Kapitalizm “bitti” demek hem erkendir, hem de işin özünü gölgede bırakan bir niyet göstergesinin ötesine geçmez. Çünkü, kapitalizm ya da başka bir dünya ekonomik sistemi, “bitti” şeklinde nitelendirildiğinde bitmez. Onu yıkacak bir sosyal güç, süreç, mücadele gereklidir. Yani, bir özne gerekir. Mezarını kazacak, onu defnedecek bir özne gereklidir. Yoksa, sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğunu unutmuş, atlamış oluruz.
Kapitalizm derin bir krizdedir. Bu kesin ve açık.
Bu kriz, sadece bir ekonomik kriz değildir. Burası önemli. En detaylı tartışmalar, kapitalizmin ekonomik krizi üzerine yapılmaktadır ve böyle olması yanlış da değildir. Ekonomik kriz, gerçekte, kapitalist sistemin tükenişinin en açık ifadelerindendir. Zira bir ekonomik kriz aşılmış olsa da, eğer kapsamlı bir inceleme yapılırsa, görülüyor ki, daha derin bir krizin temelleri atılıyor. Neden mi? Çünkü, bir yandan üretimin toplumsal karakteri sürekli gelişir ve genişlerken, diğer yandan mülk edinmenin özel karakteri daha da artar, yani özel mülkiyet nedeni ile servet ve üretim araçları giderek daha az sayıda elde toplanır. Bir kriz aşılsa bile bu eğilim devam eder.
Üretimin toplumsallaşması, üretim araçlarının gelişimini gerektirirken, mülk edinmenin özel karakteri, üretici güçlerin gelişimini engelleme eğilimi taşır.
Üretimin giderek artan ve ortaya çıkan toplumsal karakteri, özel mülkiyetin aşılmasını, ortadan kaldırılmasını gerektirir.
İnsan emeğinin daha önceki üretim süreçlerinden gelen maddeleşmiş hâli olarak üretim araçları, özel mülkiyet kabuğunu yıkmak, parçalamak ister.
İşte bu nedenle, kapitalist sistemin bir krizi aşması için geliştirilen önlemler, anlık, geçici olurlar. Çaresi de yoktur. Bu nedenle, emperyalist sistem ya da dünya kapitalist ekonomisi, sık sık krizlere girer ve bir sonraki daha da sarsıcı olur.
Ama hiçbir ekonomik kriz, kapitalizmin ruhuna fatiha okuma işini “otomatiğe” bindirmez. Mutlaka ve mutlaka, bu fatihayı okuyacak, dahası cenaze törenini organize edecek, kapitalizmi mezara gömecek olan işçi sınıfının devrimci örgütlülüğü ve eylemi gereklidir.
Bugün, kapitalist sistemin içine girdiği kriz, sadece bir ekonomik kriz değildir. Elbette bir ekonomik kriz vardır. Ama aynı zamanda, ciddi bir siyasal kriz de vardır.
Ekonomik krizin ne olduğunu ve var olup olmadığını, yani kanıtlarını bütün dünya tartışıyor ve biliyor. Siyasal kriz ise üzerinde daha az durduğumuz bir konudur.
Trump tarzı siyaset, başlı başına bu siyasal krizin göstergesidir.
Trump tek de değildir.
Bizim çizgi film karakterlerine benzeyen Dışişleri Bakanımız Çavuşoğlu, Trump’ın Erdoğan’a derin bir edebî ve diplomatik üslupla yazdığı mektubun hemen ardından, Türkiye ve ABD arasında Suriye’de bir ateşkes ilan edildiği bir sırada, şöyle buyurdu: “Trump, Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ı seviyor. Onun zorlu bir lider olduğunu kabul ediyor. Trump, Erdoğan’ı örnek alıyor.”
Sizce bu övgü dolu bir cümle midir? Eğer övgü dolu ise kimi övmektedir, Erdoğan’ı mı? Trump, dünyanın en sevilen, en saygı duyulan lideri imiş gibi konuşuyor. Eğer sizi örnek alan bu ise, siz kim bilir ne kadar saygı değer, ne kadar sevilensinizdir!
İşte size kapitalist dünyayı yöneten liderlerden örnekler. İşte size Dışişleri Bakanı’nın övgü dolu sözleri. Allah, kimseyi Dışişleri Bakanı’nın övgüsüne layık etmesin!
