Gerçekler inatçı şeylerdir. Bu yerinde bir sözdür. Ve bugün, yeryüzünü kaplamış burjuva egemen medyanın yarattığı karanlık içinde dahi, gerçekler, bir yol bulup, kendini ortaya koyabilmektedir.
Bir AK Parti milletvekili, “AK Parti, bir karşı-devrim partisidir” dedi.
Yerindedir.
Bozuk bir saat bile, günde iki kere doğru zamanı gösterebilir. Bu kelimelerin kimin ağzından döküldüğünü bir yana bırakalım. Karşı-devrim partisi sözü yerindedir. Şamil Tayyar, bu sözleri dile getirirken, daha çok Türkiye için dile getirmiştir. 12 Eylül rejiminin devamı olarak Saray Rejimi, bunun açık kanıtıdır.
Ama iş bu kadarla sınırlı değildir. Aynı zamanda tüm bölgemizi, Ortadoğu’yu, Balkanları ve Kafkasları da içine alacak şekilde AK Parti, bir karşı-devrim partisidir. Elbette yalnız da değildir.
AK Parti gibi karşı-devrim örgütleri, tüm bölgemizde vardır. IŞİD, bunlardan biridir. Ve IŞİD ne kadar bir çete ise, AK Parti de bir başka tarzda bir çete örgütlenmesidir. İktidardadır. Saray Rejimi de bir karşı-devrim mekanizmasıdır. Bölgesel görevleri, en az Türkiye içindeki görevleri kadar “önemli”dir.
Demek ki, Şamil Bey’in sözlerine, bölgemizdeki karşı-devrim güçleri ile ilişkilerini ve çeteleşme sürecini eklersek, resim anlam kazanır.
Bu bir karşı-devrim cephesidir, bir karşı-devrim hattıdır. Bu hattın içinde ABD başta olmak üzere Batılı emperyalist güçler, İsrail, Suudi Rejimi ve diğer bölgesel devletler de vardır. IŞİD çeteleri de bunun içindedir.
IŞİD bir çete organizasyonunun, kendini “devlet” ilan etmesi, oradan da “hilafet” ilan etmesi demektir. Doğrudan karşı-devrim organizasyonudur. Olası başkaldırıları, olası sistem dışı arayışları bastırmak için devreye sokulmuştur.
Bölgede süren emperyalist paylaşım savaşı anlaşılmadan, bu karşı-devrim hattı doğru kavranamaz. Tüm bölgeyi saran savaş hâli, devletlerin de çeteleşmesinin yolunu açmıştır. Bölgemizdeki sömürge ülkelerdeki devletlerin tümünde bu çeteleşme mekaniği kendini göstermektedir.
Suudi Rejimi’ni ele alalım. Daha dün, Lübnan Cumhurbaşkanını rehin almışlardır ve Lübnan Cumhurbaşkanı, Suudi Arabistan’ın başkentinde, istifasını açıklamıştır. Suudi Arabistan, Hariri’yi rehin almıştır. Ancak uluslararası Batılı güçlerin devreye girmesi ile bu “haydut”ça tutum revize edilmiştir. Yine daha dün, Suudi Rejimi, yeni kral adayı oğul Salman yönetiminde, ülkenin zenginlerini ABD ekiplerinin gözetiminde otele hapsetmiş, işkenceden geçirmiştir.
Kaşıkçı cinayeti, bu sürecin devamıdır. Kaşıkçı, rejime muhalif değildir. Otelde gözaltına alınan en zengin Suudilerden birinin TV kanalında çalıştığından olacak ya da Müslüman Kardeşler denilen diğer bir karşı-devrim partisinin içinde yer aldığı için olacak, rejimin adımlarını Amerika’dan eleştirmeye başlamıştır. Ünlü bir Amerikan gazetesinde, Katar devleti tarafından kiralanan bir köşede yazılar yazması dışında muhalifliği yoktur. Ama bu yazılar, İstanbul’daki Suudi Arabistan Konsolosluğu’ndan sağ çıkamamasına neden olmuştur.
Kaşıkçı cinayeti, tam bir çeteleşme göstergesidir.
Emperyalist güçlerin bölgemizi paylaşma savaşları, bölgedeki devletlerin, emperyalist efendilerinin elinde birer tetikçi çeteye dönüşmesi sürecini tetiklemektedir. Karşı-devrim cephesi bu çeteleri, bazı partileri, devletlerin bizzat kendi kontra örgütlenmelerini içermektedir. Bu karşı-devrim cephesinin yöneticileri NATO ve emperyalist güçlerdir. Bu tablo bir bütün olarak anlaşıldığında, bölgemizdeki haydutça eylemler de anlaşılır olabilecektir. Kaşıkçı cinayeti de bunun içindedir.
Muhtemelen Kaşıkçı ve sevgilisi, CIA ve MİT veya daha başka Batılı istihbarat örgütlerine bağlı idi. Ve bu cinayet, gerçekte, çeteleşmenin boyutlarını gösterebilmektedir.
Öyle ise karşı-devrim hattının giderek daha net ortaya çıktığı gözükmektedir.
Riyad’dan Ankara’ya, Batılı başkentlere kadar uzanan bir hattır bu. Bu hattın, bölgemizdeki uzantıları arasında çekişmeler de ortaya çıkmaktadır. Erdoğan’ın Saray Rejimi ile Suudi Arabistan arasında farklılıkların kaynağı, kimin efendilerinin gözünde daha önemli bir güç olabileceği konusunu da içermektedir.
Saray Rejimi’nin danışmanlarından İlnur Çevik, açık olarak, bu cinayetin, halifelik mücadelesi için kullanılması gerektiğini yazmaktadırlar. ABD, İslam’ı formatlamak, kendi denetimine almak istemektedir. Ki, bunun temelleri, Sovyetler’i kuşatma siyasetinin bir parçası olan ve İslam’ı konu alan “yeşil kuşak” projesine dayanmaktadır. Birçok İslamî grup, radikal ya da “ılımlı”, doğrudan CIA denetiminde hareket etmiştir, etmektedir. Afganistan bu konuda önemli bir üs olmuştur.
Bugün, hilafet tartışması olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye, Erdoğan aracılığı ile, bölgesel bir rol almak için, halifeliği kullanmak istemektedir. Halifeliğin en son Osmanlı’da olması nedeni ile bunun kendi hakkı olduğunu düşündüğü anlaşılmaktadır. Bunu ABD adına ve onun denetiminde yapmak istediği de açık. Gülen hareketinin sadece Türkiye’de etkili olduğuna, bunun için düşünülüp tasarlandığına inanmak saflık ve bilgisizlik olacaktır. Gülen hareketi, CIA’nın İslam üzerinde kurmak istediği etkinin açık kanıtıdır.
Halifelik konusunda Mısır ve Suudi Arabistan’ın da iddiaları olduğu açıktır. Prens Salman, veliaht ilan edilmiştir ve ardından Suudi Arabistan’da bir yandan çeteleşme artmıştır, diğer yandan da, “reformlar” başlatılmıştır. Kadınların araba kullanması, şeriatın geçerli olmadığı özel bölgeler oluşturulması, robot Sofia’nın Suudi vatandaşı olarak ilan edilmesi, aslında reform derken ne demek istediklerini de açıklamaktadır. Veliaht Prens Salman, Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanlığına talip olmuştur. Bu durum Erdoğan’ın ABD’nin gözüne girmek için yeni ataklar yapmasını da teşvik edicidir. Bu açıdan Suudi Arabistan Konsolosluğu’nda işlenen cinayet, hem Suudi devletindeki çatışmaların, hem de bölgede yerel devletlerin çatışmalarının izlerini taşımaktadır. Elbette Suudi şeyhleri, bir miktar para ile, bu işin altından kalkabilecek durumdadır. Ama bu durumu Erdoğan’ın kullanmak istediği de açıktır.
Demek oluyor ki, bu karşı-devrim hattının içinde genel olarak İslam’ın kontrolü, özel olarak halifelik de yer almaktadır.
Demek oluyor ki, bölgemizdeki paylaşım savaşımı, her ne kadar bölgenin paylaşımını içerse de, emperyalist güçlere bağlı devletler arasında bir çatışmalı duruma da yol açmaktadır. Bu süreçler, çeteleşmenin de kaynaklarındandır. Her çetenin içinde, emperyalist güçler kendi uzantıları ile yer almaktadır demek abartılı olmasa gerek.
Bu karşı-devrim hattının karşısında, bir de direniş hattı vardır.
Direniş hattı, halkların mücadelesinden gelmektedir. Şam nasıl bir direniş şehri ise, Diyarbakır da bir direniş şehridir. Ve İstanbul da bir direniş şehridir. Elbette her biri ayrı gelişmişlikte, ayrı ağırlıkta. Elbette bunların dışında da birçok direniş şehri söz konudur.
Direniş hattının daha zayıf olduğunu söylemek, bir açıdan mümkündür. Ancak temelleri, potansiyeli çok daha güçlüdür. Direniş hattı, kendi potansiyelinin çok altındadır, çok gerisindedir. Ama artık, bir direniş hattı şekillenmektedir. Elbette, her direniş hattının aynı kızıllıkta olmadığını da anlamak zor olmasa gerek. Eşyanın tabiatı gereği, her direniş hattı şehri, kendine has özellikler taşıyacaktır, taşımaktadır. Barzani’nin karşı-devrim hattındaki yerine karşılık, Kobanê’nin direniş hattındaki yeri, bu iki hattın karşılıklı durumlarını da ortaya koymaktadır. Aynı zamanda Kobanê örneği, bize direniş hattının gelişim yolu ve dinamikleri hakkında da bilgi vermektedir.
Bölgemizde gelişen direniş, özgürleşme ve sosyalizm temelinde yükselmektedir. Bunun saf bir süreç olması mümkün değildir. Birçok şey iç içedir.
Emperyalist paylaşım savaşı karşısında halkların gelişen direnişi, farklı toplumsal kesimleri de direniş hattının içine katmaktadır.
Bir örnek olarak ele alındığında İstanbul, bu direniş hattında, işçi direnişleri ile yer almamaktadır. Gezi Direnişi, işçi sınıfının potansiyel gücü ile karşılaştırıldığında, tüm olumlu özelliklerine rağmen “çocuk” kalmaktadır. İşçi sınıfının potansiyeli çok daha fazladır. Bu potansiyel, açık bir enerji ile direnişe dönüşmekten biraz olsun uzaktır. Burada örgütlülük geliştikçe, bu potansiyel güç açığa çıkacaktır.
Tüm direniş hattı içinde bir koordinasyon da yoktur. Belki de bugün, bunu istemek, biraz da erken olabilir. Ama bu koordinasyon olmadan, direniş hattının ortak zaferi de şansa bağlı olacaktır.
Bu açıdan İstanbul tarifimiz önem kazanmaktadır. Daha çok işçi sınıfını ve onun gücünü içermektedir. Mücadelenin zaferi ve geleceğinin garantisi, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesine bağlıdır. İstanbul’un önemi de buradan gelmektedir. İstanbul, hem Ortadoğu, hem Kafkaslar, hem de Balkanlar için önemli bir merkezdir.
Direniş hattı, Sovyetler’in yenilgisinin ardından oluşan dünyada, sosyalizm mücadelesinin, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum mücadelesinin, yeniden boy atmasına bağlı olarak da güçlenecektir. Dünyanın herhangi bir yerinde gelişen direniş, doğal olarak bu direniş hattının bileşeni, müttefiki demektir. Ya da tersinden söylersek, bölgemizdeki direniş hattı, kendini dünyada gelişen direnişin bileşeni olarak ele almak zorundadır. İşin doğası budur.
Bu direniş hattı, emperyalizme, her türlü gericiliğe, çeteleşmeye, savaşa karşı, halkların ve işçi sınıfının özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin hattıdır. Bu hatta yer alan şehirlerin, güçlerin ne derece gelişmiş olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Önemli olan, direniş hattının gelişimi, bu gelişimin karakteri ve yayılmasıdır.
Dikkat noktamız, karşı-devrim hattının gelişiminden daha çok, direniş hattının gelişimi ve süreçleri olmalıdır. o