Kürt sorunu ve yeni barış diyaloğu

Ekim 2024’te Bahçeli, kendinden beklenmeyen bir hamle ile, DEM Parti meclis sıralarında el sıkmaya başladı. Birçok kişi için bu şaşırtıcı hareketti. Ama daha o andan anlaşılmaktaydı ki, arka planda bir yol arayışı var. Bu arayışın sahiplerinin NATO çevreleri olduğunu düşünmek abartılı olmaz. NATO anılmadan, TC devleti demek yeterli olmaz. Bahçeli’nin “aklı” olan Atasagun, tam da NATO ile birlikte ele alınmalıdır. Bahçeli’nin “cesareti” midir, yoksa NATO’nun gücü müdür, düşünmeye gerek yok. NATO’nun gücüdür.

Zaman geçtikçe Bahçeli’nin, sanki birisi onu arkadan itiyormuş gibi (her kukla arkasından itilmezse de, iplerle oynatılır), açıklamaları daha da gelişti. Bahçeli, Öcalan’ın mecliste DEM grubunda konuşarak, silah bırakma ve PKK’nin feshini ilan etme çağrısı yapmasını istedi. Ve karşılığında da “umut hakkı”ndan söz etti. Kürt hareketi için önemli bir simge olan Öcalan’ın “umut hakkı”ndan yararlanması için, (a) silah bırakma, (b) PKK’nin kendini feshetmesi şartı konuluyordu. Ama sıra PKK tarafına gelince, “koşulsuz şartsız” deniliyordu. Yani, devletin şartları var ama PKK’nin koşulsuz şartsız olması gerekliydi.

Doğrusu biz bu çağrıları, aslında devletin, PKK’yi gafil avlamak için bir hamlesi olarak ele aldık. Hâlâ da böyle düşünüyoruz. Aynı anda kayyum politikaları devreye daha fazla girmeye başladı. Demek ki, bir yandan kayyum politikaları ile siyasal alan daraltılırken, o meşhur deyim ile “demokratik siyasetin önü kesilirken”, diğer yandan da bir yeni diyalog, daha ileri boyutlarda sonuçlar verecekmiş gibi bir tutum alınıyordu. Bu iki tutum, sanki devletin iki kanadının tutumu gibi açıklanıyordu. Kendi konumlarına da uygundur, bu yolla “inandırıcılığı” artmış hamlelerdir. Erdoğan çok da istekli değil, o nedenle kayyumlar atanıyor, ama Bahçeli kanadı ya da Atasagun kanadı “barış” istiyor gibidir. Daha geniş perspektiften, her ikisi de aynı sürecin parçalarıdır. Çünkü süreç, bir yandan şiddeti bir yandan da “barış” umudunu vermeyi içeriyor.

Gelişmelere, dikkatlice “süreç” demekten kaçınılıyordu. Bu sadece devletin hassaslığı da değildi. Demek ki TC devleti bu konuda epeyce uyarılmış gibidir.

Sanırım, “barış diyaloğu” demek mümkündür. Öyle ya bir adı olmalı. Herkes “barış”tan söz ediyorsa, biz de “barış diyaloğu” diyelim.

Ve bu barış diyaloğu, Öcalan’ın tecridinin bir ölçüde ve zorunlu “aralanması” ve DEM Parti yetkilileri ile görüşmesi yolu ile devam etti. Devletin Öcalan ile görüşmeleri elbette daha önce başlamış olmalıdır. Ama DEM Parti yetkilileri ile ya da devlet dışındaki kesimlerle görüşmesi, tecridin “aralanması” demek olabilir. Yoksa tecrit sürüyor. Öyle anlaşılıyor, telefonlarla PKK kadrolarına ulaşmak mümkün olmadı. Hizbullah’a dönük İsrail-ABD suikastlarını düşününce PKK’nin bu konuda çok tedbirli davranacağını düşünmemek hata olurdu. Sonuçta devreye mektup girdi. Ve ardından, 27 Şubat’ta, Öcalan’ın açıklaması yayınlandı.