Twitter üzerinden “çık çık” atılan tweetler, dünya siyasal arenasındaki siyasal krize bir örnek olabilir mi bilmiyorum. Ama Trump, kesinlikle bir siyasal krizin ürünüdür, o koltuğa öyle oturmuştur. Çözülmekte olan ABD hegemonyasının bir kanıtı ve sonucudur.
Büyük kişiler, büyük olaylar yaratmazlar, tersine, büyük olaylar ve süreçler, büyük kişiler yaratırlar. Bu doğru ise, bazı süreçlerin de Trump tarzı kişiler yarattığını varsayabiliriz.
Ki Trump, türünün tek örneği değildir.
Çavuşoğlu’nun dediğine göre, Erdoğan’ı örnek alıyorsa, Erdoğan, o türün daha ilerlemiş, burada, daha sorunlu bir örneği demektir. Hele ki, bir Dışişleri Bakanı, o garip mektubu almış, bir hükümetin Dışişleri Bakanı, Trump’ı övmek için bunları söylüyorsa, bu da bir örnek olarak ele alınabilir.
Trump’ın en belirgin özelliği, sözlerinin bir “ciddiyeti”nin olmaması ise, Erdoğan’ı da örnek alıyorsa, yerinde bir benzetme olabilir, değil mi?
Ya Janson? İngiliz Başbakanı. Ona ne demeli? İngiltere’nin yüzyıllardır sahneyi dolduran parlamentosunu feshetme isteği, neyin ifadesidir? Siyasal kriz değil ise nedir?
Ya Fransa, yani Macron? Bunlardan geri kalır durumda mıdır? Trump kendisine bugünlerde Napolyon Bonapart diyor. O kadar olur, benzetme hatalıdır. Trump’ın tarih bilgisinin eksikliğini gösterir. İtalyan Başbakanı’na “mozerella” demesi daha yerinde sayılır. Macron, eğer mutlaka Bonapart’a benzetilecekse, eklenmesi gerekir, tarihte bütün büyük kişilikler iki kere sahne alır, ilkinde trajedi, ikincisinde komedi rolünde. Macron olsa olsa, Bonapart’ın komiği olabilir. Ama çek karneleri ve paralar dışında bir tarihî belge okumamış olan Trump, bu kadarını başarıyorsa, ona da şükür denmelidir.
Birçok kişi, bu süreç içinde “radikal sağın”, bizim literatürümüzle karşı-devrimin yükselişini görür. Ve birçok açıdan doğrudur. Sadece, tarihsel olarak değil ama an olarak, devrimden önce gelişen bir karşı-devrim yükselişi dersek. Biz bunu, daha çok, siyasal krizin, kapitalist sistemin tüm yeryüzündeki siyasal krizinin bir göstergesi olarak ele almaktan yanayız.
Bu siyasal krizin egemenler arasındaki, yönetenler arasındaki yansıması olabilir.
Ekonomik krizin bu son dalgasını 2008 olarak ele almak yanlış olmaz.
Ve 2008 baz alınırsa, birçok ülkede, farklı tarzlarda gelişen, daha çok “işgal et” eylemlerinin prototipi olduğu kitle hareketlerini de gördük. Ve bunu da yönetilen kitlelerdeki yansıması olarak ele almamız doğru olur.
Bu kadarla kalsa idi, bunu “siyasal krizin” yansıması olarak isimlendirmek o kadar kolay olmazdı. Gelişmiş ülkelerde, emperyalist metropollerde gelişen bu eylemlilik, kendiliğinden eylemler olarak ortaya çıktı. Hâlâ bu karakteri egemen olandır. Ama bu eylemlilik, bugün dünyanın çok farklı yerlerinde, “beklenmedik” anda patlayan eylemliliklere dönüşmeye başladı. Yine kendiliğinden karakteri açık olarak görülüyor, ama bu sefer daha ciddidir.
Mısır’da, ikinci dalga olarak başlayan eylemlilikler, birincisine benzese de, daha örgütlüdür ve arkasının geleceği kesindir. Elbette inişli çıkışlı, elbette “ateşkes” ve yeniden sokağa çıkma tarzında ilerleyecektir.
Irak’ı eklemeliyiz. Bir anda, Irak’ta ekonomik krizin yansıması olarak binlerce insan, onlarca ölü vererek sokaklara çıktı. Ve bu kez, daha şiddetli bir çarpışma ortaya çıkmaya başladı. Ölüm korkusu daha azdır. Savaş sonrası tarumar olan ve ABD tarafından işgal edilen Irak’ın halkı, sadece ekonomik kriz ile sokağa çıkmıyor, ardında, yaşama isteği, aşağılanmaya son verme isteği de vardır.
Lübnan’da gösteriler, WhatsApp uygulamalarından vergi alınması kararının ardından geliyor ve Harriri’nin istifasını isteyenler, ellerinde orak-çekiçli bayraklar taşıyorlar. Vergiler geri alınacak açıklamasına rağmen, kitleler Harriri’ye karşı sokaklardan çekilmiyor. WhatsApp eylemi, bir anda Harriri’nin sevgilisine aldığı 16 milyonluk hediyeleri konu ediniyor. Harriri ailesi, bizim yakından tanıdığımız bir ailedir. Türk Telekom’u satın alan Harririler, Erdoğan ailesi ve Suudi Kralı ile bağlantılıdır.
Bir yıl önce Ermenistan’da kitleler, siyasal iktidarın istifası ve düşmesi ile sonuçlanan eylemlere başlamıştı.
Bugün, komşusu Azerbaycan’da, kitleler, “yolsuzluk, rüşvet ve düşük maaşlar” nedeni ile protestolara başlamıştır.
Şili’de, Latin Amerika’nın önemli ülkelerinden biri olan Şili’de, toplu taşıma ücretlerine gelen zam nedeni ile başlayan gösteriler sokakları sarıyor ve 8 ölü olduğu hâlde eylemciler, eylemlerine devam ediyorlar.
İspanya, bir türlü durulmuyor. Ve doğrudan siyasal eylemler ortaya çıkıyor. Daha örgütlüdürler ve Katalanlar, mahkemenin verdiği kararı protesto etmek için sokaklara çıkıyorlar. İradelerini sandıkta gösteren Katalanlar, iradelerinin gasp edilmesi karşısında pes etmiyorlar. Daha ilk günlerde 182 yaralı olmasına rağmen, eylemler devam ediyor.
Bu listeyi uzatmak mümkündür. Ama bunlar son dönemde öne çıkanlardır.
Kürt devrimci hareketinde görüldüğü gibi, örgütlü direnişler, daha sürekli, daha istikrarlıdır.
Gezi Direnişi ve Yunanistan’da olduğu gibi, farklı düzeyde örgütlülük içerse de, esas olarak örgütsüzlüğün egemen olduğu hareketler, daha fazla iniş ve çıkış dalgaları içermektedir.
Fransa’da ortaya çıkan eylemler, diğer metropollere de yansıyacaktır. Portekiz’de ortaya çıkan eylemler, Fransa’nın bulaşması olarak, Fransa’daki eylemliğin yansıması olarak ele alınabilir. Belki bu, bir noktaya kadar doğrudur da. Ama kendine has bir dinamik, Portekiz’de de vardır. Eylemler, gelişmiş ülkelerde de gelişecek demek, erken bir tahmin olmayacaktır.
Tüm bu eylemlilikler, devrim ve sosyalizm mücadelesinin öne çıktığı eylemler olmasa da ya da bu eylemlerde devrim ve sosyalizm istemi ana etken olmamış olsa da, alttan alta kızıl renk seçilmeye başlanmıştır.
Bu eylemlilikler, bir bütün olarak, dünya ölçeğinde kapitalist sistemin, tarihsel olarak sonunun geldiği inancının, algısının, değişik düzeylerde kitlelerde yansıma bulmaya başladığının kanıtıdır. Her yeni eylem, bu duyguyu güçlendirecektir.
Mesele, dünya işçi sınıfının devrimci ve enternasyonalist örgütlülüğünün eksikliğindedir.
Ömrünü doldurmuş kapitalist sistemi yıkacak, dünyayı, insanlığı kurtaracak olan komünizmin tarihsel yeni yükselişi, ancak devrimci örgütlülükle zafere ulaşabilir. Dünya barışı, gerçek anlamı ile, insanın insan tarafından sömürülmesi ve sınıfların ortadan kaldırılması ile sağlanacaktır. İşte o zaman gerçek anlamı ile insanın tarihi başlayacaktır; özgür, kardeşçe ve doğa ile barışık bir insan tarihi.
Nâzım’ın dediği gibi,
“Toprak bakır
gök bakır
haykır güneşi içenlerin türküsünü
haykıralım”