Bu nedenle olsa gerek, oyunlar, belli gruplara ayrılırlar. Mesela bazı oyunlar, komedidir. Bazı oyunlar ise trajedi adını alır. Elbette amacımız burada, tiyatro konusunda bilgi vermek de değildir. Ama bazı oyunlar, traji-komiktirler.
Ama ne olursa olsun, bir tiyatro eserini sahnelemek, her seferinde, ustalık ister, içinde enerji, içinde sevgi, içinde emek içermelidir. Yoksa, çok iyi bir oyunu çok kötü sahnelemek de mümkündür. Ya da komedi diye öylesine berbat bir oyun ortaya çıkarmak mümkündür ki, insanın aklı şaşar. Sahne, canlı performans demek olduğu için, riskleri de çok yüksektir.
Ama henüz tiyatro, “zavallı-komedi” diye bir şey bulmadı. Evet bazı komedi oyunları sahneye konmuş olabilir ve çok da kötüdürler. Ama “zavallı-komedi” yaratma işi, siyasi alana aittir.
Türk siyaseti, bugünlerde “komedinin zavallıcası”nı sahneye koymaktadır. Gülmek mümkün değil, ama kesinlikle bir komik durum olduğu da kesindir. İçinden acemilik akan, her yanından acemilik dökülen bir “danışıklı” oyun tarzı, komedi ile istemeden birleşince, ortaya bu durum çıkıveriyor.
Referandum çalışmaları temelinde, Hollanda’da ortaya konulan oyun, gerçekte, bir insan kendini ancak bu kadar küçük düşürebilir denilecek cinstendir. Küçük düşmek için, bunca para ödenmesi ise, tamamen komedidir. Tiyatrocular bizi affetsin, “ucuz komedi” terimi buna uymaz. Muhtemelen çok pahalıdır. Ama giden de kendi paraları değil, halkın parasıdır.
Enerji Bakanı’nın, ABD’de bir kişiye, 530 bin dolar verip, bir makale yazdırması, daha tazedir. Muhtemelen bu 530 bin dolar, “örtülü ödenek”ten, “Damat Berat” eli ile aktarılmış ve muhtemelen adı, “lobicilik” olarak konmuştur. Amerika’da, Türk lobisi, örtülü ödenekten Damat Berat eli ile verilen paralarla mı organize ediliyor?
Aynı Damat Berat, Hollanda tiyatrosunun bir yerinde, kendini göstermeye meraklı “yazar”lar gibi, sahnede görünmüştür.
Hollanda tiyatrosu, “Hollanda ile diplomatik kriz” olarak ele alınıp tartışılmaktadır. İşin bu yönü, daha da vahimdir.
Tiyatroya dayalı bir durum, bir “gerçek” olarak ele alınıp, gerçek bir olay olarak analiz edilmektedir. Bu durum, modern kapitalizm olmadan gerçekleşmezdi. Modern kapitalizm, tekelcidir. Modern kapitalizmde devlet, tekelci polis devletidir. Modern kapitalizm, medyanın karanlığı ile ayakta durmaktadır. Modern kapitalizm, insanı tüketmektedir. Modern kapitalizm, çürümüş bir sistemdir.
İşte Hollanda tiyatrosu, onun ardından konuşulan “gerçek”lik, bu çürümenin açık ifadesidir.
Erdoğan, Hollanda “diplomatik krizini”, Hollanda seçimlerine bağlamıştır. Üç gün sonra yapılacak seçimlerde, sağın yükselişine karşı hükümet, sağ bir konum alarak dur demek istemiş anlamına gelmektedir.
Demek ki, biz bilmesek de Erdoğan, sağın yükselişine karşı imiş.
Erdoğan, “hele bu seçimler geçsin, yanıt vereceğiz” demiş. Demek Erdoğan, Hollanda hükümetine yardım etmek istiyormuş.
Erdoğan, “Hitler” benzetmesini yaptı. Demek Erdoğan, sanıldığının tersine Hitler’i takip etmiyor, tersine eleştiriyormuş. Faşist sözünü de kullandı. Demek ki, onun danışmalarından, muhtemelen Mehmet Uçum, Erdoğan ile bir anti-faşist cephe kurma hazırlığındadır. Öyle olmalıdır.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Hollanda Başbakanı’na “Sen ne lalesin” demiş. Lale, cinsel bir aşağılama, bir küfür olarak kullanılmaktadır. Doğrusu, Saray çevresinde iyi bilinen bir argo olduğuna kanaat getirdik. Çünkü, bizim “sen ne lalesin” sözünün anlamını araştırmamız gerekti.
Yıldırım, Hollanda’yı seçim çalışmaları nedeni ile bu tarzda tuhaf davranışlar sergilemekle suçladı.
Bir AK Parti milletvekili, Hüseyin Kocabıyık, “krizin ardından evet oylarının %2 arttığını” söyledi. Yıldırım’ın açıklamalarının tam tesini söylemiş oldu. Demek, “evet oylarını artırmak için” Hollanda’nın yardımları devreye girdi. Hollanda, bunun karşılığında ne elde etti? Yoksa, Amerikalılara verilen paralar gibi, örtülü ödenekten, Damat Berat eli ile, bir lobicilik harcaması mı yapılmıştır?
CHP ve MHP, Hollanda ile ilişkiler kesilsin çağrısında bulundu.
Ekonomi Bakanı, bir ekonomik önlem almayacaklarını beyan etti.
Binali Yıldırım, acaba, bir ekonomik önlem alıp, gemicilikle ilgili sert uygulamalara gider mi? Mesela Hollanda’da kurulmuş olan Zealand Shipping’e TC devleti el koyar mı? Belki el koysa, biz de bu şirketin sahibinin Binalı Yıldırım mı, yoksa oğlu mu olduğunu öğrenmiş olurduk.
Bu arada, AK Parti basını, Doğan medyası, “toplantı özgürlüğü”, “basın özgürlüğü”, “ifade özgürlüğü” gibi kavramları anmaya başladı. Elbette, ülkemizde OHAL koşulları altında, bu özgürlüklerden söz edilince, traji-komik oluyor ve komedinin zavallıcası türü “saf”lığını kaybediyor.
Mesela bugüne kadar, kaç hayır mitingine, kaç hayır toplantısına, mesela kaç hayır afişine, kaç hayır bildirisine yasak koydular? Kaç kişiyi gözaltına aldılar? Acaba, üniversite öğretim üyelerinin yaşadıkları nelerdir? Acaba, işçilerin bir haksızlığa karşı açıklama yapma girişimleri, bir özgürlük değil midir? Acaba, kaç grev “ulusal güvenlik” yalanı ile ertelenmiştir? Acaba, kaç gazeteci, haber yapma özgürlüğünü sürdürebilmektedir?
Erdoğan, “benim vatandaşlarıma, atları ile itleri ile saldırdılar” dedi. Demek, TOMA’ların işçilerin, öğrencilerin halkın üzerine sürüldüğü ülke Türkiye değil. Demek şehirleri yıkılan, bombalanan ülke burası değil. Demek, Gezi Direnişi’nde halka saldıran, gençleri öldüren polislere “ikinci Çanakkale destanı” yazıyorsunuz diyen Erdoğan değil.
Uzatmak mümkün elbette.
Ama Hollanda tiyatrosu, gerçek anlamı ile çürümenin, çaresizliğin, zavallılığın da göstergesidir. Egemenlerin politik derinliği bu kadardır.
Halka karşı saldırganlıkları, işçilere karşı saldırganlıkları, kadına, öğrenciye karşı saldırganlıkları, gerçekte, korkularının ne kadar büyük olduğunun göstergesidir.
Hollanda tiyatrosuna bakınca, içerideki saldırganlıklarının, devlet terörünün yanında, ne kadar akıllı olduklarını da görebiliyoruz. Büyük ustalık bu olsa gerek: Bas parayı, bul karayı.