Biz, bu açıklamanın detayları üzerinde çeşitli yorumlar yapmaktan yana değiliz. Değiliz, çünkü, (a) açıklama Öcalan’ın tek başına açıklaması değildir ve devletin izin verdiği sınırlar içindedir, (b) sonuçta çağrıda “silah bırakma ve kongre toplayarak PKK’nin feshi” çağrısı vardır. Ve bu konuda bizim diyebileceğimiz bir şey yoktur. Bu 40 yılı aşkın bir gerilla hareketinin kendisinin vereceği bir karardır. Silah bırakma ve PKK’nin feshi, zaten yoruma yer bırakmayacak bir açıklıkta çağrıdır.

Burjuva siyaset, acaba bir pazarlık var mı, diye tartışıyor. Bizim için böylesi bir tartışma yoktur. Yoktur, çünkü elbette PKK’nin bunları yapmasının (eğer yapacaksa) bir karşılığı olmak zorundadır. Bu koşulsuz bir çağrıdır propagandası, aslında devletin görüşmeleri gizli tutma siyasetinin bir sonucudur. Dahası, eğer PKK silah bırakacak ve kendini feshedecekse, TC devletinin bunun sonuçlarını bir biçimde bir gerçeklik olarak ele alması gerekli olacaktır. Yani, mesele şu ki, devlet şimdi ne yapacaktır? Yoruma açık olan nokta, gazetecilerin tartıştığı gibi PKK ne yapacaktır meselesinden önce, devlet ne yapacaktır konusudur.

Biz biliyoruz, TC devleti, açıkça kendi konumunu ortaya koymaktadır. İçinde bulunduğu çıkmaz, onu bu noktaya getirmiştir. Ve açıkça, “ya silah bırakacaksın ya da yok olacaksın” siyaseti devrededir. “İç cepheyi güçlendirmek” denilen siyasetin bir parçası, Kürtleri silahsızlandırmak ve Kürt hareketi içinde Barzani çizgisini egemen kılmaktır (İç cepheyi güçlendirmek sadece bundan ibaret değildir elbette. İç cepheyi güçlendirmek, gelişmekte olan direniş hattını da yok etmekle bağlantılıdır. Bu konuda ne denli saldırgan olduklarını biliyoruz, yaşıyoruz). Bu durum, Ortadoğu’daki durumdan, paylaşım savaşımının bölgeye yansımalarından bağımsız bir durum değildir. Öyle anlaşılıyor, TC devleti, sanki hiçbir adım atmıyor ve sadece Kürt hareketi silah bırakıp, PKK de kendini feshediyor izlenimini uyandırmak istemektedir. Açıkça söyledikleri şey, buna uymayanların imha edileceğidir. Bu, elbette onların planıdır. Ama Kürt hareketi bu durumu, onların istediği gibi yürütecek diye bir kural hiçbir zaman yoktur. Kürt hareketi, 50 yıla yakın geçmişi ile, bu konuda bir birikime sahiptir.

Onlar, NATO demektir. Yani, bu bir NATO planıdır. Ve plan, açıkçası, Türkiye’yi İran’ın üzerine sürme planının bir parçasıdır.

Bunu Kürt hareketinin, PKK’nin de bildiğini varsaymak gerekir ve öyledir. Bu durumda, Kürt hareketinin, bu yeni hamlelerin önüne getirdiği durumu düşünerek çeşitli manevralar yapması doğaldır. Kimse, PKK’nin bu süreci görmezden gelmesini beklememelidir. Bu doğru olmaz. Elbette zor bir süreçtir. Ancak bu süreci görmek demek, kendini feshetmek ve silah bırakmak demek midir? Elbette değildir. Bu konuda da karar sahibi biz değiliz.

Nitekim PKK, Öcalan’ın açıklamalarının içeriğine katıldığını ve gereğini yapacağını açıklamıştır. Hemen 1 Mart’tan başlayarak, ateşkes ilan etmiştir. Şimdi, TC devletinin ne yapacağına bakmak gerekir. Zaten Öcalan, sürecin gerektirdiği demokratik adımların atılması gereğini de vurgulamıştır. Bu bölüm metnin dışında vurgulanmıştır. Öyle anlaşılıyor, devlet tarafı, metne bu bölümü koymadan, bunun sözle açıklanmasını uygun görmüştür. Ne de olsa PKK, bir günde kongresini toplayamaz. Hem sonra bu kongrede, Öcalan’ın görüşlerini savunmasının fizikî yolu olduğu da şüphelidir. Öyle ise şimdi, Öcalan’ın satırlarının arasını okumak-yorumlamak yerine devletin ne yapacağını yorumlamak, görmek gerekir.

