Önceki Bölüm: Yenilgiden Zafere
Son yıllarda giderek artan oranda, işçi sınıfının kapsamı, işçi sınıfının tarihsel rolü, kapitalizmin kaç canlı olduğu, krizlere rağmen neden yıkılmadığı gibi konular tartışma gündemini dolduruyor. Üstelik bu alanda yürütülen tartışma genellikle parçalar üzerinden, sorunun bir yönü üzerinden yürütülüyor. Özellikle sosyalizmin çözülüşü ile birlikte, teori üzerindeki hegemonyanın kalkmasının verdiği hız ile pek çok insan bu noktalara parmak basmaya başladı. Ne var ki, görünüşte olumlu olan bu durum, eğer sorunun odak noktası kaçırılırsa olumluluğu gölgede bırakır hale geliyor.
Aslında sorun, 1960’lı yıllardan başlayarak bugüne kadar gelişen ve özü sosyalizm savaşımının işçi sınıfından kopartılması, bu yolla işçi sınıfının tarihsel rolünün tartışmaya açılması biçiminde özetlenebilecek, Marksizm-Leninizm’e yönelen saldırıdır. Sorun böyle konulunca pek çok etken daha anlamlı bir tartışma konusu olabilecek şekilde gündeme alınabilir.
Teorik çalışma yol açıcı, yol gösterici olmak durumundadır. Böyle olunca tartışmanın amacı önem kazanacaktır. Yani tartışmanın amacı, Marx, Engels ve Lenin’in eksiklerini/yanlışlarını bulmak olmamalıdır. Tek başına bu amaç yol gösterici değildir. Sorun, ne yapmak istiyoruz ve buna bağlı olarak neyi tartışmalıyız, sorunudur. Örnekleyecek olursak; bugün ülkemizde devrimle ilgilenen herkesin devrimci partinin oluşumu ile ilgilenmesi bir zorunluluktur. Tersi sınıf savaşımından kopmuş, her tür gevezelik yapma yetkisini kendisinde gören ve aydın diye kendini isimlendirenlerin işi olur. Nitekim öyle olmaktadır da.
Öyleyse sorunun doğru konulması gerekir. Elbette Marx, Engels, Lenin’de eksik ve yanlışlar olabilir. Ama bizler eğer meselenin özünden bahsediyorsak eksiklik ve yanlışlık söz konusu olamaz. O halde şunu soralım, bu eksik ve yanlış bulma uğraşınızın amacı nedir?
Bugün nasıl bir sosyalizm tartışmasının önemi herkesçe kabul ediliyor. Ancak nasıl bir sosyalizm tartışmasından önce, sosyalizmin kurucusu işçi sınıfının bu rolüne (tarihsel rolüne) ilişkin tartışmaya girmek zorunluluktur. Bu nokta 1960’lardan bu yana, ama özellikle de 1970’lerin ortalarından bu yana, Marksizm-Leninizm’e temel saldırı noktalarından biridir. Oportünizm, dün sınıf savaşımını reddediyordu, proletarya diktatörlüğünü reddediyordu. Bugün ise işçi sınıfının tarihsel rolünü reddediyor. Bu reddediş sonuçta aynı yere, sınıf savaşımının reddi noktasına ve proletarya diktatörlüğünün inkârı noktasına varıyor. Ama tartışma önceleri radikal çıkışlarda ifadesini buldu, sonra tümüyle sağa yatarak Avrupa Komünizmi’ne ulaştı.
Biz konuyu dört soru etrafında tartışmaya çalışacağız. Birincisi; proletaryanın tarihsel rolü nereden gelmektedir? Buna bağlı olarak kapitalizmde ve özellikle proletaryanın kapsamında meydana gelen değişiklikler bu tarihsel rolü oynamasını engellemekte midir? Bu iki noktadan sonra proletaryanın köylülük ile ilişkisi ve proletaryanın lümpen proletarya ile ilişkisini ele almak gerekir.
Ancak bu dört nokta üzerinden tartışmaya başlamadan önce sorunun bugüne gelişine kısaca bakmak faydalı olacaktır. Aslında sadece bu tarihsel gelişimi incelemek bile çok önemli görünmektedir. Biz yine de konumuz içinde sadece ve kısaca bu noktaya değineceğiz.
İşçi sınıfının tarihsel rolünü inkâr edenler, Lenin’in “Köylü Sovyetleri” sloganını, Çin Devrimi’ni, 1960 sonrasında Avrupa’da işçi sınıfının “sessizleşmesini” kanıt olarak gösteriyorlar. Enternasyonal’in Halk Cephesi, Çin Devrimi’nin Halk Demokrasisi (Doğu Avrupa’daki Halk Demokrasilerini unutmayalım) onlara ilham kaynakları olmaktadır. Küba Devrimi’ni, sınıftan bağımsız bir grubun kendi başına devrim yaptığının örneği olarak sunup, sınıfın tarihsel rolünü bir yana atıyorlar (Küba Devrimi bu anlamda artık örnek olarak kullanılmıyor. Ama bir dönem kullanıldı ve mantık aynıydı).
Şimdi biz tarihsel örneklere kısaca bakalım.
1- Ekim Devrimi’nin zaferi, umulduğu gibi Avrupa devrimlerinin tutuşturucusu olmadı. Aslında bir anlamda “olmadı” yanlış bir vurgudur. Daha doğrusu tutuşturduğu Avrupa devrimlerinin zaferi ile sonuçlanmadı. Bu etken pek çok noktada bugün bizim önümüze “yığılan” sorunlara kaynaklık ettiği gibi, proletaryanın tarihsel rolünü tartışmaya açmak isteyen sınıf kaçkınlarının da ilham kaynağı olabilmektedir. Elbette Hegel’in ünlü deyişi ile, “doğada her tür düşünceyi destekleyebilecek veri bulunabilir.” Önemli ve asıl olan bakıştır.
Ekim Devrimi’nin Avrupa devrimlerinin tutuşturucusu olacağı düşüncesi mi yanlıştı? Bunun yanıtı pratik tarafından verilmiştir. Avrupa’da devrimler oluşmaya başlamış ama yenilmişlerdir. Demek ki Avrupa devrimi düşüncesi hayal değildir. Sorun bu alanda burjuvaziyle yürütülen savaşımda burjuvazinin galip gelmesi ve dünya devrimi dalgasının geri düşmesidir.
Lenin ve III. Enternasyonal, bu eğilimi gördüklerinde ve Ekim Devrimi’nin Doğu Halkları başta olmak üzere emperyalizme bağımlı sömürge ve yarısömürge ülkelerdeki etkisinin boyutları ortaya çıktığında “Köylü Sovyetleri” sloganı ile emperyalist merkezleri sıkıştıracak tarzda savaşımı bu alana kaydırmaya yönelmişlerdir. Yani bir yandan devrim Avrupa’da yenilmeye başlıyor, ama Doğu’da büyük bir etki yaratıyor. İşçi sınıfının nicel ve nitel açılardan yetersiz ve güçsüz olduğu bu sömürge ülkelerde sosyalist devrimin etkisi kök salmaya başlıyor. Dünya devrimi şiarı ulusal kurtuluş mücadelelerine de sıçrayarak ulusal kurtuluş mücadelelerini körüklüyor. Birinci Doğu Halkları Kurultayı (1920) toplanıyor. “Köylü Sovyetleri” bu ortamda gündeme geliyor. Ancak 1921’de Sovyet-İngiliz Anlaşması imzalanıyor. Devrimci dalga tümden geri çekilmeye başlıyor. Yenilgi kesinleşiyor ve artık birincisi toplanan kurultayın ikincisi asla toplanamıyor.
Bir yandan devrimin başarıya ulaştığı ülkede işçi sınıfının yeterince güçlü olmaması ve devrimin omurgasının işçi köylü bağlaşıklığı olması, diğer yandan sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki anti-emperyalist mücadeleye vurgu, gelişen dünya devriminin pratik sorunları idi. Ama bu pratik, giderek teorize edildi. Bugün, işçi sınıfının tarihsel rolünü reddedenlerin de yaptığı budur.
Aslında Rus Devrimi, en başından beri köylü ittifaklara dayanması nedeni ile geri çekilme potansiyelini taşımaktaydı. Gerçekten de, bu, o dönemde de bir sır değildi. Köylülük, devrimi geriye çekecektir ve bu nedenle işçi köylü ittifakı proletarya hegemonyası olmadan devrimci bir işlev görmez; proletaryanın amaçlarına hizmet edemez. Pek çok devrimci, işçi köylü ittifakını, tıpkı demokratik devrim gibi tarihsel koşulların ürünü olarak değil de, tüm ülkeler için bir zorunluluk olarak algılamıştır. Köylülüğün ayrıştığı bir ülkede, sınıf olarak köylülükten söz edilemez. Bu şartlar altında işçi köylü ittifakı anlamını yitirir, onun yerine işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün ittifakı olanaklı olabilir. Bir yandan tarım proletaryası, diğer yandan yarıproleter yoksul köylülük sosyalizm mücadelesinde işçi sınıfının müttefikleri olarak yerlerini alırlar. Geriye çekmenin aşılması partinin proletarya içindeki örgütlülüğü ile sıkı sıkıya ilişkili olan, proletaryanın hegemonyası yoluyla gerçekleşecektir.
