlatmaya çalışıyoruz.
Elbette, okur bize, peki nasıl bir sosyalizm düşünüyorsunuz, sorusunun soracaktır. Biz de, bu sorunun iyice önünü açmaya çalışıyoruz. Paris Komünü iktidar sorununun altını çizdi. Ekim Devrimi ile başlayan süreçse devrimin sürekliliği sorununun altını çizmiştir. Biz bunu öne çıkarmalıyız.
İki sistemin bir arada yaşamasının uzaması ya da SSCB tarafından uzatılması, birlikte yaşamanın teorize edilmesi, kapitalizmin değer yargılarının sosyalizm içinde yer bulmasını sağlamıştır.
Todor Jivkov, kapitalizmin bunalımının Bulgar ekonomisini etkilediğini söylüyor. Jivkov, buradan hareketle, kapitalizmin bunalımını bir an önce aşması için dua etmiş olmalıdır. İşte “barış içinde bir arada yaşama”nın teorize edilmesinin sonucu. Bunun sonunda artık devrim, devrimci savaşım rafa kalkıyor.
3- KAPİTALİZMDEN KOMÜNİZME GEÇİŞ ÜZERİNE
Üçüncü nokta sosyalizmin örgütlenmesi ve kapitalizmden komünizme geçiş sürecine ilişkindir.
Marx ve Engels, kapitalizmden komünizme geçişin, iki aşamalı olduğunu belirtmişlerdir. Ama, öyle anlaşılıyor, bu iki aşamanın birinden diğerine geçişi bu kadar uzun düşünmemişlerdi. Zaten tersi olanaklı da değildir.
Marx ve Engels, dahice uzak görüşlülükleri ile komünizme geçişin iki aşamalı olduğunu görmüşlerdir. Komünist toplumun birinci aşaması “henüz kapitalizmden çıkmış hali ile” komünizmdir. Marx ve Engels’i ütopik sosyalistlerden neyin ayırdığına dikkat etmek gerekir. Marx ve Engels hiçbir konuda ayakları havada konuşmamışlardır, tersine kelimenin gerçek anlamı ile işçi sınıfının birer önderi, militanı gibi yazmışlardır. Bugün pek çok “aklı evvel”, Marx ve Engels’i, savaşımdan uzak (ve hatta savaşıma sırtını dönerek) üniversite kürsülerinde sosyalizm için yazılar yazmış insanlar olarak sunmaktadır. Bu nedenle de sosyalizm ve komünizm ayrımı çok önemlidir.
Bazı dönemler vardır ki, bu dönemlerde bir şarlatan bir teorisyen görünümüne bürünebilir. Ortam buna olanak tanır. Sosyalizmin yenilgisi sırasında böylelerinin sayısı arttı. Ama bizde böyleleri 12 Eylül sonrası parladı. Bunlar, zemzem kuyusuna işeyerek meşhur olmaya çalışan kişilerdir.
Bu nedenle böylelerinin söylediklerine kısa da olsa bakmak faydalı olacaktır. Çalışmamız boyunca, özellikle ülkemiz sol hareketinin tanınmış isimlerinden bazılarını, bu nedenle konuk etmek durumundayız. Yalçın Küçük bu tanınmış kişilerden biridir.
Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü isimli kitabında kapitalizmden komünizme geçiş ya da sosyalizm komünizm ayrımına ilişkin şunları okuyoruz: “Marx, üstelik marjinal notlar olarak ifade ettiği bir kısa çalışmasında, Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde, birdenbire komünizmi iki aşamaya bölerek birincisine sosyalizm adını veriyor ve bununla ilgili çok katı önermeler yazıyor. Bu çalışmanın gelişmesi içinde Marx’ın buna hakkı olmadığı sonucuna vardım: Hak ya eylemden ya teoriden doğuyor. Bu önerme için bir eylem birikimi göremiyor; bu kadar önemli bir önermeyi ise sadece bir paragrafa sığdırmayı ve bunun hep bir paragraf olarak kalmasını da teorik açıdan haksızlık olarak değerlendiriyorum.”
Kurt kocayınca köpeğin maskarası olurmuş. Sosyalizmin kocayan kurt olarak görüldüğü kesin. Böylesi şarlatanların, meşhur olmak için Marx’a yerli yersiz dil uzatanların teorisyen olarak geçindiği bir dönemde yaşıyoruz. Ve elbette tartışmayı teorik önerme varmış gibi sürdüremeyiz. Ama önce Bay Küçük’ü biraz daha dinleme sabrını gösterelim.