Şimdi, bizim, bu metnin yorumu üzerine durmamızın bir anlamı yoktur. Zaten çeşitli burjuva kesimler, bu konuda çok farklı yorumlar da yapmaktadır. Oysa silah bırakma ve PKK’nin feshi çağrısı açık ve nettir. Olumlu ya da olumsuz değerlendirebilirsiniz ama nettir. Efendim, bu çağrı dört parçadaki Kürt hareketine de mi yapılıyor, diye sorulmaktadır. Bunun çok büyük bir anlamı yoktur. Metin açık ve nettir. Ve devlet cephesi, bu çağrının kapsamını, bu tartışmalarla genişletmek istemektedir. Nitekim, bir süredir ortalıkta görünmeyen Bahçeli (gerçekte Atasagun) bir açıklama yapmış ve (a) ateşkes yeterli değildir, silah bırakacaksınız, (b) bu çağrı “kurucu önderin çağrısıdır ve tüm Kürt gruplarını kapsamaktadır,” demiştir. Demek ki, görüşmelerin bir tarafı, açık olarak, Suriye, İran, Irak ve Türkiye içindeki tüm Kürt hareketlerinin silah bırakmasını istemektedir. Herhâlde, Suriye’deki Kürtlerin, silahları alıp TC devletine teslim etmesi beklenmektedir. Öyle anlaşılıyor, bu sadece Öcalan’a söylenmiyor, ABD’ye de söyleniyor olmalıdır. Özeti şudur, hepsi silah bırakırsa, biz o zaman bizden istenen İran’a saldırı işinde görevimizi yaparız.

Ama ABD’nin denetiminde, yeni bir haber geldi ve HTŞ ile SDG arasında anlaşma imzalandığı duyuruldu. Böylelikle, YPG’nin silah bırakması konusunda ortalıkta olmayan Bahçeli ağzından konuşan Atasagun’un sözlerinin de anlamı kalmadı. Artık, YPG, Suriye’deki yeni rejim ile muhataptır. Bu anlaşmanın neye varacağını bilmeyiz ama biliriz ki, bu hamle, TC devleti için yeni bir hâldir. Ve biliriz ki, aslında savaş döneminde hiçbir anlaşma kalıcı değildir.

TC devletinin yetkilileri, “terörsüz Türkiye”, “iç cephenin güçlendirilmesi”, “ya silah bırakırsın ya da sizi gömeriz” vurguları ile kendi konumlarını ortaya koymaktadır.

Peki biz neyi tartışmalıyız? Öcalan’ın metninin yorumlanmasını mı yapmalıyız? Hayır. Kürtlerin bunu nasıl karşılaması gerektiği ve ne adım atması gerektiğini mi? Hayır, çünkü bunun için erkendir. Daha ortada süreç tüm yönleri ile netleşmiş değildir. Ama bizim bakışımızla Türk ve Kürt’ün ortak devleti diye bir şey yoktur. Özgür Özel’in, “el artırıyorum, Kürtlere devlet vaat ediyorum” sözleri temel alınamaz. Dahası, devletler, halkların devleti değildir, olamazlar, sınıfların devletidir. Elbette Kürt halkının, Bahçeli’nin, Atasagun’un, Erdoğan’ın, Özgür Özel’in vb. sözlerini temel alarak hareket etmesi varsayımı üzerine tartışmamız da mümkün değildir. Bu sürecin daha da netleşmesi gereklidir. Kürtlerin her kazanımını, işçi sınıfının ve ezilenlerin bir kazanımı olarak gören bir hareket olarak, süreç netleşmeden, varsayımlar ve hattâ ağırlık kazanmış eğilimler üzerinden tartışmamız doğru olmaz. Kaldı ki, bir dünya savaşı ya da savaş içinde, ittifaklar ve anlaşmalar, bozulmaya çok meyillidirler.

Peki neyi tartışmalıyız?