Emperyalist merkezlere bağlı ülkelerde ortaya çıkacak devrimler, emperyalist merkezlerde geri düşmeye başlayan devrimleri ateşleyebilecektir. Ancak dünya devrimi 1921’e gelindiğinde yenilmiştir. Ve bu noktada yeni bir dünya devrimi dalgasına kadar kazanılmış olan bu üssün elde tutulması (elbette dünya devriminin çıkarları için feda etme mantığı olmadan elde tutma anlamlı olmaz) sorunu gündeme geldi. Geri çekilen dünya devrimi dalgasının Sovyet ülkesinin içine yansıyışı NEP’te ifadesini bulmuştur. NEP, esas olarak iç savaş koşullarının sanayii yıktığı, açlığın ciddi bir şekilde devrimi tehdit eder tehlikede olduğu bir dönemde devrimi rahatlatmak amacıyla, köylülüğün desteğini (bir yandan büyük topraklar üzerinde makineli tarıma geçilemiyor çünkü sanayi yerle bir olmuş, diğer yandan Kulaklar ürünlerini ellerinde koz olarak kullanıyorlardı) alabilmek amacına dönüktür. Sovyetlerin o günkü koşullarını anlamadan NEP’i anlamak olanak dışıdır. Burası anlaşılmadı mı, bu sefer de, yeniden tarımın kolektifikasyonuna yönelişin ve sanayie tüm güçle yüklenmenin neden yoğun şiddeti gerektirdiği anlaşılamaz. Elbette bu yolla her şeyi alkışlamak veya küfretmek mantığının dışına çıkılabilir, nesnel ve öznelin diyalektiği içinde devrimin yenilgisi sürecinin nasıl oluştuğu kavranabilir. Yoksa şiddete karşı demokrasiyi savunmak ve bunu da çok partililikte aramak dışında yol kalmaz.
Bugün, aslında işçi sınıfının sosyalizm savaşımındaki tarihsel rolünden söz etmenin anlamsız olduğunu söyleyenler, bize, işte bir kanıt olarak bunları sunuyorlar. Ve diyorlar ki, bu iş özne sorunudur. Lenin’in katkısı da burada değil midir, o halde bu öznenin dayanacağı sınıfsal temel söylem düzeyinde de olabilir. Yani mutlaka işçi sınıfına dayanmak gerekmez, tersine, işçi sınıfı adına bu işi aydınlar, lümpen proletarya (toplumun en yoksul kesimleri burasıdır), mühendis, doktor vb. biçimindeki “beyaz yakalılar” yerine getirebilir.
Evet Lenin’in özneye ilişkin katkısı önemlidir. Birincisi; Lenin’in tek katkısı burada değildir. O nedenle “Lenin’in katkısı da özneye ilişkin değil midir?” biçimindeki sorular aslında Lenin’in önemini aşındıran “abartılar”dır. Öyle ya, aynı Lenin, bugün kullandığımız felsefî anlamda madde tanımını da geliştirmiş, devletin ve kapitalizmin emperyalist aşamasının analizlerini de yapmıştır vb.. Ama daha da önemlisi özneye vurgu yapmak ile nesnel temeli unutmak, atlamak aynı şey midir? Eğer bugün Sovyet Sosyalizmi çözülmüş ise, bunun en önemli nedenlerinden birisi sınıfın bizzat devlet içinde fiili yer almayışı ve ideolojik olarak ona bağlılığını ilan edenlerin onun adına devleti yönetmeleri değil midir? İşte böylece işçi sınıfının tarihsel rolünün kaynağı nedir, sorusuna gelmiş oluyoruz.
2- Ancak biz yine de bizi bugüne getiren gelişmelere değinmeyi tamamlamış değiliz. Devam edelim. Dünya devriminin yenilgisinin ardından önceleri “sınıfa karşı sınıf” anlayışı geçici bir süre öne çıkıyor. Ama hemen ardından Komintern, sosyal-demokrat partiler, işçi partileri, çeşitli sol örgütlerle ittifak politikasına yöneliyor. Nihayet faşizmin gündeme gelmesi ile ünlü Halk Cephesi formülü öne çıkıyor. Halk Cephesi formülü faşizme karşı savaşımın (ülke işgalleri ve savaşla birleşmesi sonucu) kapsadığı güçlerin fiilen genişlemesi (burjuva sınıfın bazı üyelerinin ve aydınların bu savaşımda yer alması) gerçeğine dayanarak, burjuvazinin çeşitli kesimleri içinde ittifak aramayı öne koyan bir sapmaya vardı. Komintern, fiili bir durumu, cepheyi genişletme adına teorize etti. Bu anlayış gerçekte ittifak politikasının, nesnel temelden kopartılarak, sadece söylemin çeşitli katmanların ittifakına yarayacağı yanılsamasına dayandırılarak savunuldu. Gerçekte ise devrim ve sosyalizm savaşımından geri çekilerek, savaşımın hedeşerini demokrasi olarak daralttı. Cepheye giren güçleri proletaryanın hegemonyasında, proletaryanın amacı için yönetmek yerine, bu güçleri geniş tutma adına amaçtan vazgeçme öne çıktı. Bu eğilim anavatanın savunulması mantığı ile birlikte, SSCB’nin statükocu anlayışının temellerini oluşturdu. Bu yolla burjuvazi ile işbirliğinin yolları açılmış oldu.1
Sanki burjuvazinin bir kesimine (tekel dışı ya da ulusal vb. adlarla adlandırılan bu kesimlere), “biz aslında sosyalizm amacını değil, o arada geçici bir süre sizinle aynı amacı güdüyoruz. Sonra kozlarımızı paylaşırız” diyeceğiz ve işçi sınıfından gelen bu talep karşısında tekellerle çelişkileri olduğu için, yaşamı bu düzene ve öznel olarak da tekellere bağlı olsa da bu kesimler, “evet mantıklı konuştunuz bay işçi sınıfı temsilcisi, sizinle ittifaka gireceğiz, siz sonradan bizim varlığımıza son verseniz de, biz bu riski göze alacağız, hele demokrasiye yaptığınız vurgu bizi tümüyle cezbetmiş iken.” İşte politikayı nesnel zeminden, sınıftan kopartınca, geriye söylemin gücüne (ya da tanrıya) tapan bu idealist anlayış kalıyor.
3- Üstelik tam bu dönemde Çin Devrimi sınıfın sosyalizm savaşımındaki rolünün önemsiz olduğunu da “ispatlamıştır”. Çin Devrimi “söylemin gücünü” göstermekle kalmadı, ayrıca, sınıfsız bu iş olmaz diyenlerin reformist olduğunu da “göstermiş” oldu. Böyle bakılınca, her şey bir yana Halk Savaşı Stratejisi de anlaşılır olmaktan çıktı. Çin Devrimi’nin mantığını bile kavrayamayan, politikayı sınıf zemininden kopartan hareketlerden biri olarak daha sonraki yıllarda gelişen Maocu düşüncenin halk kavramına yaptığı vurgu, Halk Cephesi ile birleşince ve Halk Demokrasisi ile tamamlanınca, sosyalizm savaşımı işçi sınıfı yerine, ne olduğu belli olmayan, yuvarlak ve söylem düzeyinde anlam bulan halka dayandırılmaya çalışıldı. Oysa biraz yakından incelenince, Çin Devrimi’nin bu söylenenleri hiç de ispatlamadığı açığa çıkacaktır. Çin Devrimi, somut durumun somut tahlilinin niye gerekli olduğunu gösterir. Yoksa işçi sınıfının yerine, binbir deva halk sözcüğünü geçirmek gerektiğini değil.
4- Ancak yine de bu tablo bizi henüz devrimcilikten kopartıp, sorunu bugünkü haline getirmemişti. Bu noktada da André Gorz’un devreye girmesi gerekliydi. Avrupa işçi sınıfı ekonomik açıdan belli noktaya geldiği için (yani tüketim mallarını tüketebildiği için) onun tarihsel devrimci rolü bitirilip, (Gorz’da) bu rol lümpen proletaryaya (üretim süreci içinde yer almamış ve böylece tekniğin esiri olmamış kesimlere) veriliyor. Ama iş böyle başlasa da perde sadece elveda proletarya ile kapanmıyor, doğal ve kaçınılmaz olarak elveda sosyalizm ile kapanış tamamlanıyor.