“…Marx’ın aşamalandırma merakı, ilk sosyalist denemelerin çöküş sürecinde, daha çok ön plana çıkıyor ve büyük tartışmaları gerektiriyor. Marx’ın kendisinin bile ‘marjinal’ olarak nitelediği Alman Sosyal Demokrat Partisi için hazırlanan Gotha Programı’yla ilgili eleştiri notlarında, bir paragrafta, hiçbir dayanağı veya gerekçesini geliştirmeden komünizmi iki aşamaya ayırması…”
“Marx’ın komünizmi aşamalandırmasının dayanakları yetersiz ve sosyalizm tariŞ ise son derece sınırlı sayılmak durumundadır.”
Tüm bunları Küçük yazıyor.
Bir; “Marx’ın buna hakkı olmadığı sonucuna vardım.” Küçük, Marx’ı, bu hakkı olmayan şeyleri yapan adam olarak gösterme numarası ile adileşiyor. “Hak ya eylemden ya teoriden doğuyor.” Marx komünizme geçişin sosyalist aşamayı gerektirdiğini söylüyor ve sosyalizmin çözüldüğü bir dönemde Küçük, böyle şeyleri söylemeye Marx’ın hakkı olmadığını buyuruyor.
İki; Küçük, “bu önerme için bir eylem birikimi göremiyor”muş. Ama ikinci alıntıyı okuduğumuzda Küçük’ün “Marx’ın aşamalandırma merakı, ilk sosyalist denemelerin çöküş sürecinde daha çok ön plana çıkıyor” dediğini okuyoruz. Demek ki, Paris Komünü gibi (Gotha Programı Eleştirisi 1875’te yazılmıştır) bir deneyim sonrasında konuşuyor ve Marx’ın sosyalizm ve komünizm ayrımını haksız (daha uygun deyimi ile uydurma) buluyor. Oysa Paris Komünü’nü yaşamış bir dünyadaki her devrimcinin böyle bir hakkı vardır. Üstelik Küçük’ün bayağı saldırılarından çok daha fazla.
Hak ve haksızlık ekonomik, hukuksal ve ahlâki bir temeli anlatır. Küçük, Marx’ı hangi açıdan suçluyor?
Marx ve Engels, Paris Komünü sonrasında, Komünist Parti Manifestosu’nda tek bir değişiklik yapıyorlar. “… Paris Komünü’nde edinilen pratik deney karşısında, bu program bazı ayrıntıları bakımından, bugün eskimiş bulunuyor. Komün özellikle bir şeyi, işçi sınıfının mevcut devlet mekanizmasını salt elinde tutmakla onu kendi amaçları için kullanamayacağını tanıtlamıştır.” (Komünist Parti Manifestosu, 1872 Almanca Baskıya Önsöz, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar I, s. 119). Peki soralım Bay Küçük’e, buna hakları var mı? Üstelik bunu bir önsözde yazıyorlar. Demek ki Bay Küçük devrimcilerin yenilgilerinden ders çıkarmalarını, yaşanan savaşımlara bağlı olarak teorinin geliştirilmesini “haksızlık” olarak görüyor. Bu elbette mümkün, ama bir Marksist olarak değil. Haktan söz ederken, Bay Küçük, küçük bir hile yapıp kendisini Marx ile aynı cephenin insanı gibi gösteriyor. İşte Küçük’ün buna hakkı yok. Böyle bir hakka sahip olması, sadece ve sadece eylemiyle mümkün olabilirdi. Eylemi, ona bu hakkı vermiyor. Küçük, hakkın eylem dışında teoriden geldiğini söylerken, anlaşılan kendisine yol arıyor.
Üç; “Bu kadar önemli bir önermeyi ise sadece bir paragrafa sığdırmayı ve bunun hep bir paragraf olarak kalmasını da teorik açıdan haksızlık olarak değerlendiriyorum.” Burada Küçük, bize bir önermenin kaç paragraf olduğu ile teorik açıdan haklı bulunması ilişkisini anlatıyor. Acaba Bay Küçük’e sorsak, kaç paragraf olması size göre önermeyi haklı kılardı? (Ama, Bay Küçük, teorik açıdan bir önermenin haklı olması için kaç paragraf olması gerektiğini söylemediğine göre, o şimdiden haksızlık yapmıştır).
Peki “bu kadar önemli bir önerme” ne oluyor? Küçük, önermenin kaç paragraf olduğunun hesabını yaparken, onun dayanaksız, temelsiz, anlaşılmaz olduğunu söylemek istiyor olmalı. O halde bu önerme neden önemli bulunuyor? Neden Küçük, temelsiz iddiaları nedeni ile, haklı olarak Marx’a karşı tutarlı bir saldırı başlatmıyor da, önem, hak ve hukuktan sözediyor?
Yine Küçük bize şunları da söylemişti: “Marx’ın aşamalandırma merakı, ilk sosyalist denemelerin çöküş sürecinde, daha çok ön plana çıkıyor.” Daha çok ön plana çıkan bir şey, demek ki öncesinde de var. Evet, gerçekte Küçük sosyalizm-komünizm ayrımının daha önce de varolduğunu biliyor. Bunu Kapital’den çıkartabilir. Ama o karar vermiş saldırıyor ve her yalana sarılan gibi, yalanlarından yalanlar ürettikçe kendini ele veriyor.
Hep bir paragraf olarak kalmış şeye bir bakalım.
1847 yılı sonlarında, Engels şunları yazıyor: “Soru 17: Özel mülkiyeti bir çırpıda kaldırmak olanaklı mıdır?
Yanıt: Hayır, mülkiyetin ortaklaşalığını kurmak için mevcut üretici güçleri, bir çırpıda gereken ölçüde arttırmak ne kadar olanaksızsa, böyle bir şey de o kadar olanaksızdır.” (Engels, Komünizmin İlkeleri, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar I, s. 108). Engels, komünizmin gerektirdiği üretici güçlerin gelişimi ile, mülkiyetin ortaklaşalığı ilişkisini kuruyor. Burada, komünizmin, kapitalizmden çıktığı haliyle kurulamayacağı görüşü vardır.
Ama daha iyisi Komünizmin İlkeleri çalışmasında 18. soruya verilen yanıttır. Soru: “Bu devrim nasıl bir yol izleyecektir”dir. Yanıtında iktidarın alınması, alınacak önlemler (12 maddede önlemler sıralanıyor) konulduktan sonra şunları okuyoruz: “Bütün bu önlemler, elbetteki bir anda uygulanamazlar. Ama bunlardan her biri, her zaman bir ötekini gerektirecektir. Özel mülkiyete karşı ilk köklü saldırıda bir kez bulunuldu mu, proletarya, durmadan daha ileriye gitmek, bütün sermayeyi, bütün tarımı, bütün sanayii, bütün ulaşımı ve bütün değişimi gittikçe daha çok devletin elinde yoğunlaştırmak zorunda kaldığını görecektir. Bu önlemlerin hepsi de bu gibi sonuçlara yol açarlar; ve ülkenin üretici güçlerinin proletaryanın emeği ile çoğaltılması oranında bunlar, gerçekleşebilir hale gelecekler ve merkezileştirici etkilerini geliştirecekler. Nihayet, bütün sermaye, bütün üretim ve bütün değişim ulusun ellerinde yoğunlaştığında, özel mülkiyet kendiliğinden ortadan kalkacak, para gereksiz olacak ve üretim o denli artmış ve insanlar o denli değişmiş olacak ki, eski toplumsal ilişkilerin son biçimleri de yok olabilecektir.” (Engels, age, s. 110).
Engels, nihayet diye başlayıp komünizme kadar olacak dönüşümleri anlatıyor. Üstelik 109 ve 110’uncu sayfanın kalanı, bu soruya yanıttır.
Marx ve Engels, birlikte, Manifesto’da kapitalizmden komünizme “geçiş dönemi”nden söz ederler. 1878’de Engels, Anti-Dühring’de sosyalizm üzerine uzunca duruyor. Yalçın Küçük’ün sadece bir paragraf dediği kitaba gelelim. Gotha Programı’nın Eleştirisi’nin 29. sayfasında şunları okuyoruz: “Burada karşılaştığımız şey, kendine özgü olan temeller üzerinde gelişmiş olan bir komünist toplum değildir, tersine, kapitalist toplumdan çıkıp geldiği1 şekliyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur. Bu bakımdan üretici birey olarak (gerekli indirimler yapıldıktan sonra), topluma vermiş olduğunun karşılığını alır.” (K. Marx-F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yay., s. 29). “Besbelli ki, burada uygulanan ilke, eşit değerler değişimi olduğu ölçüde, meta değişimine hükmeden ilkenin aynısıdır. Esas ve biçim değişiktir; çünkü koşullar değişik olduğundan, kimse emeğinden başka bir şey sunamadığı gibi, bireyin mülkiyetine bireysel tüketim maddelerinden başka hiçbir şey geçemez.” (age, s. 29).
“Ama bu gibi kusurlar uzun ve sancılı bir doğumdan sonra kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekli ile komünist toplumun birinci aşamasında kaçınılmaz şeylerdir. Hukuk, hiçbir zaman, toplumun iktisadi durumundan ve ona tekabül eden uygarlık derecesinden yüksek olamaz.
Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasından, bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek sadece bir geçim aracı değil, ama kendisi birincil hayati gereksinme haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: Herkesten yeteneğine göre, herkesin gereksinmesine göre.” (age, s. 31).
“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinciden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” (age, s. 41).
İşte size bir paragraf denilen şey.
Gotha Programı’nın Eleştirisi, programdan yapılan alıntıların eleştirisi biçimindedir. Bu eser, Marksizm’in en önemli eserlerinden biridir. Lenin’in Devlet ve Devrim’i buradaki görüşlerin açılmasıdır. Öyleyse, Küçük, Lenin’e de saldırmalıdır. Onu tutan nedir? Yoksa o da Marx’ı eleştirme modasına mı uymuştur? Yoksa daha da ilerisi onun Marksistliği bir perde midir? En sonuncusu olduğu ortaya çıkıyor.
Dört; Küçük, “marjinal notlar”, “hakkı olmamak”, “aşamalandırma merakı”, “bir paragraf’, “hiçbir dayanak ve gerekçesi gösterilmeden” gibi vurgularla bize ne anlatmak istiyor? Bize, Gotha Programı’nın Eleştirisi’nin sözde Marx’a dayanarak önemsiz bir kitap olduğunu söylüyor. Ama gerçekte, Küçük, Marx’a küfürler yağdırıyor. Marx’ı bir oportünist haline sokuyor, Marx’ı yerinden oynatıp Lenin ve kendi adına bir teori mi arıyor? En önemlisi, devrimci harekete, burjuva cepheden saldırıyor.
5 Mayıs 1875’te Marx, Bracke’ye şunları yazıyor: “Azizim Bracke, aşağıdaki kenar notları, güçbirliği programının eleştirisidir, okuduktan sonra lütfen Geib ve Auer, Bebel ve Liebknecht’i bundan haberdar edin. İşim başımdan aşkın ve doktorların izin verdiğinden çok daha fazla çalışmaktayım. Onun için bu koca kâğıdı keyŞm için boş yere doldurmuş değilim.” (Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yay., s. 19).
Kenar notları ifadesi buradan geçiyor. Küçük, bize, marjinal notlar derken Gotha Programı’nın Eleştirisi’ni unutturmaya çalışıyor; onu değersizleştirmeye çalışıyor. Oysa Marx’ın anlattıklarından böylesi bir sonuç çıkmıyor. Marx’ın bu çalışmasının önemi tüm Marksistler tarafından dile getirile gelmiştir. “Gotha Programı’nın Eleştirisi Komünist Partisi Manifestosu’yla birlikte, Marx’ın İşçi Partisi Programı’nın hazırlanmasına en önemli katkılarından biridir.
1875’te, yazılan bu yapıt, Alman İşçi Partisi Programı’nın Kenar Notları gibi alçakgünüllü bir başlık taşıyordu.” (Emile Bottigelli, Sunuş, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi içinde, s. 7).
Küçük sadece alçakgönüllülüğün ne olduğunu bilmemekle kalmıyor. O, Marx’a kara çalıyor.
Beş; “Marx’ın… sosyalizm tariŞ ise son derece sınırlı sayılmak durumundadır”a gelince. Yanıtı Engels’e bırakalım, “o zamandan beri, sosyalizm artık şu ya da bu usta beynin rastgele bir buluşu olmaktan çıktı, tarihsel olarak gelişmiş iki sınıf -proletarya ile burjuvazi- arasındaki savaşımın zorunlu sonucu oldu. Sosyalizmin ödevi, artık, olabildiği kadar yetkin bir toplum sistemi uydurmak değildir…” (F. Engels, Bilimsel Sosyalizm, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar III, s. 160). Engels burada Marksizm’in üç bileşeninden biri olarak bilimsel sosyalizmden söz ediyor. Sosyalizmin tariŞ üzerine pek çok şey yazılmış olduğunu Küçük biliyor. Ama bunları yetersiz görüyor olabilir. Öyleyse bize bu yetersiz noktaları açıklamalıdır. TariŞ genişletmelidir.
Biz devrimciler, teoriyi zenginleştirmeyi pratik faaliyetin devamı olarak ele alırız. Yoksa masa başında, üniversite kürsülerinde teori gelişmiyor. Bugün, bizim elimizde 70 yıllık sosyalizm pratiği var. Elbette bizim kuşağımızın devrimcileri, daha ileri sosyalizm kurmak için bu pratikten çok şey öğreneceklerdir. Bu nedenle Marx’a saldırmak, teorinin geliştirilmesi gereksinmesinin ardına sığınarak kara çalmak şarlatanlıktır. Küçük bu saldırılarını çok ince yöntemlerle, “aşamalandırma merakı”, “birdenbire”, “teorik açıdan haksız”, “marjinal notlar”, “birdenbire iki aşamaya bölerek”, “bir paragraf olarak kalması” vb. gibi kelimelerle gerçekleştiriyor. İnsan, bunları okuyup geçince (öyle ya Küçük bunları yazdığı kitabın başında, “uzman okuyucu”su olmamasına seviniyor. İnsanların bunları, bir reklam spotu gibi okuyup geçeceğini düşünüyor), bilinçaltına, Marx’ın aklına geleni birdenbire uyduran bir meşhur olma sevdalısı olduğu imajı yerleşiyor. Küçük bunu yapmaya çalışıyor. Kendini aklamak için, Marx’ı kendine benzetiyor! Kelimelerdeki inceliği, Fransız zerafetini andırıyor. Küçük, düşman hesabına, düşman safından sosyalizm bayrağı ile saldırmıyorsa, meşhur olmak için zemzem kuyusuna işeyen adamı oynuyor demektir. Biz yine konumuza dönelim.
Marx ve Engels ve hatta Lenin, devrimin hızla yayılacağını umuyorlar ve bu nedenle sosyalist aşamayı daha kısa bir dönem olarak düşünüyorlar. Ama uluslararası devrimci hareket, yeni kabarışları değerlendiremiyor, dünya devrimi yeniden yol alamıyor.
Kuşatma siyaseti, aynı zamanda, sosyalizmin dünyaya yayılmasını önlemenin yanısıra ve buna bağlı olarak sosyalizmin komünizme evrilmesinin önünü kesmiştir. Bunu, kapitalist dünya, soğuk savaşla başarmıştır. Küba Devrimi, savaşımın azgelişmiş ülkelere kaydığını göstermiş ve ABD Domuzlar Körfezi’nde ve Vietnam’da dünya halklarına ders vermeye kalkışmıştır. Ama her iki alanda da ağzının payını almıştır. SSCB’nin İkinci Dünya Savaşı’nda yürüttüğü gerilla savaşı, Küba’da, Vietnam’da yeni boyutlar kazandı. ABD, 1960’larla birlikte gerilla savaşına kontrgerilla ile yanıt vermeye yöneldi. ABD emperyalizmi eliyle, tüm emperyalist merkezler, azgelişmiş ülkelerdeki savaşımı kazanmaya çalışmışlardır. SSCB ve dünya devrimci hareketi, daha şiddetli bir saldırıya geçeceğine, tersine demokratik devrimi çeşitlendirerek kapitalizmin içinde kalmayı öğütlemeye başladı. Böylece bu alanda da ricata devam edildi.
Uzunca bir süredir, Enternasyonal’in resmi çizgisi dışına taşmayan hiçbir devrimci grup, iktidara yürüyemedi. Küba Devrimi, Nikaragua Devrimi ricat politikalarına rağmen gelişmiştir.
Ekim Devrimi dünyaya yayılamayınca, sosyalizmin özünün boşaltılmamış olması durumunda bile, komünizme yürüyüş uzayacaktır. Sosyalizmin özünün boşaltılması, teorinin ruhsuzlaştırılıp, ekonomik zenginliğin her şey olması, gelişimi, teknolojik ilerlemeye rağmen, komünizme doğru değil, çözülüşe doğru biçimlendirmiştir.
Bunu en çok devletin örgütlenmesinde görmek mümkündür.
Ekim Devrimi’nin hemen ardından iç savaşta ülkenin harap olması, partinin kadrolarının tırpanlanması, olağanüstü koşullar, Sovyetlerin dağıtılması ile sonuçlandı. Sovyetlerin dağıtılması, X. Parti Kongresi’nde, geçici bir süre partinin Sovyetlerin yerine geçmesi ile birlikte karar altına alındı. Bugün bazı Troçkist gruplar, bu karara Trotsky’nin de Lenin ve Stalin’le birlikte evet dediğini hatırlamalıdır.
Devletin SSCB’deki örgütlenmesine, bu tarihi kararı atlayarak bakmak yanlış olacaktır. Bu dönemi biraz daha yakından ele almak, ayrıntılara girmek konuyu dağıtabilme riskine rağmen gereklidir kanısındayız. Biz, sadece E. H. Carr’dan bazı aktarmalarla yetineceğiz.
“Dolayısıyla ilk zamanlar devrim için propaganda yapmak dışında bir dış politika kavramı Bolşeviklere yabancıydı.
Ancak dünya realitesi kısa sürede bu görüşü değiştirecek ve mücadele içindeki Sovyet Cumhuriyeti’ni ulusal devletlerle dolu dünyada ulusal bir devlet rolü oynamaya zorlayacaktı.” (E. H. Carr, Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi 1917-1929, Mer Yayınları, s. 19).
Bu diplomasi, ilk ürününü 1918 Brest-Litovsk Anlaşması ile verdi. Buharin ve bazı arkadaşları anlaşmayı “devrimci enternasyonalist ilkenin ilhakı” olarak değerlendiriyordu. Lenin, Buharin ve arkadaşlarını güçlükle ikna edebilmişti. Trotsky ise “Ne savaş, ne barış” formülünü geliştirdi.
“Kızıl Ordu’yu örgütleme göreviyle Savaş Halk Komiserliği’ne atanan Trotsky, bir ordunun acemi ve eğitimsiz toplama askerlerle kurulamayacağını bilecek kadar gerçekçiydi. Acil durum karşısındaki ilk tavrı, yeni orduyu eğitmeleri için resmi olarak, ‘askeri uzmanlar’ diye tanımlanan profesyonel askerleri, çarın eski subaylarını orduya almak oldu. Bu yöntem çok başarılıydı. 1919 başlarında bu türden 30.000 subay orduya kaydolmuştu. 1917’nin ancak 10.000 eğitimli adamının oluşturduğu Kızıl Muhafızı’ndan, iç savaşın en kızıştığı dönemlerde beş milyon kişilik büyüklüğe ulaşan bir Kızıl Ordu doğmuştu. Trotsky, istisnai bir askeri yetenek sergilemişti, ama aynı zamanda sorgusuz itaat istemesi nedeniyle ve kaçakları insafsızca cezalandırmasıyla tanınıyordu. Üstelik Trotsky, devrimin yok etmeye çalıştığı askeri disiplinin erdemlerini övmek zorunda kalmıştı. Çaresiz durumlarda vahim tedbirler gerekiyordu.” (age, s. 21). Evet, çaresiz durumlarda, tedbirlerin dozajı artırılmak durumundadır. 1918 yılında Fransız, Amerikan, İngiliz ve Japon kuvvetleri, Sovyetlerin çeşitli bölgelerinin işgaline başlıyor.
“1918 Ocak ayının hızla şiddetlenen kriz ortamında Lenin, ünlü ‘çalışmayana yemek de yok’ sözünü anlamlı biçimde söylüyor, bunun ‘sosyalizmin pratik kuralı’ olduğunu belirtiyordu. Çalışma Halk Komiserliği ise ‘sabotaj’dan söz ederek alınması gereken baskı önlemleri hakkında konuşuyordu.” (age, s. 35). Lenin, Taylorizm hakkında övücü sözler söylüyordu.
“İç savaşın en şiddetli zamanı olan 1919 Nisan’ında genel seferberlik ilan edildi. Bu durum kısa sürede işçilerin zorunlu olarak çalıştırılmasını beraberinde getirdi.” (E. H. Carr, Age, s. 36).
Elbetteki devrimin zorluklarının farkında olanlar da vardı. Ve işçiler aynı dönem Moskova ve Petersburg’da gönüllü ve ücretsiz olarak fazladan çalışıyorlardı. “Komünist Cumartesiler” böyle doğdu. “Kendiliğinden duyulan heyecan ile sıkı baskı tedbirlerinin bu bileşimi olmaksızın iç savaş kazanılamazdı.” (E. H. Carr, age, s. 37). Carr’ın söylediği gerçekten de doğrudur, ama Carr’ın “kendiliğinden duyulan heyecan”ı yerine “devrimci bilince dayanan heyecan” konulduğu zaman.
“Savaş Halk Komiseri olarak Trotsky, ekonominin canlanmasını sağlamak için ’emeğin seferber edilmesi ve askerileştirilmesi’ düşüncesinin önde gelen savunucusuydu… Savaş bitince yeniden inşa faaliyetinde çalıştırılmak üzere askeri birimler işçi müfrezelerine dönüştürüldü. İlk ‘devrimci emek ordusu’ 1920 Ocak’ta Urallar’da oluşturuldu.” (E. H. Carr, age, s. 37).
Tam bu yıllar sendikaların rolü tartışılmaktadır. Aynı dönem İşçi Muhalefeti’nin eleştirileri vardı. Lenin bu koşullarda toplanan X. Parti Kongresi’nde partinin dayanamayacağı “çekişme” ve “tartışma lüksünden” söz ediyordu. Kongre, hizipçiliği yasaklıyor, hizipleri dağıtıyor, ilk kez Merkez Komite Üyeleri’nin, Merkez Komite’nin üçte iki çoğunluğunun kararıyla ihraç edilebilmesi kararı alınıyor, Sovyetler (zaten dağıtılmış ve işlemeyen) yerine parti örgütlerinin devreye girmesi dönemi başlıyordu.
Bugün pek çok “sosyalist”, o dönemi değerlendirirken Stalin’in mi, Lenin’in mi, Trotsky’nin mi, Buharin’nin mi haklı olduğunu inceliyor. Bu doğru bir bakış değildir. İncelenmesi gereken, Sovyetler’in o dönemki koşulları ve bu koşullar içinde şekillenmeye başlayan devlet örgütlenmesinin biçimleridir. Elbette bu dönemi, uluslararası koşulları unutarak da ele almamak gerekir.
“Sovyet politikası hâlâ devrimci amaçları mı, diplomatik amaçları mı izleyeceğine karar vermemişti. 17 Mart 1921’de, Alman Komünist Partisi hükümete karşı silahlı bir ayaklanma başlattı. Bu ayaklanma, parti tarihinde “Mart Eylemi’ olarak geçer. Bu girişim Zinoviev ve Komintern görevlilerince desteklenmiş, hatta belki de kışkırtılmıştı. O sıralar Kronstadt İsyanı ve parti kongresiyle meşgul olan diğer Sovyet liderlerinin bu işe karışmış olduğu şüphe götürür. Ama Alman ayaklanmasının yenilgisi, Moskova’da zaten solmakta olan Batı ülkelerinde devrimler olacak beklentisini iyice kırmış ve kısa vadeli hedef olarak kapitalist ülkelerle diplomatik yoldan uzlaşmayı seçenlerin konumlarını güçlendirmiş olmaktadır.” (E. H. Carr, age, s. 54). Carr, bize uzlaşmayı seçenler ile diğerleri vb. gibi ayrımlar yaptırıyor. “Diğer Sovyet liderlerinin” ayaklanmayı desteklediğinin şüphe götürür olduğunu söylüyor. Zinoviev’in ayaklanmayı “kışkırttığını” söylüyor. Bunları tarafsızlık adına yapıyor. Ama tarafsızlığın taraf olduğu, yazım dilinden bellidir. Fakat biz yine de SSCB’nin, geri düşen dünya devrimi nedeniyle, geçici olarak, kapitalist ülkelerle “birlikte yaşama” yolunu seçmek durumunda kaldığını görebiliyoruz. Lenin X. Kongre’de şunları söylüyordu: “Yalnızca köylülükle yapılan bir anlaşma diğer ülkelerde devrim olana kadar Rusya’yı kurtarabilir.” (Aktaran, E. H. Carr, age, s. 59). NEP böylesi bir dönemin sonucunda doğmuştur ve köylülükle uzlaşmanın programıdır. X. Kongre’de alınan diğer kararları savunurken Lenin, “bir geri çekilme sırasında, disiplin yüz kat daha gerekli” diyordu.
Tarihi incelerken, şu şöyle olmasaydı, şu adam şöyle karar almasaydı vb. gibi vurgular, tarihi insanların isteklerine göre yaptıkları Şkrinin ürünüdür. Oysa Marx, insan kendi tarihini kendisi yapar, ama istediği gibi değil derken, bize tarihin nesnel ve öznelin birliği içinde, öznenin müdahaleleri, eylemleri ile gerçekleştiğini anlatmaktadır.
SSCB, yenilmiş dünya devrimine rağmen, dünya devrimci hareketinin elinde kalmış tek mevzidir. Bu mevzi ancak yeni bir dünya devrimi için feda edilebilir olmalıdır. Öyleyse, o zamana kadar bu mevziyi kaybetmemek gerekir ve bunun gerekleri yapılıyor. Ama dış kuşatma ve iç sorunlar içindeki SSCB, giderek yeni bir dünya devrimi için de kendini feda edemez hale geliyor. Sorun da buradadır. Bir dönem verilen pratik tavizler, bir dönem sonra SSCB’yi belirler hale geliyor ve bunlara uygun teorik-politik perspektif geliştiriliyor. Pratik taviz kötüdür, düşman karşısında güçsüzlüğün ifadesidir. Ama eğer pratik taviz sadece pratik taviz düzeyinde kalırsa yeniden güç toplayıp bunları bertaraf etmek mümkündür. SSCB bunu başaramıyor. Hatta, pratik tavizleri öylesine teorileştiriyor ki, dünya devrimi dalgasını (1945’te) göremiyor.
İçeride devlet örgütlenmesi, toplumun örgütlenmesi, parti örgütlenmesi bu koşullar altında yeniden biçimleniyor. Ayakta kalma güdüsü, devrimci perspektişerin yerine geçiyor. Çelişen kısa ve uzun vadeli politikalardan kısa vadeli politikalara o kadar ağırlık veriliyor ki, bunun yarattığı tahribat nedeniyle uzun vadeli politikalar unutuluyor.
Böylece devlet sınıftan kopmuştur. İşçi sınıfı devleti, işçi sınıfına ideolojik olarak bağlı bir devlet haline geldi. Bürokrasi gelişti, gelişme gücü buldu. Paris Komünü deneyiminden hareketle geliştirilen (devlet memurlarının maaşlarının ortalama bir işçinin maaşını aşmaması, göreve gelenin seçimle2 gelmesi ve her an görevden alınabilir olması, devlet işlerinin sıradan bir kişi tarafından yapılabilecek kadar basitleştirilmesi) ilkeler rafa kalktı. Bu ilkeler, en başta Sovyetler vb. gibi örgütlülükleri gerektirirler.
Devletin işçi sınıfından kopması, pratik olarak elbette uzunca bir süre alıyor. Bu süre, iç savaş, faşizme karşı savaş gibi olağanüstü dönemlerde ideolojik olarak sınıfa yaklaşma, pratikte tümüyle (“yetenekli kişilerin devlet çarkında yer etmesi” ile) ondan uzaklaşma biçiminde derinleşiyor. Özellikle “olağanüstü” dönemin bittiği İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetlerin yeniden inşasının yolu da açılmıyor. Tüm bu süre içinde emperyalist kuşatma, devletin büyümesi (sönmesi şöyle dursun) için temel hazırlanıyor. Devlet tüm yönleri ile sınıfa yabancılaşıyor. Ordunun büyümesi bir yana, planlama bile daha geniş kesimlere mal edilmiyor.
Devlet kademelerinde yükselmek, olanaklar ve ayrıcalıklar elde etmenin bir başka adıdır. Bu arada yeni burjuva sınıf, herkesin elinde ne yapacağını bilmediği paranın varlığına dayanarak, karaborsacılık yolu ile kendini sürekli büyütmüştür. Devlet olanaklarını elde eden ayrıcalıklı kesim ile yeni burjuvazi giderek kaynaşmıştır.
Devlet ayrıcalık kapısı ise, parti de devlet yönetiminde etkin rol almanın en kestirme yoludur. Bu durumda parti, sosyalizme yabancı unsurların yuvası haline gelmiştir. Bir Gorbaçov’un, bir Yeltsin’in partinin üst düzey kadroları içinde yer edinmiş olmaları şaşırtıcı olmaktan çıkmıştır. En önemlisi, bu durumda, aynı parti sınıftan bağımsızlaşmış, yozlaşmış, karşı-devrimin yuvası olmuş, aynı parti eliyle kapitalist restorasyonu gerçekleştirmek hiç de sorun olmamıştır.
Ekim Devrimi değerlerine ve ideallerine bağlı devrimcilerin, çözülüşü seyretmesi, bir ölçüde partinin her şeyi doğru bildiği Şkrinin etkisiyle ilgilidir. İnsanlar, partinin daha iyi bir şeyler yapacağını, eski rejimin rahatsızlık duydukları yönlerinin düzeltileceğini düşünmüşlerdir. Gorbaçov, “tüm iktidar Sovyetlere” sloganını atarken, tam da bu inancı beslemek yoluyla devrime savaş açmıştır.
Ekim Devrimi pek çok nesnel ve öznel etkenin etkisiyle çözüldü. Ardından, yükselen Kapital’i geliştirmek, sosyalizm pratiğinin zenginliği nedeniyle olanaklı ve gereklidir. Bunun başka yolu da yoktur.
Paris Komünü, proletaryanın iktidarı almasının yetmediğini, eski devlet çarkının tümüyle parçalanması gerektiğini göstermiştir. Ekim Devrimi ise devrimi içeride ve dışarıda sürekli kılmanın önemini göstermiştir. Pek çok diğer etken, devrimin içeride ve dışarıda sürekliliğinin sağlanamaması nedeni ile etkileşim içinde yenilgiyi hazırlamıştır.
Paris Komünü iktidar sorununun altını koyulaştırdı. Ekim Devrimi komünizme geçişi tüm tartışmamızın gündemine sokmuştur. Ne büyük bir şanstır ki bunca zengin bir deneyimin yaşandığı bir dünyada komünizm savaşımını yürütüyoruz.
Proletarya, dünya proletaryası, Ekim Devrimi ile, Sovyet proletaryasının elleriyle göğü fethetmeye çıktı. Bu göğü fethetme seferi sürmektedir. Sovyet proletaryası, devrimin eksikliklerinden öğrenip, yeni bir devrim için kolları sıvamak durumundadır.
Yenilgiyi yükselişin kaldıracı, eksiklikleri kapitalizmden komünizme geçiş sürecini kısaltmanın aracı yapacağız. Bu ellerimizdedir.