Birincisi, ortada bir “barış”a şans verme hâli vardır. Bu ister gerçek olsun, isterse TC devleti bu konuda samimi olmasın, “barış”a şans verilmesini istemek kimse için bir fazlalık değildir. Biz, TC devletinin bu konuda samimi olmadığını, NATO’nun bu konuda tutumunun net ve her zaman belli olduğunu düşünüyoruz.

Yani, Kürt hareketinin ya da Kürtlerin ve onların yanında yer alanların “barış”tan söz etmesi tuhaf değildir. TC devletin tüm baskı ve şiddet politikalarına, katliam politikalarına rağmen, Kürt hareketinin barışa şans vermekten söz etmesini eleştirmek bir anlam ifade etmez.

Konu barış veya barışa şans vermek ise, TC devletinin tutumu eleştirilebilir. Kürt sorununun nedeni, Kürt insanın, Kürt halkının var olması değildir, TC devletinin politikalarıdır. Sorunun kaynağı, egemenin politikalarıdır. Öyle ise, buyursun, egemen, atacağı adımları atsın ve biz de görelim.

İkincisi, Kürt sorununun bugünkü durumudur. Bunu tartışmak mümkündür. Biliniyor, Kürt hareketi, 4 parçayı kapsamaktadır. İran, Irak, Suriye ve Türkiye sahasında liberal ve uzlaşmacı çizgiyi terk ederek devrimci bir rotaya yönelen, PKK önderliğinde (Atasagun, pardon Bahçeli, “kurucu önderlik” derken, aslında PKK’nin önderliğini de kabul etmiş olmaktadır) Türkiye parçası olmuştur. Irak savaşı, yani ABD’nin Irak’ı işgali süreci, Barzani yönetiminde bir Kürt özerk bölgesinin oluşumuna neden olmuştur. Suriye savaşı ise, Koban? başta olmak üzere Suriye’de yeni bir Kürt alanının fiilî olarak oluşumu noktasına gelmiştir. Her iki parçada da, Türkiye’de süren uyanış çizgisinin etkisini görmek mümkündür. Suriye sahasında PYD’nin, PKK’nin uzantısı olduğu görüşü (PYD elbette farklı bir örgüttür ama PKK’den etkilenmesi kaçınılmazdır), başka hiçbir kanıta gerek bırakmadan bunu ifade etmektedir. Gerçekte, her parçadaki hareket, kendine özgü yönleri olan hareketlerdir.

Kürt sorunu, Öcalan daha tutuklanmadan, 1992 yılında bazı açılardan çözülmüştür. Kürt uyanışı gerçekleşmiş (ulusal bilinç oluşmuş) ve halkın aktif desteği alınmıştır. Direnen ve özgürlüğü için savaşan bir halk gerçeği ortaya çıkmıştır. Türkiye’deki yasal çerçeve ne derse desin Kürt halkının birçok sosyal ve kültürel kazanımı ortaya çıkmıştır. Bugün Kürt kadınlarının özgürleşme düzeyi, bunun daha da ilerisidir. Kürt kimliği, devlet ne derse desin, ifadesini bulmaktadır. Yasal çerçeve ne olursa olsun, kimse Kürt olana eski gibi davranma, onu aşağılama yolunu tutamaz hâle gelmişti. Evet bunun yasal çerçevesi ortaya çıkmamıştı. Bir anlamda, 1992 yılında, Kürt sorunu, bir ulusal uyanış anlamında çözülmüştür. Sorun yoktur anlamında değil elbette. Ama hareket kitleselleşmiş, “halklaşmış”tır. Bu bir anlamda, dar anlamda, Kürt sorununun çözümü demektir. Eski kavramlarla gidersek, demokratik devrim denilebilir. Devrim, elbette iktidarı aldığında başka bir yere gelmiş olur. Ama Kürt sorununun özgün anlamda çözülmüş olmasını söylemek, tam da bu eksiklikleri de ifade eder.