Sosyalizm savaşımını ve sosyalizmin zaferini önlemenin iki yolu (içerik olarak aynı ama biçimsel olarak iki ayrı yolu) vardır: Birincisi sınıf savaşımını reddetmek, ikincisi ise proletaryanın tarihsel devrimci rolünü reddederek sosyalizm savaşımını proletaryadan, sınıftan kopartmak. Böylece bu ikinci yol ile sosyalizm savaşımı bir ideolojik savaş olarak algılanıyor. Öyle olunca evinde oturan aydın bu ideolojik savaşımı (sınıf umrunda mı) veriyor. Böylece ideoloji de sınıftan kopartılıyor. Yani sınıf ideolojisiz bir sürü haline getiriliyor. Devrimin imkânsızlığı ispatlanmış oluyor. Sosyalizm savaşımı, eğer işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımından, yani sınıf savaşımından ayrı bir şey ise aslında tekrar birinci yola gelinmiş oluyor. Tek farkla ki, bazı aydınların söylem düzeyinde sosyalizm mücadelesi olanaklı oluyor. İşte Laclau tam da bunu savunuyor. Ona göre sosyalizm savaşımının öncü gücü işçi sınıfı değildir. Öncü herkestir, aynı anlama gelmek üzere hiç kimsedir. Öyle ya herkes öncü ise, öncü olmaz. Demek ki Laclau, işçi sınıfının tarihsel rolünü tartışırken, özneye vurgu yapma adına, öncülüğü tartışıyor. Devrimci parti (özne) işçi sınıfının öncülük rolünün zorunlu sonucudur. Öncülük rolü kalkınca özneye gerçekten gerek kalıyor mu? İşte özneye vurgu yapmak adına yola çıkanların ellerinin altından ittikleri sınıfsal zemin, onların ayaklarının altındaki zemini de çekiyor ve onları bir açmazla karşı karşıya bırakıyor.
Gerçekte Avrupa Komünizmi işçi sınıfının tarihsel rolünü tartışmaya açmıştır. İşçi sınıfının böylesi bir rolü oynayamayacağı inancı ile, ona dayalı bir devrim yerine, seçmen çoğunluğuna dayalı (siz buna halk diyebilirsiniz) bir parlamenter geçiş gündeme geldi. Böylece başlangıçta işçi sınıfının düzene entegre olduğunu, halkın (ne demekse) silahlı savaşımı ile devrimin yapılacağını ileri sürerkenki “radikallik”, aynı temellerden uzlaşmacılık ile aynı yere oturuyor. Sorun hep aynıdır; işçi sınıfının tarihsel rolünü tartışmaya açmak ya da sosyalizm savaşımının (bu istemin nesnesinin işçi sınıfı olduğunu reddetmek) işçi sınıfından kopartılması yolu ile sınıf savaşımını söyleme indirgemek. Hal böyle olunca söylemin “gücünü artıracak” anlaşılmaz bir dil, duru, sınıfı harekete geçirecek yalın bir dile tercih edilecektir. Adeta sınışı toplumların tarihi sınıf savaşımları değil de, farklı söylemlerin “savaşımının” tarihidir. İşte tarih alanında, tarihsel materyalizmin kovduğu idealizmin yeniden dirilişi! Ama ne diriliş!
Tüm bunlar Marksizm’in ekonomik determinizmle özdeşleştirildiği gerekçesiyle karşı savaş açılarak yapılıyor. Ve böylece ideoloji ve politika sözümona özerkleştiriliyor, gerçekte ise tümüyle nesnellikten, sınıftan kopartılıyor. Sınıf savaşımının ekonomik, siyasal ve ideolojik biçimleri biçimindeki Marksist analiz atlanıyor.
Özetle, SSCB’nin statükocu, ekonomist politikaları karşı tarafta tepkiyle aşılmaya çalışılıyor. Tepki, aşma için yeterli olamaz, olmuyor.
Y. Küçük, Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü adlı “uzman olmayan okur için yazdığı” ve “az bilgi vererek yazmaya çalışıp başaramadığı” kitabında determinizme “büyük taarruz”2 başlatıyor. Şöyle yazıyor: “…Marx, 19. yüzyılda devrimleri kaçınılmaz görüyor; kaçınılmazlık, bilimselliktir. Bilime büyük tutkusuyla bu kaçınılmaz olana, gelecek yeni düzenlemelere, iradi müdahaleleri sakınma eğilimi gösteriyor. Kendisine, kaçınılmaz gördüğü devrimleri bilimselleştirme misyonu tanıyor.” Anlaşılan şudur ki; Y. Küçük determinizme saldırmak gerektiğini düşünüyor. Belki böyle bir emir alıyor ve ardından anlamsız biçimde saldırıya geçiyor. Okurun “uzman olmaması” ona, ciddiyetten uzaklaşma hakkı da veriyor.
1) “Kaçınılmazlık, bilimselliktir.” Yanlış. Bilimsellik kaçınılmaz olanı, zorunluluğu ortaya koyma, onun yasalarını ve gelişim eğilimlerini göstermektir.
2) Marx iradi müdahaleden asla sakınmıyor, tersine iradi müdahaleyi hep savunuyor. Kendi pratiği bunun kanıtıdır. Bunun için sadece komün üzerine yazılanlara bakmak bile yeter.
3) “Bilime büyük tutkusuyla”, iradi müdahalelerden kaçınmak ne demektir? Bilimin kendisi müdahaledir. Yoksa aslolan dünyayı değiştirmektir derken, Marx, bilime tutkusunu mu kaybetmişti? İşte genel eğilime uyup kime saldırdığına bakmadan hücuma geçenin sonu budur. Böylece sınıf savaşımı nesnel çıkarları gereği karşıt olan sınışarın savaşımı olmaktan çıkıp, siyasal ve ideolojik savaşım olarak ele alınıyor. Gerçekten de sınıf savaşımının bu üç biçimi için de, siyasal ve ideolojik savaşımın önemini vurgulamak gerekir. Ama karşıt çıkarlara sahip olmayan, yani bir nesnel temeli olmayan ideolojik ve politik bir sınıf savaşımı olur mu? Böylece özellikle Laclau ve Mouffe’de sınıf yerine, ekonomik çıkarların değil, söylemin belirlediği halk öne çıkıyor ve işçi sınıfı halkın içinde eritiliyor. Bu yolla da öncülük meselesi bir yana itiliyor.
Tam bu noktada ise sosyalizm savaşımı yerine, demokrasi savaşımı öne çıkartılıyor. Sosyalizm savaşımını sınıftan koparttınız mı, devrimin sınıfın işi değil, sınıf adına birilerinin işi sonucuna vardınız mı, bir kere bunlara evet dediniz mi (bunları radikallik adına yapmanız farketmez), sonuçta bu sınıf adına devrimi yapanların bir gün kalkıp da devrim yerine demokrasi istiyoruz demelerine boyun eğmek zorunda kalırsınız.
Ellen M. Wood, Sınıftan Kaçış: Yeni bir ‘Hakiki’ Sosyalizm isimli çalışmasında Laclau ve Mouffe’nin görüşlerinin ciddi bir eleştirisini sunuyor. E. M. Wood, Mouffe’den bir aktarma yapıyor: “Mouffe, işçilerin sosyalizmde hiçbir ‘temel çıkarı’nın olmadığı ilkesini tartışırken şunu savunuyor: ‘sınıf mücadelesinin ancak belirlenmiş siyasal etkenlerin -‘toplumsal sınışarın’- eseri olabileceği yolundaki inancın arkasında, aslında bir dil yanılsaması yatmaktadır. Bugüne değin olmuş toplumsal devrimlerin tarihi, bu görüşü çarpıcı şekilde kanıtlamaktadır: Çünkü bu devrimlerin hiçbirisine proletarya önderlik etmemiştir.” (Aktaran, E. M. Wood, Age, Akış Yayıncılık, s. 80).
Demek ki; birincisi sınıf mücadelesi, toplumsal sınışarın eseri değilmiş. Bunu böyle söylemek bir dil yanılsamasıymış bu iki ve üçüncüsü devrimler tarihi bunu ispatlıyormuş.
Biraz uzun olsa da E. M. Wood’un bu görüşe yanıtını aktarmak gerekiyor. “Bir devrimin temel karakterini, o devrime kimin önderlik ettiğinin belirlediği yolundaki görüşten doğan sonuçları izleyelim. Eninde sonunda, bununla söylenmek istenen şey şudur: Bir devrimin önderleri, adına devrim yapılan sınışarın üyesi değilseler, önderlik ettikleri insanlar -devrime ivmesini ve doğrultusunu veren toplumsal güçler- kim olursa olsun “sınıf mücadelesi”, sınıf dışı etkenlerce yürütülüyor demektir. Bir sınıf mücadelesi olarak sınıfa karakterini kazandıran devrimci kitle, bu kitlenin çıkarları, güdüleri, amaçları ve yetenekleri değil de daha çok, önder kadronun eylemleri ve niyetleri ise, o zaman, toplumsal devrimler konusunda en tutucu yorumları yapanların tümü gibi bizim de, bu işlere katılan “ayak takımı”nın, demagog (ya da bakış açısına bağlı olarak idealist ve özverili) elebaşılar tarafından kullanılan mantıksız ve anarşik bir güçten başka bir şey olmadığı, kendine ait akılcı amaçlara sahip olmayan bir güruhtan başka bir şey olmadığı sonucuna varmamız gerekmez mi? Ya da tam tersine, şunu söylememiz gerekmez mi: Sınıfsal etkenler olmaksızın hiçbir sınıf mücadelesi ve hiçbir devrim olamaz; devrim önderleri büyük bir güç halinde örgütlenmiş belli sınışarın çıkarlarını ve hedeşerini dile getirmedikleri, bu sınışarın etkin gücünü işe koşmadıkları sürece bu önderlerin eylemleriyle ve niyetleriyle belirlenen hiçbir devrim sözkonusu olamaz; devrimler tarihinin kanıtladığı bir şey varsa, işte budur.” (E. M. Wood, Age, s. 80-81).
Toplumsal hareketin geriliğinden aldığı hızla meşhur olan, meşhur olmayı (konumunu) korumak için ilk ben yazdım sevdasını taşıyan bir kişi, yazdıkları yakın tarih tarafından yerle bir edilince, alelacele ve büyük bir hızla yazdıklarının tersini yazmaya (tersinden şiddetli biçimde ilk ben yazdım) koyulur. İşte sosyalizmi, TİP’in sosyalizmini aşamayan, Türkiye’de hemen hemen herkesin SSCB’nin çözülüşünü gördüğü dönemde Gorbaçov’a ve onun Perestroyka ve Glastnost’una alkış tutan, bunlara devrim diyen burjuva sosyalisti Küçük, bu etkiler altında SSCB’de sosyalizmin çözülüşünün ardından Ekim Devrimi üzerine: “Bilgi vermeden yazmak istediğini”, “uzman okuyucusu olmadığını”, “Avrupai yazar olamayacağını” söylerken tam bir profesör gibi pisliğini örtmeye çalışıyor. Türkiye’de profesörlerin politikacılara taş çıkartacak kadar bu konuda yetkin olduğu bilinir.
“…Bolşeviklerin iktidarı alışı, yönetenlerin bir tür yönetimden kaçışları kadar, Lenin’in yönetim hırsının da bir sonucu olarak gerçekleşiyor.”
Sayın Küçük, “toplumsal devrimler konusunda en tutucu yazıları yazan”lardan biri değil midir? Lenin devrimin nesnel koşullarını sayarken, yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi yetmez, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istememesi gerekir, der. Ama elçabukluğu ile Y. Küçük “bilgi vermeden yazmak isteği”nin sonucu olmadığı kesin olan bir biçimde, Lenin’in bu sözlerini anımsatan bir çarpıtma yapıyor. Anlaşılan Küçük, okuyucusunun Lenin’in yazdıklarını hatırlayamayacağını ve hatırlamak için gidip bir kitap karıştırmayacağını düşünüyor. Demek ki onun “uzman okuyucusu olmaması”nın onu sevindirmesi boşuna değilmiş. Kendisini yalnızca profesörlerin okuduğunu düşünüyor olmalı.
Yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi ayrı şeydir, “yönetenlerin bir tür yönetimden kaçışları” ayrı şey. Yine ona sorarsanız, yönetenler iktidardan kaçıyorlarmış (bir tür). Bu elçabukluğu ile çarpıtmayı, açık saldırı izliyor. Biz bugüne kadar devrimi, bir önderin yönetim hırsı, iktidar hırsı gibi kavramlarla açıklayanlara anti-komünist, felsefî olarak da idealist dedik. Sırada Y. Küçük olunca görüşümüz değişmeyecek. Eğer Bolşeviklerin iktidarı alışı, Sayın Küçük’ün yukarıda saydığı iki nedene bağlı ise, artık öznenin önemi kalmaz, artık devrim bir erken doğum idi dersiniz, artık devrim bir grubun akıl dışı saldırısıdır dersiniz vb.
8 Nisan 1984 tarihli Sunday Times’ta Edward Acton’un yazdıklarını E. M. Wood aktarıyor. İnsan bunları okuyunca, Küçük ile Laclau’yu en azından bu çerçevede, nedenleri farklı olsun olmasın, aynı yere koymakta güçlük çekmiyor. Acaba bu yazarlar, bu burjuva sosyalistleri neyi görmüyorlar? Biz alıntıyı aktaralım karar sizin: “…yıkımdan başka düşüncesi olmayan bir ayaktakımı olduğu, askerlerin siyasal kavrayıştan yoksun bulundukları, köylülerin ‘olan bitenleri hiç anlamadıkları’ şeklindeki efsane (bu efsanenin tersten okunuşu Lenin’in yönetim hırsıdır – D. A.) bugün kesinlikle yerlebir olmuştur.
“Amerikan, Fransız ve İngiliz bilginler… ‘aşağıdan’ devrimi irdelemeye, kitlelerin -işçilerin, köylülerin, askerlerin ve denizcilerin- özlemlerini ve eylemlerini çözümlemeye başlamışlardır. Bunu yapmakla, kitlelerin hedeşerinin açık seçik, mantıklı ve tamamen kendilerine özgü olduğunu anladılar.
“İşçilerin ekmek ve iş istemini, askerlerin barış özlemini ya da köylülerin toprağa olan açlığını uyandırmak için hiçbir Bolşevik propaganda gerekmiyordu. Kitlelerin amaçlarına ulaşmak için kullandıkları yöntemler ise ne kör, ne de vahşiydi. Ilımlı politikacılara yöneltilen istekler sonuç vermeyince, köylülerin toprak işgallerine izin verecek, ekonomik çöküşü durduracak ve savaşa son verecek yeni bir hükümet için doğrudan eylemler ve baskılar arttı.
“Bolşevikleri iktidara getiren, tabandan fışkıran istekleri başarıyla ifade etmeleriydi.” (Aktaran E- M. Wood, Age, s. 81-82).
Acaba iktidar Lenin’in yönelim hırsının sonucuydu demek ne anlama gelmektedir? Bu tam da devrime, tarihe burjuva metafizik bakış ile bakmak değil midir? Öyle görünüyor ya, “yönetim hırsı”, kendisine, Lenin’i anlatan bir filmde Lenin rolü teklif edilen, kendisinin Lenin’e benzetilmesinden zevk alan bir kişinin kendisini Lenin’de görme isteğini (ve bu yolla kendi hırslarını, Lenin’in hırsları olarak dile getirmesini) ya da en kaba anti-komünist propagandanın sıradan malzemesini ifade edebilir. Ama asla bilgi vermeden yazmak, uzman okuyucuya sahip olmamak ile açıklanabilir bir bilimsel çalışmayı ifade etmiyor.
Tekrar özete dönersek; sanırız bu kısa özete Avrupa Komünizmi’nin tarihsel uzlaşma ilan eden tutumunu eklemek yeterli olacaktır. Yine de tarihsel uzlaşmayı, Lenin’in yeni bir dünya devrimi dalgasına kadar barış içinde bir arada yaşama biçiminde ifade ettiği taktik (veya pratik taviz) ile bağlamak anlamlı görünmüyor. Sovyet Sosyalizmi tarihi boyunca verilen pratik tavizlerin, giderek nasıl teorik-ideolojik ve politik alanda tavizlere dönüştüğü, bu çerçevede teoride nasıl gedikler açtığı biliniyor. Ama sanırız her pratik adımın doğal olarak bu tarz sonuçlar doğuracağını iddia etmek ya sınıf savaşımını düz bir çizgi olarak algılamak ya da Sovyet yönetimini aklamak adına suçu Lenin’e veya nesnel koşullara yüklemek girişimi olur. Avrupa’da özellikle 1960 ve sonrasında işçi hareketi sessizleşti. Bu sessizleşme işçi sınıfının devrimci rolünün artık kalmadığı, onun düzene entegre olduğu (ne demekse, sınıf, sınıf olmaktan mı çıktı) anlamında yorumlandı. Bir yandan Çin Devrimi’nin köylülüğe vurgusu, bir yandan Enternasyonal’in Halk Cephesi ve Halk Demokrasisi tezleri, sonuçta Avrupa’da işçi sınıfının sessizleşmesi ile birleşti.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde emperyalizmin Sovyetleri kuşatma siyaseti, en başta Avrupa işçi sınıfının satın alınması için bazı reformların (işsizlik sigortası vb.) gündeme gelmesiyle başladı. Avrupa işçi sınıfı bir yandan bu reformlar, bir yandan Enternasyonal’in burjuvazinin bazı kesimleri ile ittifak politikası, bir yandan da kontrgerilla (gladio vb.) örgütlenmeleriyle sınıfa saldırması gibi etkenler işçi sınıfının sessizleşmesinin salt ekonomik olmadığını göstermektedir. Elbette Avrupa’da burjuvazinin işçi sınıfının bir bölümünü satın alması yoluyla oluşturduğu işçi aristokrasisi, bu sınıf savaşımının geri düşmesinin temel dayanağıdır. Buna rağmen işçi sınıfının Avrupa’da sessizleşmesinin esas nedeni bunu, reform ve şiddet politikası ile birlikte uygulayarak, burjuvazinin gerçekleştirdiği politik saldırıdır.
İşçi sınıfının “öncü partileri”, komünist partiler, İkinci Dünya Savaşı sırasında faşizme karşı savaşım ile devrim savaşımını birbirinden çoktan koparmıştı. Savaşacak güçlerin cephesini genişletmek adı altında burjuvazinin bazı kesimlerine ittifak çağrısı yapılması, gerçekte teorik ve pratik planda sosyalizm savaşımının uzak bir geleceğe ertelenerek, hedefin daraltılması sonucunu doğurmuştur. Tüm bunları görmeden işçi sınıfının siyasal planda savaşımdan geri durması açıklanamaz. Bu nedenle Avrupa işçi sınıfının politik mücadeleden uzak durmaya yönelmesi, esas olarak onun tarihsel rolünü gerçekleştiremeyecek bir sınıf olduğunun değil, tersine reformizmin etkisi altında iken her zaman düzenin sınırları içinde kalmaya, elikolu bağlı olmaya mahkûm olduğunu gösterir. Öyleyse, bugün bize, bu reformist etki, bu sınıfın devrimci enerjisini emen burjuva etki; sınıfın devrimciliğini, tarihsel rolünü kaybettiği biçiminde sunulmaktadır.
Ekim Devrimi’nin yayılamaması ve dünya devriminin yenilgisi ile başlayan köylülüğe taviz verme, onun öncesinde devrimin sömürge ülkelere etkisinin dünya devrimini körüklemesi çerçevesinde öne çıkan “Köylü Sovyetleri”, Çin Devrimi’nin köylülüğe yaptığı vurgu ve bunun giderek işçi sınıfının öncülüğünün teorik öncülüğe indirilmesine dönüşmesi, III. Enternasyonal’in Halk Cephesi çizgisinin sınıfın rolünü arka plana atması ve oradan Avrupa Komünizmi’nde ifadesini bulan devrimin inkârı, işte sınıfın tarihsel rolünü tartışmaya açanların dayanakları bunlardır.
Şimdi konumuza dönelim.
Proletaryanın tarihsel rolü nereden gelmektedir? Proletaryanın kapsamındaki değişiklikler (beyaz yakalıların üretim sürecindeki rolü ve sayılarının artması vb.) işçilerin ne kadar tüketim maddesi tüketebildiği vb. işçi sınıfının tarihsel rolünü ortadan kaldırmış mıdır? Köylülük ve lümpen proletarya, proletaryanın tarihsel rolünü oynayamazlar mı?
Nereden bakılırsa bakılsın sorunun özü, proletaryanın tarihsel rolünün kaynağının ne olduğudur. Diğerleri bunu tamamlayan, bu çerçevede ele alınması gereken konulardır.
Kapitalizmin temel çelişkisi üretimin artan toplumsal niteliği (ya da üretimin toplumsallaşması) ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişkidir. Kapitalist üretimin amacı artı-değer üretimidir. Metaın içerdiği artı-emek zamanını arttırmaktır. Bu zorunlu olarak büyük çaplı üretimi şart koşar. Büyük çaplı üretim metaları tek tek kişilerin üretimi olmaktan çıkartır. Binlerce, onbinlerce kişinin ve hatta bir metaın üretildiği sektörün değişik sektörlerden girdi aldığı düşünülürse, milyonlarca kişinin emeği olmadan üretim olanaksız olur.
Emekçilerin kendi üretim araçlarına da sahip oldukları kapitalizm öncesi meta üretiminde, üretim araçları tek tek bireylerin kullanabileceği emek aletleriydiler. Bunları bir araya toplamak, basit elbirliği, manifaktür ve modern sanayi aşamalarından geçerek (Bakınız, K. Marx, Kapital Birinci Cilt, Sol Yayınlan, s. 326-518) kapitalizmin başardığı bir iştir. Böylece de üretim araçları (bireylerin kullanabileceği) bireysel üretim araçları olmaktan çıkıp toplumsal üretim araçları (pek çok kişinin ortaklaşabileceği) haline gelmişlerdir. Aynı biçimde üretimin kendisi ve ürünler de bu toplumsallaşmayı yaşamaktadır. Tamamlanmış ürün, örneğin otomobil pek çok işçinin ortaklaşa üretimidir.
Yine kapitalizm öncesi üretimde bireysel üretimin sonucu oluşan ürünün üzerindeki mülkiyet hem üretim araçlarının sahibi, hem de ürünü kendi emeğinin ürünü olan kişinin mülkiyetidir. Kapitalist üretimde ise ürünün mülkiyeti üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin sonucu kapitalistlere aittir. Ürünü gerçekten emek harcayarak üretenin ürün üzerinde hiçbir hakkı kalmamıştır. Emekçi, üretim araçları ve emeğinin ürünlerinden koparılmıştır.
Üretim araçlarının, üretimin ve ortaya çıkan (üretilen) ürünün toplumsallaşmasına rağmen, mal edinmenin özel karakterde (kapitalist karakterde) olması, kapitalizmin (“…bugünkü toplumsal uzlaşmaz karşıtlıkların hepsinin çekirdeğini içermektedir.” (F. Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt 3, s. 165)) temel çelişkisidir.
Büyük çaplı üretimin mülksüzleştirdiği, eski üretim aracı sahibi emekçi, bu gelişim içinde giderek emeğini bir kapitaliste satmak zorunda olan işçiye dönüşür. Bu süreç kırda köylülüğün ayrışması ile sürer. Böylece yukarıdaki temel çelişki, proletarya ve burjuvazi arasındaki karşıtlık olarak ortaya çıkar.
Artı-değer üretimi emekçinin sömürülmesi, onun artı-emek zamanına el koyulmasını gerektirir. Artı-değer üretimi, aynı zamanda sermaye birikiminin de kendisidir. Sermaye birikimi, karşıt kutupta proletaryanın kendini yeniden üretebilecek, açlıktan ölmeyecek durumda olması ile, “…sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, bilinçsizliğin, zalimliğin, akli yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur.” (K. Marx, Kapital, Cilt 1, s. 663).
Yukarıda anlatılanlar gerçekte aynı çelişkinin, kapitalizmin temel çelişkisinin kendisini açığa vuruş biçimleridir. Bu biçimlerden en sonuncusunu ele alıp proletaryanın yoksulluk içinde yüzmesi gerektiğini çıkartmak, tamamen statik düşünmektir. Özellikle gelişmiş (emperyalist) kapitalist ülkelerde işçi sınıfının ne tükettiğine bakarak onun burjuvalaştığını söylemek ise, tümüyle sınıf kavramının Marksist anlamını bir yana itmektir.
İşçi sınıfının devrimci rolü sınıfın yoksulluğu ile ilgili değildir. Tersine toplumsallaşmış üretim araçlarının bizzat kullanıcısı olması ile ilgilidir. Aynı çerçevede üretim araçlarından yoksun olması ile ve kendi egemenliğinin bir başka sınıfı sömürmeye dayanmaması nedeniyle bu tarihsel rolü oynayabilir. Yani sınıfa bu tarihsel rolü bizler biçmiyoruz. Biz bu tarihsel rolü, yerine getirebilecek sınıfın işçi sınıfı olduğunu söylüyoruz.
Sınıfın öncü rolü, tarihsel rolü yoksulluğuna bağlı değildir. Tersine yoksulluk kategorisi temel alınırsa, toplumda işçi sınıfından çok daha kötü şartlarda yaşayan kesimler vardır. Lümpen proletarya, yoksul köylülük böyledir. Ancak bunlar yeni toplumun kuruluşunun üzerine dayanacağı kesimler değildir. Bunlar ancak proletaryanın hegemonyası altında devrim ve sosyalizm savaşında yer alırlar.
Kapitalizmin, yukarıda belli başlı görünüm biçimleri özetlenen temel çelişkisi, proletaryanın bir sınıf olarak çoğalması, birleşmesi (nesnel anlamda) eğilimleri ile işler. Öyle ki proletarya bu birleşik gücünün, üretenin kendisi olduğunun farkına varmayagörsün, bu noktadan sonra, onun savaşımı direkt politik iktidara yöneldikten sonra zaferi kazanacak, tüm sınışarın ortadan kalktığı komünizme yürüyüşünü başlatacaktır.
Yoksulluk, tüketimle ölçülür. Ama işçi sınıfının devrimci rolü daha az ya da daha çok tüketmesine bağlı değildir. Ekonomik kriz dönemlerinde, sınıfın ve kitlelerin artan yoksulluğu savaşın şiddetlenmesini doğurabilir. Ama yoksulluk ilkel toplum dışında sınışarın varlığının sonucudur.
İşçi sınıfı üretim sürecinin içindedir. Bu üretim sürecine bizzat emeğiyle katılması ama üretim araçlarının sahibi olmaması onun sınıf olarak temel özelliğidir. Tükettiği maddelerin miktarından bağımsız olarak, sınıfın tarihsel rolü buradan gelir. Onun tarihsel görevi, sadece kendisini yaratan kapitalizmi tarihe katmak değil, aynı zamanda kapitalizmin yıkılışı ile birlikte insanın insan tarafından sömürülmesinin her biçimine son vermek, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurmaktır. Proletarya dışında hiçbir sınıf bu görevi yerine getiremez. Eğer bu herkesçe bilinmesi gereken noktalar net ise, işçi sınıfının rolünün inkârı, döneklerin sınıf savaşımını reddetmelerinin yeni yönteminden başka ne olabilir?
Kapitalizmin gelişimi ile birlikte proletarya nicelik olarak da çoğalmaktadır. Küçük burjuvazi hızla proleterleşmekte (elbette burada sabit bir hız değildir söz konusu olan, özellikle bunalım dönemlerinde bu hızın arttığı gözlemlenebilir), köylülük ayrışarak bir yandan yoksul köylülük proletaryanın müttefiki haline gelmekte, diğer yandan tarım proletaryası oluşmaktadır.
Oysa yeni bir takım “teoriler”de, toplumun daha geniş kesimlerinin proleterleşmediği söylenmektedir. Hatta tekniğin üretimde kullanılması ile (sibernetik), işçi sınıfının rolünün azaldığı söylenmektedir.
Şimdi bu noktalar üzerinde duralım. Toplumun daha geniş kesimlerinin proleterleşmediğini söyleyenler, “beyaz yakalıların” arttığını, beyaz yakalı ve hizmetler sektöründe çalışanların ise işçi sınıfının kapsamı içinde olmadığını söylemektedir. Yine bunlara göre, bizzat üretken emek harcayan işçinin üretimdeki rolü de sibernetik sayesinde yok olmaktadır. Bir üçüncü nokta ise “yeni orta sınışar”ın doğmasıdır. Bu “yeni orta sınışar” ile kastedilen kendi bürosunu açmış hekimler, avukatlar vb.dir. Sırasıyla, şimdi bu noktaların üzerinde duralım.
Aslında bu akıl yürütme, gerçekte sınıf kavramını es geçen, onu muğlaklaştıran ve sonra da bu muğlak tanıma savaş açarak Marksizm’in önermelerinin yanlış çıktığını savunan akıl yürütmedir.
Bunlara göre beyaz yakalılar, üretim sürecinde rolleri artan kesimdir, ama asla işçi sınıfının içinde değillerdir. Beyaz yakalılar okumuş olmalarının getirdiği avantajla üretim sürecinde denetleme vb. gibi görevler alırlar. Gerçekte, her işçi kadar işçi olmalarına rağmen, ücret farklılıkları ile işçi aristokrasisi içinde yer alırlar ya da yer almaya çalışırlar. Bir mühendis, düz işçiye göre, bu işçi aristokrasisi (burjuvazi tarafından satın alınmış işçi sınıfı kesimi) içinde daha rahat yer alabilmektedir.
Ama, ülkemizi örnek alacak olursak; bugün pek çok mühendis, pek çok hekim vb. büyüyen işsizlik tehdidi karşısında ortalama bir işçi ücretine razı olmaktadır (“Yeni orta sınışar” olarak adlandırılan kesimlerin içinde mühendis, doktor, avukat vb. yer almaktadır. Ancak bunların sadece bir bölümü. Büyük bir bölümü ise üretim içinde ücretli bir durumdadır).
Yani kapitalizm, savunulanın tersine, kendi türlerinin sayısı arttıkça, onları sınıfın içine daha fazla (psikolojik anlamda) itmektedir. Nereden bakılırsa bakılsın, büro otomasyonu ve tekniğin sanayie uygulanması bu eğitilmiş işgücünü proletaryanın saşarına katmaktadır.
Ancak kapitalizm işçi sınıfını büyütüp birleştirirken, aynı zamanda onun içinde rekabeti körükleyerek, onu bölmeye, parçalamaya yönelir. Bu konuda bulunan yöntemler ise kapitalist mantığı tüm çıplaklığı ile gösterir niteliktedir. Büyük, dev marketlerde satıcı, elbette Bakkal Hasan’ın çırağına göre “çok daha fazla” işçidir. ‹şe geç kalamaz, günün ortasında izin alamaz, her gelen ziyaretçiyle konuşup “zaman öldüremez.” Onun işgücü çok daha fazla denetim altındadır, disipline edilmiştir. O, artık, kapitalizmin ne olduğunu daha iyi bilir. Ama yine de üretken bir emek harcamamakta, kendisini önemsiz görmekte, işi gereği güleryüz gösterileri ve şatafatlı giyimleri, abartılı davranışları ile kişiliği parçalanmaktadır. Bu ortamda, bu dev mağazalar, birinci, ikinci, üçüncü kat arasında küçük bir ücret farklılığı, unvan farklılığı gibi yollarla işçileri bölmektedir. ‹kinci kattaki ustalaşmış, dolayısıyla birinci kattakini ezme “hakkını” kazanmıştır.
Bu bölünme ve rekabet sanayide de vardır. Ama bu, sınıfın rolünün azaldığını, onun tarihsel rolünü oynama özelliğini yitirdiğini göstermez. Tersine, zaten hiç kimse, sınıfın tarihsel rolünü örgütlenmeden, öncü, devrimci savaşçılardan oluşmuş bir partinin önderliği olmadan oynayacağını söylememiştir. Birileri böylesi bir işe girişmeyeceklerini ifade edebilirler, yorulmuş, pes etmiş, hatta inançlarını yitirmiş olabilirler. Ama buradan hareketle işçi sınıfının tarihsel görevini tartışmaya açmak, kendini çok önemseyen, kendini dünyanın merkezine koyan, dünya dönemez diye bağıran engizisyon rahipleriyle aynı tarz davranmaktır.
Yeni orta sınışar” olarak isimlendirilen, işçinin ücretinden fazla ücret alan mühendisler (üretim sürecinin içinde yer almayan), doktorlar vb. kesimler, gerçekte yarı-aydın, kapitalizmin dünyayı büyük bir kumarhaneye çevirdiği günümüzde, çeşitli köşebaşlarını tutarak paralar kazanan asalak bir kesim haline gelmiştir. Örneğin; bir doktor, özel muayenehanesinde vurgunlar vurabilmekte, bir avukat mafyanın hizmetinde hukukçuluk dışında her şeyi yaparak para kazanmaktadır. Bu doktorun gelirinin kaynağı kapitalizm şartlarında özel bir sorun olan ve asla çözülemeyecek olan sağlık sorunudur.
Bunlar sistemin ayakta kalmasına önemli ölçüde katkı sağlarlar. Her işçi ailesi çocuğunu okutmayı başarıp, onu doktor yapıp, bir büro açarak kurtulma hayali kurabilir. Ama kapitalizm sürüler halinde doktorları mezun etmeye başlar başlamaz, doktor olmanın önemi (ve şansı) azalır. Büro açmak için gerekli sermaye her gün büyür, giderek daha lüks, daha zengin kesimlere seslenen bürolar veya büroyu aşan “sağlık merkezleri”, özel hastaneler kurulmaya başlanır. Böylece artan ölçüde doktor, artan ölçüde mimar işgücünü satmaya zorlanır. Hele hele üniversiteli olmak giderek ayrıcalık olmaktan çıkınca (işsizlik ve bunalım bunu zaten sağlıyor), ayrıcalıklarını korumak için artık özel okullara (yani daha çok “sermaye” yatırılarak okunan okullara) yönelmek eğilimi güçlenir. Bugün ülkemizde olan budur.
Sanayi alanında küçük burjuvazinin çöküşü daha önce başladı, ardından ticarette bu çöküş daha sonraları ve gecikmeli olarak, marketlerin ortaya çıkışıyla başladı. fiimdi ise sıra hizmet sektöründedir.
Bir büro açarak ayrıcalıklı hale gelen, çok korktuğu işgücünü satma noktasına gelmekten kurtulan bu “yeni orta sınışar” gerçekte en tutucu kesimdir ve bu nedenle de kapitalizmin ayakta kalmasında, ekonomik durumları ile kıyaslanamayacak ölçüde katkıları vardır. Bunlar kendi ayrıcalıklarını korumak için, herkesin üniversiteye gitmesine ya da kadınların kendi mesleklerinde yer etmesine karşı dururlar. Sırça köşklerini korumak için dünyanın yakılması onlara korkunç gelmez. Hep mevcut durumun korunmasından yanadırlar, değişimlerden telaşa kapılırlar. Çocuklarının okula servis arabası ile gitmesi, kolejde okuması, sınıf kavgasına katılmamasının neredeyse garantisidir. Çoğu durumda bir köylüden daha fazla tutucudurlar. Verdikleri tavizler ya da tutucu olmadıkları noktalar ise daha büyük tehlikeleri önlemek içindir. ‹ster doktor olsunlar, ister mimar, bir emekli generale, bir emekli albaya gıpta ile bakarlar ve evlerinde askerî disiplin isterler.
Demek ki, yukarıdaki tablodan mühendis veya doktor olmak ile işçi olmamanın aynı şey olmadığı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Öyleyse bu mühendis, doktor vb.lerin bir bölümü işçi iken bir bölümü “yeni orta sınıf üyeleridir. Bir metal fabrikasında bugün işe giren bir makine mühendisi, ortalama bir işçinin maaşının altında ücretle işe başlamaktadır. Onu işçiye göre “şanslı” kılan işçi aristokrasisi arasına girme şansının artmasıdır. Ama artan mühendis ve teknisyen sayısı bu şansı da azaltmaktadır.
Hangi yönden bakılırsa bakılsın, işçi sınıfının büyüdüğü bir gerçektir. Bu açıdan Marx’ın öngörülerini tersine çevirecek veriler değildir söz konusu olan. Tersine bu öngörüler, neredeyse eksiksiz gerçekleşmektedir. Tüm bunlar, kapitalizmin temel çelişkisinde ifade edilen üretimin toplumsallaşması ve mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çatışmanın ayrılmaz sonuçlarıdır.
fiimdi üçüncü noktaya bakalım.
Bilimin üretime uygulanışı, sibernetiğin gelişimi acaba işçi sınıfının “üreten biziz yöneten de biz olacağız” biçiminde dile getirilen rolünü azaltır mı? Kapitalizmin işleyişi, giderek daha büyük çaplı üretimi gerektirir. Bu, üretimin yoğunlaşması, emeğin verimliliğinin artması ile birlikte yürür. Amacı, artı-değeri yaratan artı-emek zamanını arttırmak olan kapitalist, zorunlu olarak bir birim emeğin harekete geçireceği değişmeyen sermaye miktarının artmasını sağlamak durumundadır. Bu ise, daha fazla sermaye-yoğun teknolojlerin devreye girmesi demektir. Bu eğilim sadece bugünün eğilimi değildir. Tersine, Marx’ın analizinin içinde yer alan ve kâr oranlarının düşüş eğilimi yasasının temeli olan zaten budur. Ve bu, kapitalizmin krizlerinden birini bize anlatır. Ancak bugün bu aynı gerçek, üretimde robotların kullanılması nedeni ile sömürünün de son bulacağı biçiminde Marksizm’e saldırı olarak kullanılıyor. Bu görüşün savunucuları, sömürünün üretimde işçi çalıştırılması ile bağlantısını kabul ediyorlar. Böylece sanki Marksist oluyorlar. Bize emeğin hiç kullanılmadığı bir dünya mı vaad ediyorlar? Eğer öyle ise, eğer emek harcamadan, daha önce kazanılmış emeklerin meydana getirdiği makinalar tüm üretimi yapacaksa, niye tüm kapitalistlere bir çağrı yayınlayıp, “Sayın kapitalistler, artık kimseyi sömürmeyeceğinize, yani kâr edemeyeceğinize göre, üretim araçlarının sahibi olmanızın işe yaramadığını görün ve onları topluma verin” demiyorlar? Bu sözde Marksistler kâr edildiğini ama işçilerin sömürülmediğini söylerlerken kârın işçi sömürmeden, artı-emek zamanı olmadan, artı-değer üretmeden nasıl elde edileceğini de bir açıklasalar çok iyi olacak. Gerçekte onlar, “yöneten de biz olacağız” biçimindeki hedefin nesnel dayanağı olan “üreten biziz” cümlesine saldırıyorlar. Amaçları proletaryanın yönetme amacından vazgeçmesini sağlamaktır.
Proletaryanın üretim araçlarından yoksun olduğunu, bu nedenle onun çıkarlarının, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya ile örtüştüğünü söyledik. Ama onu bu görevle donatanın tüketim maddelerine ne kadar az sahip olduğu değil (yoksulluk değil), üretim araçlarına sahip olmaması ama buna rağmen fiili olarak üretimi gerçekleştiren olması olduğunu belirttik.
Buradan kendiliğinden çıkar ki, sınışarın varlığı yoksulluğun sonucu değildir. Tersine, yoksulluk karşıt çıkarlara sahip sınışarın varlığının sonucudur. Dolayısıyla sınıf mücadelesinin nedeni yoksulluk değildir, tersine karşıt çıkarlara sahip sınışarın varlığıdır.
‹şçi bireysel üretim araçları ile çalışmaz. Tersine büyük fabrikada, pek çok işçi ile birlikte kullandığı, toplumsal üretim araçları ile çalışır ve bu toplumsal üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması dışında onun ve toplumun özgürlüğü sağlanamaz.
Yukarıda bize kapitalistin işçi olmadan, ama üretim araçları sahibi olarak üretim yapabileceği anlatılıyor. Oysa işçi sınıfı olmadan kapitalist nasıl varolabilir? Proletaryanın üyelerinin, tek tek işçilerin, kapitalizmin gelişimi ile birlikte, kapitaliste mutlak bağımlılığı artar. ‹şçi, emek gücünü kapitaliste satmadan onu üretken tarzda kullanamaz. Ama bir bütün olarak da kapitalistlerin, işçi sınıfına bağımlılığı söz konusudur. Yani kapitalist tek tek işçiler karşısında özgürdür, istediğini işe alır, istediğinin işine son verir. Ama işçi çalıştırmadan üretim yapamaz. Üstelik üretim araçlarının bireysel üretim aletleri olmaması nedeni ile tek başına kendisi çalışarak da üretim yapamaz.
Öyleyse robotların üretim sürecinde kullanılması bize neyi anlatır? Kapitalizmin temel çelişkisinin keskinleştiğini anlatır. Kafa ile kol emeği arasındaki karşıtlığın, gelinen teknik düzeyde, aşılmasının ve dünya ölçeğinde komünizme geçişin süresinin azaldığını anlatır. ‹şçilerin boş zamanlarının (Artı-emek zamanını arttırarak kapitalist gerçekte boş zamanın arttırılabileceğini gösterir. Artı-değerin kaynağı olan artı-emek zamanı ne kadar çok artarsa, kapitalistin artık-değeri, dolayısıyla kârı o kadar çok olur. Bu nedenle tekniğin gelişimi artı-emek zamanının arttırılması da demektir. Bunu gizleyen tek şey, kapitalist üretim ilişkileridir) arttırılmasının teknik olanaklarının ve böylece çalışmanın bir zorunluluk olmaktan çıkabileceği aşama olan, bayraklarımıza, “herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacı kadar” yazabileceğimiz dünyanın yakınlaştığını anlatır. Öyleyse, “üreten biziz, yöneten de biz olacağız”ın daha gür haykırılması gereken bir dünyada yaşadığımızı anlatır.
Kapitalizmin gelişimi özel mülkiyetin sınırlarını da genişletmektedir. Bu eğilim tekelci rekabetin doğal sonuçlarından biri olan bilginin denetlenmesi (başka türlü satışa sunulamaz) ile birleşince “telif haklar” biçiminde bilginin mülk edinilmesine yol açmaktadır. Bilginin bu tarz mülk edinilmesi ve kitle iletişim araçları üzerindeki tekelci kontrol, aydınların sisteme entegrasyonunu arttırmıştır. Bilginin geliştirilmesi için gerekli teknik olanakların tekellerin elinde olması, bu aletleri kullanarak gerçekleştirilen bilimsel buluşların mülk edinilmesinin de yolunu açmıştır. Böylece bilim adamı, tekeller, tekelci sistem için çalışmak zorunda bırakılmıştır. Bilginin mülk edinilmesi ile birlikte, bir tek sanat veya bilimsel eserin sahibini de küçük mülk sahibi haline getirir. Böyleleri giderek, daha çok para edecek, daha çok piyasa için üretim yapmaya başlarlar. Bu yolla bilim ve sanat adamları, bilimden ve sanattan uzaklaşarak, pazar için üretimin tüm özelliklerine uygun (ambalaj, reklâm vb.) üretim yaparlar.
Bu süreç, aydınların topluca devlet için üretim yaptığı, ideolojinin üretildiği merkezlerde (Toplumsal ‹lişkiler Başkanlığı, üniversiteler, gazeteler vb.) toplanmalarının yolunu açar. Böylece aydın, bazı ayrıcalıkları olan, ama burjuvazi için çarpışan “düşünce şövalyesi” haline, tıpkı bir kiralık katil haline gelir.
Bu, tersi taraftan, işçi sınıfının çıkarlarının aydınlarca savunulmasını hem güçleştirir, zorlaştırır, hem de bu yolu seçen aydını militanlaştırarak sınışa bütünleşme noktasına getirir. Bu noktada Gramsci’nin organik aydın tanımının önemi ortaya çıkmaktadır. Bu organiklik ise doğru biçimde ancak devrimci parti saşarında kurulabilir. Devrimci parti saşarında, örgüt disiplini altında gerçekleşmeyen bir organiklikten söz etmek, gerçekte işçi sınıfı adına iş yapıyorum avuntusunun ötesine geçemez. Demek ki kapitalist gelişim tekelci aşamada, giderek, aydını (her iki sınıf için de bu geçerlidir), militan bir savaşçı haline getirir. ‹şçi sınıfı için veya burjuvazi için militanca savaşırlar. Ancak elbette hâlâ, bağımsız, “tarafsız” olmayı yeğleyenler vardır. Bilim adamı bilimden yana taraf olmak durumundadır. Bu ise, bilimin kimin çıkarına kullanıldığı sorusunu beraberinde getirir. Bu nedenle giderek aydın iki sınıftan birinden yana (söz ve eylemiyle) yer almaya zorlanır. Burada militanlık ile ahlâk arasındaki ilişki öne çıkmaktadır. Özellikle işçi sınıfının saşarında yer almak için bu zorunluluktur. Bilginin sınıf savaşımında kullanılmak üzere ortaya çıkarılması ve devrimci tarzda savunusu, kitlelere mal olabilmesi başka türlü sağlanamaz. Bu, en azından telif haklarına dayalı aydın ayrıcalığından vazgeçmeyi gerektirir. Tüm bunlar en iyi devrimci parti saşarında, örgütsel disiplinle, savaşkanlıkla sağlanır. Örgüt dışında aydın, çeşitli etkilere açık olsa da kavgayı yürütemez demiyoruz. Ama bunu sürekli ve verimli kılabilmenin yolu örgütlü mücadeledir.
Bu söylenenlerden aydınların rolünün azaldığı sonucu mu çıkar? Elbette hayır. Sadece aydının örgütlü bir tarzda sınıf savaşımı içinde yer alması koşulu ile rollerinin arttığı sonucu çıkar. Sınıfa bilincin dışarıdan taşınması, yaygın olan anlayıştaki gibi, kendi köşende kitaplar yazmak ile, birey olarak sisteme “ideolojik savaş” açmak ile gerçekleşmez. Tersine bu tür örgütlülükten uzak bireysel mücadelenin yüceltilmesi, sınıfın devrimci savaşımına yarardan çok zarar getirir. Bunun örnekleri vardır. ‹şçi sınıfına bilinç taşıyanların, uzak bir yerlerde işçi olmayanlara söylevler çekenler olamayacağı nettir. Ve sistem böylesi çıkışlara kendi kanalları içinde yol da açabilmektedir.
Öte yandan sınıfın devrimci savaşımının yükselmesine bağlı olarak, devrimci parti içinde olmayan aydınların da sınıfa yönelişi artacaktır.
fiimdi işçi sınıfının tarihsel rolünü oynayamayacağı görüşünü ileri sürenlerin, bu rolü kimin oynayacağına verdikleri yanıtları inceleyelim. Bunlara göre sosyalizm savaşımının öncüsü işçi sınıfı değildir. Onlara göre bu tarihsel rolü, işçi sınıfı değil de lümpen proletarya yerine getirebilir.
Lümpen proletarya, gerçekten de işçi sınıfına oranla çok daha kötü şartlarda hayatını sürdürür. Üretim sürecinin içinde değildir. Daha az “tüketmesi”, yani yoksul olması, aynı zamanda onda dalkavukluk, bir avuç yiyeceğe her işi yapma eğilimini geliştirir. Bugün kendisine bir miktar para kazandırıyorsa, karşı-devrim saşarında da olur. Elbette bu kesimler üretim sürecinden uzak olmaları nedeniyle geleceğin toplumunu kurma savaşımının öncüleri olamazlar. Kendi çıkarları toplumun özgürleştirilmesi ile örtüşmez. Onlar kendi rahatları için uğraşırlar. Bir sınıf değildirler ve onları birleştiren böylesi bir nesnel zemin yoktur. Yoksulluk içinde yaşarlar ama yine de yardımlaşma, paylaşma yolunu değil, kişisel kurtuluş yolunu seçerler.
Lümpen proletarya, ancak işçi sınıfının sistemi yıkma mücadelesinde aldığı yola bağlı olarak, güçler dengesine bağlı olarak sosyalizm savaşımına katılır. Aynı biçimde egemen sınıfın çeşitli örgütlülükleri için (mafya, polis ve muhbir örgütlenmesi vb.) de kadro kaynağı görevini görür. Bir bütün olarak yeni toplumun kuruluşunu yönetecek birikime sahip değildir. Devrimci mücadelede öncülük rolünü köylülüğe veren anlayış ise, gerçekte bize Çin Devrimi örneğini verseler de, artık tutunamayacak bir anlayıştır. Köylülük, feodal toplumun sınıfıdır. Feodalizmin yıkılışı ve bu yıkılışın ulusal kurtuluş mücadeleleri ile örtüşmesi durumunda, köylülük önemli bir role sahiptir. Ancak bu aşamada henüz köylülük ayrışmamış, sınıfsal açıdan parçalanmamıştır. Kapitalizmin gelişimine bağlı olarak köylülüğün ayrışması hâlâ sürer. Giderek artık bütünsel olarak köylülükten söz edilemez olur. Köylülüğün ayrışması, onun bütünsel çıkarlarından söz etmeyi engeller. Yoksul köylülük ile tarım proletaryası birbirine yakın haldedir. Buna rağmen toprak sahipleri ve tarım kapitalistlerinden oluşan zengin köylülüğün çıkarları yoksul köylülüğün çıkarları ile taban tabana zıt (karşıt) hale gelir.
Böylece köylülük bir bütün olmaktan çıkar ve kapitalizm, sanayide yarattığı iki sınıfı, biraz gecikmeli ve yavaş olarak tarımda da yaratır.
Her gün parçalanan köylülük, bu parçalanma süreci içinde mülksüzleşerek kente göçe başlar. Böylesi bir sürecin yoğun yaşandığı dönemlerde, köyden kente göç eden nüfusun içinde örgütlenme kolaylaşabilir, ama her gün parçalanan köylülüğün sosyalizm savaşımının öncüsü olmasının da olanaksızlığı görülür.
‹şçi sınıfı, sınıf olarak varlığını başka bir sınıfın sömürülmesine dayandırmaz. Çıkarları, sınışarın ve sömürünün ortadan kalkması, sınışarın (ve bir sınıf olarak kendisinin de) ortadan kalkması ile uyuşur. Üretim süreci içindeki yeri ise bunu gerçekleştirme olanağını ona sunar. Yani işçi sınıfının tarihsel rolü, onun üretim süreci içindeki yerinden gelir. Elbette bu tarihsel rolü otomatik olarak, kendiliğinden gerçeklik kazanmaz. Öyle denmiş olsaydı, insanın tarihin öznesi olduğu vurgusu yapılamazdı, sınışı toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğu tespiti yapılamazdı.
‹şçi sınıfı, tarihsel rolünü, burjuvaziye karşı yürüttüğü kavga sürecinde, ona yol gösteren devrimci öncü bir partinin önderliğinde kavrar ve yerine getirir. Devrimci parti de, ancak sınıfın en ileri kesimlerini bağrında toplamayı başarabildiği zaman, sınıfın desteğini (alkış düzeyinde destekten söz etmiyoruz) kazanabilir ve böylece sosyalizmi kurma savaşına, doğru biçimde yönelebilir.
Devrimci parti, sınıfın tümünü örgütlemek durumunda değildir. Sınıfın geniş kesimleri, kapitalizme karşı savaşım ve sosyalizmin kurulması savaşımını, ancak, bir devrim sürecinde kavrarlar. Ancak, sınıfın en ileri unsurları bu savaşımın daha önce bilincine vararak, kendilerini, devrimci parti saşarında sınıfın öncüsü olarak örgütlerler. Devrimci parti, işçi sınıfının ideolojik ve politik hattının bağımsızlığını garanti altına alır. Burjuvazinin sınıf içindeki ideolojik ve politik egemenliğine karşı savaş açar. Ancak bağımsız bir ideolojik ve siyasal hatta sahip olduğu sürece, işçi sınıfı burjuvaziyi devirebilir ve sosyalizm bayrağını yükseltebilir.
‹şçi sınıfının, tarihsel rolünün bilincine varması, ideolojik ve siyasal savaşımın temel noktalarından biridir. Bu olmadan iktidar hedefi sınıfın önüne pratik bir sorun olarak gelemez. ‹şçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımı ya da sınıf savaşımı temel olarak üç biçimde yürür; ekonomik, siyasal ve ideolojik. Sınıf savaşımının ilk biçimi ekonomik savaşımdır. Bu savaşımı yürütmek için belirli bir örgütlülüğe gerek vardır ama bu örgütlenmenin mutlaka devrimci parti biçiminde olması şart değildir. ‹şçi sınıfının ekonomik savaşımı boyunca, işçi sınıfı elde ettiği kazanımlara rağmen, her zaman kaybedenin kendisi olduğu bilincine varır. Yine de bu bilinç otomatik olarak gelişmez. Nüve olarak ortaya çıkar ve siyasal ve ideolojik savaşımı yürüten devrimci parti nüve halindeki bu bilinci, sistemin yıkılması tarihsel sorumluluğu bilincine yükseltmek görevi ile karşı karşıyadır. Bu nedenle bizler, ekonomik savaşımın sınıf savaşımı olmadığını söyleyemeyiz. Tersine, onun, sınıf savaşımının bir biçimi olduğu, biçimlerinden sadece biri olduğu gerçeğinden hareketle, sınıf savaşımının bu biçimi ile yetinmenin sınıfı yenilgiye mahkûm etmek, sınıfı kapitalizmde yaşamaya mahkûm etmek demek olduğunu anlatacağız. Bu nedenle siyasal ve ideolojik mücadelenin öneminin altını çizeceğiz.
Örneğin; bugün tüm sendikalar sınıfı denetim altında tutma, ekonomik anlamda onu satma işinin araçlarıdırlar. Bu, işçi sınıfının savaşımı (sadece ekonomik değil, siyasal ve ideolojik savaşım) açısından ciddi bir olumsuzluktur. Ancak aynı olumsuzluk, sınıf içinde illegal örgütlenmenin zeminini de daha az sayıda işçi için de olsa arttırabilmekte, yeni örgütlenme (sınıfın kendi örgütlülüğü anlamında) modellerine zemin hazırlamaktadır.
Devrimci parti, savaşımın bütünlüğünü unutmadan, ama aynı zamanda savaşım biçimlerinin farklılığını da gözden kaçırmadan mücadele yürütmek durumundadır.
‹şçi sınıfının tarihsel rolünün altını çizmek, bu rolü oynayabilmesi için devrimci partinin öncülüğünün zorunluluğunun üzerine basmak, devrim ve sosyalizmin kuruluşu, komünizm savaşımının en temel noktalarından biridir. Nasıl bir sosyalizm sorusu, işçi sınıfının tarihsel rolünün unutulduğu yerde tartışılamaz.