Öte yandan, Kürt hareketi içinde uzlaşmacı, işbirlikçi çizgi de eskisi gibi kalamamıştır. Barzani çizgisi varlığını sürdürürken, burjuva-feodal anlayışın beslediği Barzani çizgisi dışında bir başka ulusal-liberal çizgi artık ortadadır. Barzani çizgisi ile devrimci çizgi arasında yer alan ama özü gereği Barzani çizgisinin modern hâli olan bu burjuva liberal çizgi ortaya çıkmıştır. Bu burjuva liberal çizgide burjuva düşünüş, klasik Barzani çizgisindeki burjuva-feodal çizgiden daha baskındır. Bu çizgi, daha çok Kürt orta sınıflarına dayanmaktadır. Ve elbette işbirlikçileri de içindedir. Barzani çizgisinden bazı açılardan ayrılmaktadır. Ama yine de özü itibarı ile, iki ana çizgiden söz etmek mümkündür. Barzani çizgisi ve devrimci çizgi.

Ve Kürt sorununun çözümü denildi mi, bunun hangi sınıfların çıkarına bir çözüm olduğunun da büyük ve belirleyici önemi olduğunu unutmamak gerekir. Bu iki ana çizgi, kişilerin karakterlerinden değil, sınıfların durumundan ileri gelmektedir. Böyle bakılırsa bu çizgiler anlaşılabilir. Ve elbette, bu iki çizgi, her parçada vardır.

Öte yandan bugün, Kürt sorunu bölgesel, hattâ uluslararası bir boyut kazanmıştır. Her büyük güç, ister ABD ister AB olsun, Ortadoğu ile ilgili planlarının içine Kürt hareketini koymak zorundadır. Bu durum, bir yandan, Kürt devriminin gelişimini gösterirken, diğer yandan, sürecin kapsamlı hâle geldiğinin ve birçok yeni zorluğun ortaya çıktığının da kanıtıdır. Kürt hareketi, bugün dünyanın hemen her yerinde çeşitli temsilciliklere sahiptir. Ve bölgede çok farklı güçlerle “karşı karşıya” geldiğini de vurgulamak gerekir.

Kürt hareketi içinde, özü gereği Barzani çizgisi içinde ele alınacak ama farklı bir versiyonu da barındıran yapılanmalar vardır. Uluslararası politikanın içinde, ABD ile, zorunlu veya gönüllü ilişkilerin geliştiğini de tespit etmek gerekir. Suriye sahasında, Irak sahasında devrimci güçlerin yanında bu güçleri de görmek mümkündür.

Öte yandan, Kürt direnişinin, her zorluğa rağmen, bölgede devrimci bir rol oynadığı ve devrimci çizgisini koruyanların etkisinin sürdüğünü de tespit etmek gerekir.

Tüm bu koşullar altında, ortaya çıkan her gelişme veya temasa, olumsuz yaklaşmak doğru değildir.

Kabul etmek gerekir ki, Kürt hareketi, yılların birikimine sahiptir ve bu birikimini farklı manevralar yapmakta da kullanması beklenendir.

Kürt hareketi, 40 yılı aşkın süredir, ülkemizdeki siyasal aktörlerin ana gündemlerinden biridir. Bu, burjuva siyaset için geçerli olduğu gibi, devrimci işçi hareketi için de geçerlidir. Kürt hareketinin kazanımları söz konusu olmasaydı, mesela “anadilde eğitim” gibi bir konu, bugünkü hâline gelmiş olmazdı. Bu tüm halkların bir kazanımıdır. Kimlik sorunlarının çözümü, devrimci işçi hareketinin önünü açıcıdır.

Bu nedenle, Kürt hareketinin her yeni durumda, “bak uzlaştı” gibi değerlendirmelerle ortaya çıkmış olan birikimi hafife almak doğru değildir. Kendimizin yapması gerekenleri, zaten omuzlarında ağır yükler taşıyan Kürt hareketinden beklemek, doğru değildir. Bu böyle olmuyor diye, Kürtlerin devletle her temasına, “bak uzlaşıyorlar” diye bakmak da yerinde değildir.

Öcalan, “tarihî sorumluluğunu alıyorum” diyerek, PKK’nin feshedilmesini ve silah bırakılmasını önermektedir. Bu elbette bizim için alkışlanacak bir durum değildir. Ama dediği gibi bunun tarihsel sorumluluğu kendisine aittir. Sakin olmak ve PKK’nin atacağı adımlara bakmak gerekir. Sürece sadece PKK’nin “ne kaybedeceği” ile bakmak yerine, aslında bu sürecin, TC devletini ne denli etkilemekte olduğunu görme isteği ile de bakmak gerekir. Bugüne kadar terörist olarak ilan edilen Öcalan, şimdi, MHP tarafından çağrılarla meclise davet edilmektedir. Bu durum, TC devletinin ideolojisinin temel taşlarından biri olan milliyetçiliğin eskimiş olduğunu da göstermektedir. “Eskimiş” derken, hiçbir rolü kalmadığını söylemiyoruz. Ama milliyetçiliğin ve dinciliğin etkisinin eski biçimde olmadığını görmek gerekir.

Peki, TC devleti, bu sorunu çözmek için, gereken adımları atabilecek midir? Sanmıyoruz. Aslında burjuva uzmanlar, burjuva cephe, bu soruyu es geçmek için, Öcalan’ın açıklamasının kimi kapsadığı gibi yorumlara, çeşitli tartışmalara yönelmektedir. Oysa sorunun kaynağı TC devleti ve onun uygulamalarıdır. Yıllardır yaptıklarıdır. Takrir-i Sükûn Yasası’ndan bu yana bu süreç hep vardır. Öcalan’ın açıklamaları karşısında, TC devleti nasıl adımlar atacaktır? Bu “uzman” gazetecilere, bu konuyu tartışmalarını öneririz.

Öcalan açıklamasını yapmıştır. Kürt hareketinin farklı kesimlerinin bunu nasıl değerlendireceği, onların sorunudur. Bizim bıkmadan usanmadan altını çizmek istediğimiz nokta, TC devletinin katliam politikalarını her zaman devrede tuttuğu gerçeğidir. NATO, şimdi, sürece daha farklı girmiştir. Ama bu, TC devletinin katliam politikalarına olan ilgisini azaltmayacaktır.

NATO’nun, ABD’nin istediği açıktır: İran’a karşı savaş için kara gücü oluşturmak. Bu doğrultuda İsrail ve Türkiye üzerinden, İran’a karşı savaş hazırlıkları yapılmaktadır. Bu artık bir sır değildir. İran’a karşı savaş, TC devleti için sıradan bir karar değildir. Zordur. Kürtlerin direnen kesimlerinin bertaraf edilmesi yolu ile, onlara imha siyasetinin dayatılması ile, Kürt hareketi içinde Barzani çizgisinin egemen kılınması istenmektedir. İran’a karşı savaş bunu gerektiriyor, diye düşünülmektedir. Dünya çapında süren savaş, ABD emperyalizmini Çin ve Rusya’yı engellemek için, Ortadoğu’dan geçen yolların hazırlanması konusunda hamleler yapmaya itmiştir. Bunun açıkça konuşulduğu ve Kürt uzmanlar içinde de yer bulduğu bilinmektedir. Bunun için Kürt hareketinin bu planların parçası hâline getirilmesi isteği vardır.

Bu onların, emperyalist güçlerin isteğidir. Ve Kürtleri imha etme olanağını eline aldığını düşünen TC devletinin bu yola girmesi, elbette çok da zor değildir. NATO ile TC devleti arasındaki fark, birincisinin bazı Kürtleri, ikincisinin ise mümkünse tüm Kürtleri imha etmeyi istemesi şeklindedir.

Biz elbette ki Kürt devriminin bölgedeki devrimci direnişin bir parçası olmasını isteriz. Gönlümüz bundan yanadır. Bu, bölgemizdeki işçi hareketinin çıkarları gereği böyledir. Ama bu konuda Kürt hareketine akıl verecek durumda olmadığımızı da görmek gerekir.

Bize pratik olarak sorulan soru, “barıştan yana mısınız” sorusu ise, elbette barıştan yanayız. Kürt halkı için onurlu bir barıştan yanayız. Kendini bugüne getiren hattı inkâr etmeden, onurlu bir barış mümkün ise, bundan elbette yanayız. Bu nedenle de, Kürtlerin barıştan yana olmaları durumunu en geniş halk kitlelerine anlatmaktan yanayız. Bu açıdan DEM Parti’nin halka ulaşma çabalarını olumlu buluruz. TC devletinin veya NATO’nun bunu, yani onurlu bir barışı, istemediğinden de eminiz. Egemenlerin barış planları sahtedir ve ancak kendilerine boyun eğilmesi hâlinin farklı kelimelerle ifadesidir. Egemenler barıştan söz ediyorsa, elbette, eski yöntemlerle yönetemiyorlar demektir. Ama bu, hiç yönetemiyorlar demek değildir.

Varsayalım ki PKK kendini feshetmiş olsun, peki, TC devletinin Kürt sorununu çözme planı nedir? Kürtlerin deyimi ile “AKP-MHP faşizmi” demokratikleşecek midir? Diyelim ki Kürtçe konuşulmasının önündeki engeller ortadan kalkacaktır (ki engellere rağmen bu konu aşılmıştır), bu konuda yeni yasalar yapılacaktır, peki, Kürt emekçileri, Kürt işçileri nasıl yaşayacaklardır? Onların sömürüden kurtulması nasıl sağlanacaktır?

Kürt devriminin işçi ve emekçi Kürtler içinde yarattığı uyanış, egemenin oyunları ile ortadan kaldırılamayacaktır. Bunu bizim kadar egemenlerin de gördüğünden şüphe etmemek gerekir. Kayyum politikaları, Kürtlere dayatılan şiddet ve katliam politikaları, bunun kanıtıdır. Kürtlerin sürece zarar vermeyelim tutumları, egemende zerrece yoktur.

Dünyada bir emperyalist paylaşım savaşımı sürmektedir. Bu savaşım, ABD hegemonyasının aşınması nedeniyle gündeme gelmiştir. Savaş, başlıca beş emperyalist güç arasındadır ve bunlar, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya’dır. İtalya, Kanada vb. ülkeleri unutmuş değiliz, sadece onların etkinliğinin arka planda olduğunu söylemek için vurguyu 5 emperyalist güce yapıyoruz. Bu beş emperyalist güç, Rusya ve Çin’i, ortaklaşa yenilgiye uğratarak, sömürgeleştirmek yolu ile krizlerini aşmak istiyorlar. Ukrayna üzerinde süren, bugün ABD ve NATO’nun açık yenilgisi ile bir noktaya gelmiş olan savaş yolu ile ABD, diğer emperyalist güçleri, kendi arkasına almıştır. Bu açıdan AB’nin, en çok da Almanya’nın iradesini kırmıştır. Ama bugün, Ukrayna üzerinde bir “barış” görüşmeleri başlamıştır ve beşli emperyalist güç arasındaki çatışma yeniden öne çıkmaya başlamıştır.

Bu paylaşım savaşımının odak noktalarından biri Ortadoğu’dur, bölgemizdir. Ve bölgemizde bir sosyalist devrim, bu savaş bulutları arasında gelişmektedir. Elbette daha da gelişecektir. Bu nedenle, bölgemiz devrimci hareketlerinin enternasyonalist birliği, dünya devrimci hareketinin enternasyonalist birliği yanı sıra, büyük bir öneme sahiptir. Bölgemizde işçi sınıfının gelişkin olduğu Türkiye, İran ve Mısır gibi ülkeler, bu gelişen sosyalist devrim için büyük öneme sahiptir. Bölgemizde, hangi parçasında olursa olsun gelişecek bir sosyalist devrimin zaferi, diğer parçaları da büyük bir hızla etkileyecektir. Bugünün nispeten küçük devrimci güçleri, bu mücadelede büyük etkilere sahip olacaktır. Bu nedenle, tüm devrimci güçlerin enternasyonalist birliği, büyük bir öneme sahiptir. Ve elbette Kürt devrimci hareketi, bu açıdan birçok yönden önemli olanaklara sahiptir. Tüm bölgede devrimci hareketlerin önünde, devrimci işçi siyasetini geliştirme, kökleştirme, eskimiş anlayışlardan uzaklaştırarak sağlamlaştırma görevi vardır. İşçi sınıfının vatanı yoktur. Bu bölgemiz için çok daha fazlası ile geçerlidir.

Paylaşım savaşımının içinden çıkışın tek yolu, işçi sınıfının devrimci çizgisini temel alan yoldur.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz