Giriş
Sömürgecilik, yalnızca tarihsel bir dönemeç olarak değil, kapitalizmin süreklilik arz eden bir boyutu olarak anlaşılmalıdır. Latin Amerika ve Afrika, bu sömürgeci zihniyetin en ağır bedelini ödemiş kıtalardır. Madencilikten petrol ve ormanlara kadar doğal kaynakların acımasızca sömürülmesi, bu coğrafyaların yalnızca zenginliklerini değil, insanlarını ve doğalarını da talan etmiştir. Türkiye, son yıllarda yaşadığı neoliberal dönüşümle bu sürece benzer bir sömürü düzeninin parçası hâline gelmiştir. Bu yazı, kaynakların sömürüsünü, şirketlerin kirli politikalarını ve halkların bu sömürüye karşı verdiği mücadeleleri derinlemesine değil ama incelemeye çalışan bir yazı olarak düşünüldü. Elbette tartışılır bir sürü eksiği olacaktır. Sadece bugün ülkemizde yaşanan doğa, çevre, yaşam alanı yağmasının halkın hiçbir çıkarına olmadığını, sadece şirketlerin kazançlarına kazanç katmaktan başka bir şey olmadığını, dünyanın çeşitli coğrafyalarında yaşanmış örneklerle kalemim yettiğince anlatmaya çalıştım.
1. Latin Amerika: Altın, gümüş ve petrolün kanlı tarihi
Sömürgecilik dönemi ve doğal kaynakların yağmalanması: 15. yüzyılda İspanyollar ve Portekizliler tarafından sömürgeleştirilen Latin Amerika, altın ve gümüş madenlerinin keşfiyle birlikte kıtada büyük bir ekonomik ve ekolojik yıkım yaşamıştır. Bolivya’da yer alan, And Dağlarının eteklerinde tarihi bir şehir olan Potosí’deki gümüş madenleri, Avrupa’nın kapitalist yükselişinde merkezi bir rol oynarken, bu süreçte milyonlarca yerli halk madenlerde köle olarak çalıştırılmış ve katledilmiştir (Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları).
İspanya: Latin Amerika’daki sömürgeci güçlerden sadece biriydi, ancak en geniş topraklara sahip olanıydı. İspanya’nın yanı sıra, Portekiz de Latin Amerika’da önemli bir sömürgeci güçtü. 1494’teki Tordesillas Antlaşması ile İspanya ve Portekiz, Latin Amerika’yı kendi aralarında böldüler. Bu antlaşmaya göre, Brezilya Portekiz’e, geri kalan büyük bölge ise İspanya’ya bırakıldı.
Bunun yanı sıra, diğer Avrupa devletleri de Latin Amerika’da sömürgecilik yapmaya çalıştı:
Fransa: Haiti, Karayipler ve Guyana gibi bazı bölgelerde koloniler kurdu. Haiti’deki köle ayaklanmaları, 1804’te Haiti’nin bağımsızlığını kazanmasına yol açtı.
İngiltere: Karayipler’de Jamaika, Barbados ve Bahamalar gibi kolonilere sahipti. Aynı zamanda, bugünkü Belize ve Guyana da İngiliz sömürgesi altındaydı.
Hollanda: Surinam ve bazı Karayip adalarında koloniler kurdu. Bu bölgeler özellikle şeker ve diğer tropikal ürünlerin üretimi için kullanıldı.
Sömürgeci devletler, Latin Amerika’nın doğal kaynaklarını sömürerek kendi ekonomik ve askerî güçlerini artırdılar. İspanya’nın Latin Amerika’daki hâkimiyeti, diğer sömürgeci güçlerle rekabet hâlindeydi, ancak bölgedeki zengin maden kaynakları İspanyol imparatorluğunun güçlenmesine büyük katkı sağladı.
Emperyal rekabet ve kaynak savaşları: Sömürgeci devletlerin Latin Amerika üzerindeki kontrol savaşları, yalnızca madenlerin değil, petrol ve tarım alanlarının da sömürülmesine yol açtı. ABD’nin Monroe Doktrini ile (1823’te ABD Başkanı James Monroe tarafından ilan edilen bir dış politika ilkesi) kıtadaki emperyal varlığını pekiştirmesi, 20. yüzyılda şirketlerin gücünü artırdı. Bu doktrin ile ABD, Avrupa’nın Amerika kıtasındaki siyasi işlere müdahale etmemesini ve yeni koloniler kurmamasını talep etmiştir. Monroe, Amerika’nın kendi kıtasındaki bağımsızlık hareketlerini destekleyeceğini vurgulayarak, Avrupa’nın eski sömürge düzenini sürdürmesine karşı çıkmıştır.
Monreo Doktrini genellikle Amerika’nın Batı Yarımküre’deki etkisini pekiştirme amacıyla, bu kıtayı ABD’nin “arka bahçesi” olarak görme yaklaşımını yansıttığı için böyle tanımlamak en doğru tanım olur sanırım. Bu doktrin, Avrupa müdahalelerine karşı koruma sağlarken, aynı zamanda ABD’nin kendi çıkarlarını önceliklendirdiği bir strateji olarak değerlendirilebilir. Aynı bu bağlamda, ABD’nin kıtadaki siyasi ve ekonomik nüfuzunu genişletme hedefini desteklemiştir.
Özellikle Standard Oil ve United Fruit Company gibi şirketler, Latin Amerika’nın kaynaklarını yağmaladı (Chomsky).
Doğa ve halkların tahribatı: Latin Amerika’nın tropik ormanları, kahve, kakao ve şeker kamışı plantasyonları ile talan edilirken, halklar zorla yerlerinden edildi. Amazon ormanlarının yok edilmesi, kıtanın ekolojik dengesini geri dönülmez şekilde bozdu.
Doğa ve halkların tahribatı, çeşitli sosyal, ekonomik ve çevresel faktörlerin etkileşimi sonucu ortaya çıkan karmaşık bir meseledir. Bu tahribat, genellikle şu şekillerde kendini gösterir:
a. Ekolojik tahribat
Sömürgecilik ve sanayileşme: Sömürgeci güçlerin yerel kaynakları sömürmesi, doğal alanların yok olmasına yol açtı. Ormanların kesilmesi, madenlerin çıkarılması ve tarım için arazilerin dönüştürülmesi doğayı büyük ölçüde tahrip etti.
Kirlilik: Sanayileşmenin getirdiği atıkların su, hava ve toprağı kirletmesi, ekosistemlerin bozulmasına neden oldu. Bu durum, biyolojik çeşitliliği tehdit eden ciddi sonuçlar doğurdu.
b. Halkların tahribatı
Kültürel soykırımlar: Yerli halkların kültürel değerleri, gelenekleri ve dilleri, dış müdahalelerle tehdit altına girdi. Sömürgecilik döneminde birçok yerli kültür yok olma tehlikesiyle karşılaştı.
Sosyal ve ekonomik eşitsizlik: Sömürgeci politikalar, yerel halkların ekonomik kaynaklarına el koyarak derin sosyal eşitsizlikler yarattı. Bu durum, yoksulluk, açlık ve sağlık sorunlarını artırdı.
c. Siyasal Tahribat
Siyasi istikrarsızlık: Dış müdahaleler ve sömürge yönetimleri, yerel yönetim yapılarını zayıflattı. Bu, iç çatışmaların, savaşların ve siyasi istikrarsızlıkların artmasına neden oldu.
Toplumsal uyumun bozulması: Farklı etnik gruplar arasındaki gerilimler ve sosyal bölünmeler, yerel halkların dayanışma ve birlikte yaşama kabiliyetini zayıflattı.
d. Doğa ve insan arasındaki denge
Sürdürülebilirlik: Doğal kaynakların aşırı tüketimi, ekosistemlerin bozulmasına ve iklim değişikliğine yol açarak, insan yaşamını tehdit eden sorunlar ortaya çıkardı. Bu durum, toplumların gelecekteki refahını tehdit eden bir unsurdur.
2. Afrika: Elmas, altın ve koltanın gölgesinde bir kıta
Sömürgecilik ve doğal kaynakların sömürülmesi: Afrika kıtası, Avrupalı sömürgeci güçler tarafından özellikle 19. yüzyılda kaynak savaşlarının merkezi hâline geldi. Kongo’da Belçika Kralı II. Leopold’un uyguladığı soykırım politikaları, elmas, altın ve kauçuk gibi kaynakların sömürüsü ile kıtayı derin bir yoksulluğa itti (Hochschild, Kral Leopold’un Hayaleti).
Küresel şirketler ve kaynak yağması: Bağımsızlık dönemlerinden sonra bile Afrika’nın kaynakları küresel şirketler tarafından sömürülmeye devam etti. Özellikle koltan ve diğer nadir mineraller, Batı’nın teknoloji devleri için hayatî önem taşırken, bu kaynakların çıkarılması yüz binlerce insanın ölümüyle sonuçlandı. Kongo’da elmas ve koltan madenciliği, çatışmaları ve insan hakları ihlallerini körükledi (Tüketim Altındaki İnsanlar: Küresel Ekonomide Yeni Kölelik).
Çevresel tahribat ve ekosistemin çöküşü: Sömürgeci devletlerin Afrika’da başlattığı tarımsal monokültür ve maden sömürüsü, kıtanın ekolojik dengesini bozdu. Bugün, Sahra Altı Afrika’da açlık, kuraklık ve ormanların yok edilmesi, geçmişteki sömürgeci politikaların bir devamı olarak görülmelidir.
Afrika’daki çevresel tahribatın etkileri oldukça geniş ve derindir. Başlıca etkileri şunlardır:
a. Ekosistem bozulması: Ormanların kesilmesi, doğal habitatların yok olması ve biyoçeşitliliğin azalması, ekosistem dengelerini bozar. Bu, türlerin yok olmasına ve doğal dengeyi sağlamaya çalışan ekosistemlerin işlevsiz hâle gelmesine yol açar.
b. İklim değişikliği: Ormansızlaşma ve tarım uygulamaları, sera gazı emisyonlarını artırarak iklim değişikliğine katkıda bulunur. Bu durum, kuraklık ve aşırı hava olaylarını tetikleyerek tarımsal üretkenliği olumsuz etkiler.
c. Su kaynakları üzerindeki baskı: Su kirliliği ve iklim değişikliği, içme suyu ve sulama için gerekli olan su kaynaklarının azalmasına neden olur. Bu durum, tarım, sanayi ve insan sağlığı açısından ciddi sorunlar yaratır.
d. Tarım üzerindeki etkiler: Toprak erozyonu ve verimliliğin düşmesi, tarım üretimini olumsuz etkileyerek gıda güvencesizliğine yol açar. Bu durum, kırsal toplulukların geçim kaynaklarını tehdit eder.
e. Göç ve sosyal çatışmalar: Çevresel tahribat, insanların yaşadığı yerlerden göç etmesine ve bu da sosyal gerilimlere yol açar. Kıt kaynaklar üzerinde rekabet, etnik ve sosyal çatışmaları artırabilir.
f. Sağlık sorunları: Kirlilik ve kötü çevresel koşullar, insanların sağlığını olumsuz etkileyerek hastalıkların yayılmasına ve yaşam kalitesinin düşmesine neden olur.
Bu etkiler, Afrika’nın kalkınmasını ve sürdürülebilirliğini ciddi şekilde tehdit ederken, uluslararası iş birliği ve yerel çözümler gerektiren bir aciliyet taşımaktadır.
3. Türkiye: Madenlerin yağmalanması ve ekolojik kriz
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e maden sömürüsü: Türkiye’nin zengin maden yatakları, Osmanlı döneminde yabancı şirketler tarafından işletildi. Cumhuriyet döneminde millileştirme politikaları izlenmeye çalışılsa da, 1980 sonrası neoliberal dönüşümle birlikte madenler özelleştirildi. Son 20 yılda, Türkiye’nin madenleri ve diğer doğal kaynakları hızla ticarileştirildi (Boratav, Türkiye’nin İktisadi Gelişmesi).
Çokuluslu şirketler ve Türkiye’nin altın yatırımları: Kaz Dağları’nda Alamos Gold gibi uluslararası şirketler, altın madenciliği adı altında ekosistemleri yok etti. Bu süreç, Latin Amerika ve Afrika’da görülen şirket sömürüsüne benzer bir model izlemekte. Madencilik faaliyetleri, yerel halkın yaşam alanlarını yok ederken, su kaynakları ve tarım alanları kirletildi.
Ekosistemin çöküşü ve halk direnişleri: Latin Amerika’da olduğu gibi, Türkiye’de de halk madencilik faaliyetlerine karşı direnişe geçti. Kaz Dağları, Cerattepe ve diğer bölgelerde, halk doğa talanına karşı mücadele ediyor. Bu süreçte, neoliberal politikalarla halkın talepleri görmezden gelinirken, çokuluslu şirketler büyük kâr elde etti (Öztürk, Ekonomi ve Doğa).
4. Sömürgeci şirketler ve halkların mücadelesi
Küresel şirketlerin kirli yüzü: BP, Shell, Rio Tinto, Alamos Gold gibi dev maden ve enerji şirketleri, yalnızca Latin Amerika ve Afrika’da değil, Türkiye’de de doğal kaynakları yağmalayan politikalarıyla öne çıkıyor. Bu şirketler, halkların topraklarını zorla ellerinden alıyor, ekolojik dengeleri bozuyor ve yoksulluğu derinleştiriyor
Türkiye’nin son 20 yılda yaşadığı HES (hidroelektrik santral) ve madencilik projeleri, Latin Amerika’nın sömürgecilik dönemindeki doğal kaynaklarının Avrupa’ya taşınmasını hatırlatan bir yapıya sahiptir. Bu modern dönemde “neo-sömürgecilik” olarak adlandırılan süreçte, Türkiye’de hem HES projeleri hem de altın madenciliği gibi faaliyetler doğrudan çokuluslu şirketlerin ve yerel işbirlikçilerin çıkarına hizmet eden politikalar çerçevesinde şekillenmektedir.
HES projeleri ve nehirlerin sömürüsü
HES projeleri, Türkiye’nin özellikle Karadeniz bölgesinde birçok nehrin doğal akışını engelleyerek hem çevresel tahribata hem de yerel halkın tarımsal ve balıkçılık gibi geleneksel ekonomik faaliyetlerinin sonlanmasına neden oldu. Bu, tıpkı Latin Amerika’daki büyük tarım arazilerinin sömürgeci güçler tarafından kontrol altına alınarak yerel halkın kendi topraklarında işsiz ve yoksul kalmasına yol açması gibi bir etkiye sahip. Latin Amerika’da yerli halkların su kaynakları üzerindeki kontrolü ellerinden alınırken, Türkiye’de de yerel halkın suya erişimi kısıtlanmakta ve nehirler özel şirketlerin insafına bırakılmaktadır.
Madencilik faaliyetleri ve altın çıkartma
Altın madenciliği, hem Latin Amerika hem de Türkiye’de büyük çevresel yıkıma neden olan faaliyetlerden biridir. Latin Amerika’da Potosí gibi madenlerden çıkarılan gümüş ve altın, yerli halkların emeği ile Avrupa’ya taşınırken, bölge hem ekolojik yıkıma uğradı hem de yerel halklar köleleştirildi.
Türkiye’de özellikle Kaz Dağları, Artvin, Fatsa gibi bölgelerde altın madenciliği, çevresel yıkıma yol açarken yerel halkın tarım ve hayvancılık faaliyetleri zarar gördü. Bu süreç, Türkiye’de de çoğunlukla yabancı şirketler ve onların yerli işbirlikçileri tarafından yönetiliyor.
Altın çıkarma sürecinde kullanılan siyanürle altın ayrıştırma yöntemi, hem su kaynaklarını kirletiyor hem de doğanın tahribatını hızlandırıyor. Bu durum, Latin Amerika’daki sömürgeci madencilik faaliyetlerinin modern bir versiyonu olarak değerlendirilebilir. Üstelik bu faaliyetler sonucunda elde edilen zenginlik, büyük ölçüde yerel halkın refahına katkıda bulunmuyor; aksine, kaynaklar yabancı sermaye ve az sayıdaki yerli işbirlikçi arasında paylaşılıyor.
Tarımın yok edilmesi ve çiftçiliğin bitirilmesi tehdidi
Özellikle aile tarımı, büyük bir tehditle karşı karşıya. Madencilik projeleri ve bu projelerin beraberinde getirdiği ekolojik yıkım, küçük üreticiler ve köylüler üzerinde büyük baskı oluşturuyor. Tarımın verimliliği ve sürdürülebilirliği, toprağın değer görmediği ve ürünlerin para etmediği bir ortamda giderek düşüyor. Bu durum, köylüleri ve çiftçileri topraklarını terk etmeye zorluyor, çünkü ürettikleri ürünlerin maliyeti bile karşılanmıyor. Böylece, endüstriyel tarımın önü açılıyor ve büyük şirketler, doğanın ve küçük üreticilerin yaşam alanlarını gasbederek tarımın kontrolünü ele geçirmeye çalışıyor.
Madencilik faaliyetlerinde kullanılan siyanür ve diğer kimyasallar, suyu, havayı ve toprağı zehirleyerek geri dönülmez bir ekolojik yıkıma neden oluyor. Bu kimyasallar yalnızca tarımsal verimliliği düşürmekle kalmıyor, aynı zamanda tarıma elverişli toprakları tamamen kullanılmaz hâle getiriyor. Kirletilen su kaynakları, tarımın sürdürülebilirliğini tehdit ederken, toprağın doğal döngüsünü bozarak küçük üreticilerin elindeki sınırlı kaynakları yok ediyor. Sonuç olarak, tarım ürünleri azalıyor ve kırsal bölgelerdeki ekonomik denge bozuluyor.
Tarımın yok edilmesi, sadece köylülerin ve küçük üreticilerin geçim kaynaklarını kaybetmesi anlamına gelmez; aynı zamanda gıda güvenliğinin tehlikeye girmesi demektir. Suların ve toprağın kirlenmesi, ekosistemlerin çöküşüne yol açarken, tarımsal üretimin azalması gıda krizine zemin hazırlar. Bu kriz, sadece bugünün değil, gelecek nesillerin de gıdaya erişimini zorlaştıracak bir boyut kazanabilir. Küresel gıda krizinin doğurduğu sonuçlar, özellikle yoksul ülkeler ve toplumlar üzerinde büyük bir yıkım yaratacaktır.
Bu noktada, tarımda verimliliğin düşmesi ve doğal kaynakların kirletilmesi, endüstriyel tarımın güçlenmesini hızlandırıyor. Şirketlerin egemenliğinde yürütülen bu tür tarım modelleri, doğayı tahrip etmekle kalmaz, aynı zamanda küçük üreticiyi tamamen devre dışı bırakarak gıdanın tekelleşmesine yol açar. Böyle bir senaryoda, tarım artık toplumun bir parçası olmaktan çıkar, kâr amacı güden şirketlerin elinde bir metaya dönüşür. Gıdaya erişim, doğrudan bu şirketlerin politikalarına ve kâr beklentilerine bağlı hâle gelir.
Bu noktada çözüm, agroekolojik tarım modellerine geçişle mümkündür. Agroekoloji, toprağı, suyu ve doğayı koruyan, küçük üreticilerin haklarını savunan, sürdürülebilir ve doğayla uyumlu bir tarım yöntemidir. Bu model, üreticilerin doğayla birlikte çalışarak verimliliği artırmasına ve ekosistemi korumasına olanak tanır. Ayrıca, agroekolojik tarım, küçük üreticilerin bağımsızlığını korur ve gıdanın şirketler tarafından tekelleştirilmesini engeller. Bu nedenle, tarımın şirketlerin elinden alınıp yerel ve sürdürülebilir agroekolojik yöntemlerle organize edilmesi, gıda güvenliği ve toplumsal adalet açısından hayatî önem taşır.
Sömürge madenciliği, yalnızca doğayı yok etmekle kalmaz, aynı zamanda tarımın sürdürülebilirliğini de tehdit eder. Bu nedenle, madenciliğin ekolojik tahribatını durdurmak ve gıda güvenliğini korumak için topyekûn bir mücadele gereklidir. Gıdaya erişim ve doğal kaynakların korunması, bugün ve gelecekte yaşamı sürdürmenin en temel koşullarından biridir. Bu mücadele, hem ekolojik yıkımı durdurmak hem de tarımı yeniden küçük üreticilerin eline teslim etmek için hayatî bir sorumluluktur.
Aynı sorun Brezilya’da yaşandı ve topraksız kalan köylüler Latin Amerika’nın en büyük sosyal hareketlerinden birini örgütlemek zorunda kaldılar. Brezilya’daki Topraksız Köylü Hareketi (Movimento dos Trabalhadores Rurais Sem Terra – MST), Latin Amerika’nın en büyük sosyal hareketlerinden biridir. 1984 yılında kurulan MST, Brezilya’da topraksız ya da yeterince toprağa sahip olmayan köylülerin toprağa erişimini sağlamak, tarımsal reformları teşvik etmek ve yoksul halkın yaşam koşullarını iyileştirmek amacıyla faaliyet göstermektedir.
MST, Brezilya’da büyük toprak sahiplerinin elindeki geniş ve işlenmeyen arazilerin işgal edilmesi ve bu arazilerin tarımsal üretim için kooperatifler yoluyla kullanılması yönünde organize eylemler düzenlemiştir. Bu işgal eylemleri sırasında MST, “toprak herkesindir” ilkesini benimseyerek, tarım reformlarının yavaş ilerlediği bir ülkede köylülerin kendi kaderlerini ellerine almalarını savunmuştur.
Hareket sadece toprağa erişimle sınırlı kalmamış, aynı zamanda eğitim, sağlık hizmetleri, çevre koruma ve yerel ekonomi gibi alanlarda da dayanışma ekonomisini ve sürdürülebilir tarımı teşvik etmiştir. MST’nin tarımsal reform vizyonu, agroekoloji ve çevre dostu tarım uygulamaları ile birleşmiş, kapitalist tarım sistemine karşı alternatif bir model sunmuştur.
Topraksız Köylü Hareketi, Brezilya’nın sosyal adalet ve tarım politikalarının şekillenmesinde kritik bir rol oynamış, ulusal ve uluslararası düzeyde dayanışma kazanmıştır. Ancak, bu eylemler hükümet ve büyük toprak sahipleri tarafından şiddetle karşılanmış, birçok kez polis baskısıyla çatışmalar yaşanmıştır. MST, tüm bu baskılara rağmen, Brezilya’daki sınıfsal eşitsizliğe karşı direnişin önemli bir sembolü hâline gelmiştir.
Yarın böyle bir durumda olmamak için bugün var olan politikalara karşı durmalıyız. Köylülere başlarına gelebilecekleri bu örneklerle anlatmak zorundayız.
Halkların direniş tarihi: Latin Amerika’da Zapatistalar, Küba Devrimi ve Venezuela’daki sosyalist hükümetler, Afrika’da ANC ve Türkiye’de ekoloji hareketleri, küresel kapitalizme ve sömürgeci politikalara karşı mücadele ediyor. Bu direnişler, doğrudan yerel halkların kendi kaderini tayin etme hakkını savunuyor ve kapitalist şirketlerin sömürüsüne karşı çıkıyor.
5. Sömürgecilik ve madencilik: Ortak bir kader
Doğanın yağması ve halkların yoksullaştırılması: Hem Latin Amerika hem Afrika hem de Türkiye, kaynaklarının dış güçler tarafından yağmalandığı, halklarının fakirleştirildiği bir sömürü düzeninin içine çekildi. Kapitalizmin sürdürülebilir kılmaya çalıştığı bu düzen, yerel halklara hiçbir refah getirmezken, ekosistemleri yok ediyor.
Doğal kaynakların kontrolü ve neo-sömürgecilik
Latin Amerika’da İspanyol ve Portekiz sömürgeciliği, kıtanın maden ve tarımsal zenginliklerinin Avrupalı güçler tarafından sömürülmesi üzerine kurulmuştu. Altın, gümüş ve diğer değerli madenler, bölgedeki yerli halkların emeği ile Avrupa’ya taşınırken, sömürgeci güçler büyük bir zenginlik elde etti. Bu süreçte yerel halklar, topraklarından sürülüp köleleştirildi ve toplumsal yapıları dağıtıldı.
Benzer bir yapıyı Türkiye’de son yıllarda HES ve madencilik faaliyetlerinde görmek mümkündür. Türkiye’deki HES ve madencilik projeleri, büyük ölçüde çevreye zarar verirken yerel toplulukları yerinden ediyor ve tarımsal üretime zarar veriyor. Latin Amerika’daki gibi, bu süreç çoğunlukla yabancı sermaye veya yerel işbirlikçilerin çıkarları doğrultusunda yürütülüyor.
Tarımı terk eden çiftçilerin şehirlere yığılması ve sosyal yıkıntı
Tarımı terk eden çiftçiler, kırsal alanda geçimlerini sağlayamaz hâle geldiklerinde, umutlarını şehirlerde iş bulmaya bağlarlar. Ancak şehirler, tarımın yok edilmesi ve kırsal nüfusun göçüyle birlikte ciddi bir sosyal ve ekonomik yükle karşı karşıya kalır. Şehirlere yığılan bu insanlar, var olan işsizlik sorununu derinleştirerek yeni bir işsizler ordusu yaratır. Üretimden koparılan bu kitleler, sadece emeği ile geçinmek zorundadır, ancak iş bulmaları da büyük bir soruna dönüşür. Tarımın yok olmasıyla birlikte toplumsal yapıda oluşan bu çöküş, sosyal sorunları daha da derinleştirir.
Şehirlere göç eden çiftçiler, emek piyasasında kendilerine yer bulmakta zorlanır. Yetersiz eğitim, sınırlı beceriler ve zaten işsizlikle boğuşan kent ekonomisi, bu kitlelerin ekonomik ve sosyal olarak dışlanmasına neden olur. Büyük sermaye, bu durumdan çıkar sağlamanın yollarını arar. Sermayenin bu insanlar için planı, daha düşük ücretlerle kölelik koşullarında çalıştırmak ve insanları daha da sömürmekten ibarettir. Çiftçilerin şehirlerde işsizler ordusuna katılması, sadece bireysel geçim sorunu yaratmaz, aynı zamanda sosyal adaletsizliği ve yoksulluğu derinleştirir.
Bu toplumsal yıkımın doğuracağı en büyük tehlike, sosyal huzursuzluğun artmasıdır. İşsiz kalan insanlar, gelir elde edemedikleri için temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hâle gelirler. Barınma, gıda, sağlık gibi en temel haklardan yoksun bırakılan bu kitleler, toplumun alt sınıflarında derin bir yoksulluk ve çaresizlikle baş başa kalır. Bu durum, sadece ekonomik sorunlar yaratmakla kalmaz, aynı zamanda psikolojik, toplumsal ve politik istikrarsızlıklar da ortaya çıkarır.
Şehirlere göç eden bu insanlar neyle beslenecek, nasıl barınacak, nasıl insanca bir yaşam sürecekler? Sermaye bu sorulara insanî bir çözüm sunmak yerine, kâr hırsıyla insanları sömürmeye devam edecektir. İşte bunun şehirlerde ve tüm ülkede politik karşılığını da yaratmak zorundayız. Eğer bu becerilemezse ağır kölelik şartlarını derin sömürüsü altında eziliriz.
Bu insanlar için insanca bir yaşam sürmenin en temel yolu, ekonomik bağımsızlık ve sosyal adalettir. Ancak sermaye bu insanları kendi çıkarlarına uygun kölelik koşullarında çalıştırmak istiyor. Dolayısıyla devlet ve toplum, işsizliği ortadan kaldırmaya yönelik kapsamlı politikalar geliştirmeli ve insanların tarıma geri dönmesini teşvik etmelidir.
Tarımın yeniden canlandırılması, sadece ekonomik dengeyi sağlamakla kalmaz, aynı zamanda kırsal kalkınmayı da destekler. Bu noktada devlet, küçük üreticilere destek vermeli, tarımda teknolojik ve ekolojik dönüşüm sağlayarak insanların kendi topraklarında üretim yapmalarını teşvik etmelidir. Bu bizim temennimiz tabii. Şirketlerin temennisi elbette bu değil. Bu temenninin gerçekleşmesi ne kadar örgütlü olduğumuza bağlı.
Ayrıca şehirlerde iş bulamayan insanların sosyal güvenlik ağına dâhil edilmesi zorunludur. İşsizlikle baş edebilmek için devletin kapsamlı sosyal yardımlar sunması, yeni iş alanları yaratması ve ekonomik kalkınmayı desteklemesi gerekir. Aynı zamanda, işsizliği azaltmak için eğitim ve meslekî becerilerin artırılması, yeni nesil tarım ve sanayi projeleriyle iş imkânlarının genişletilmesi gereklidir. Bunun yanında, temel bir yurttaşlık hakkı olarak herkesin gıdaya, barınmaya ve sağlık hizmetlerine erişimi sağlanmalıdır.
Sonuç olarak, tarımı terk eden çiftçilerin şehirlerde işsizler ordusuna katılması, toplumsal bir çöküşün habercisidir. Sermayenin sunduğu sömürü düzenine karşı, insanca yaşam koşullarının oluşturulması, ekonomik kalkınma ve sosyal adaletin sağlanmasıyla mümkündür. İnsanların doğayla uyumlu, sürdürülebilir tarımsal üretime geri dönmeleri teşvik edilmeli, şehirlerde işsiz kalan kitleler için ise sosyal güvenlik sistemleri güçlendirilmelidir. Bu mücadele, sadece bireysel bir sorun değil, toplumsal bir sorumluluktur. Bir örgütlenme sorunudur.
Kapitalizme ve şirketlere karşı ortak mücadele: Bu coğrafyalar, doğanın talanına ve kaynakların sömürüsüne karşı ortak bir kaderi paylaşıyor. Halklar, ulusal bağımsızlık hareketlerinden ekolojik direnişlere kadar çeşitli yollarla sömürgeci ve kapitalist politikalara karşı durmaya çalışıyor.
Kapitalizm, insanların yaşamını kontrol eden ve sömüren bir sistemdir. Bu sistem, büyük şirketlerin ve sermaye sahiplerinin çıkarlarını öncelikli hâle getirirken, emeği ile geçinenlerin haklarını ihlal eder. Bugün, kapitalizmin dayattığı yaşam koşulları, işçi sınıfının ve emekçilerin birleşik mücadelesini zorunlu kılmaktadır. Ortak direnç, yalnızca bireysel mücadelelerin ötesine geçerek, sınıf bilincini ve dayanışmayı artırabilir.
Sınıf mücadelesi, tarih boyunca işçi hareketleri ve toplumsal direnişlerle şekillenmiştir. Fabrikalar, madenler ve tarım alanları, emekçilerin bir araya gelip seslerini yükseltmelerine olanak tanır. İşçi sınıfı, yalnızca ekonomik haklar için değil, aynı zamanda sosyal ve politik adalet için de mücadele etmelidir. Bugün, bu mücadele, sermaye sahiplerinin insafına bırakılan yaşam alanları ve doğal kaynaklar üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Şirketler, kâr amacı güderken, çevreyi ve insan sağlığını hiçe saymakta, yerel halkın yaşamını tehdit etmektedir. Doğanın talanı, ekosistemlerin yok olması ve işçi sağlığı sorunları, bu sömürücü düzenin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bu nedenle, emekçiler, çevre aktivistleri ve toplumsal hareketler, birlikte hareket ederek, hem insan hem de doğa için bir direniş oluşturmalıdır.
Küreselleşen dünyada, halkların direnişi, yerel mücadeleleri uluslararası boyutta birleştirebilir. Çeşitli ülkelerdeki işçi sendikaları ve toplumsal hareketler, dayanışma içinde bir araya gelerek, kapitalizmin yarattığı adaletsizliklere karşı ortak bir ses oluşturabilir. Bu dayanışma, hem yerel hem de global ölçekte etkili değişimlerin yolunu açacaktır.
Sonuç
Sömürgecilik, sadece geçmişin bir kalıntısı değil, kapitalizmin bugünkü işleyişinde merkezî bir yere sahiptir. Latin Amerika ve Afrika, doğal kaynaklarının yağmalanması ve halklarının sömürülmesiyle büyük bir yıkıma uğradı. Bugün Türkiye’de yaşanan maden sömürüsü, bu küresel kapitalist düzenin bir parçasıdır. Halkların bu talana karşı verdiği mücadeleler, bu sömürü düzenini altüst edebilecek potansiyele sahiptir. Bu yazıda ele aldığımız gibi, küresel şirketler ve onların yerel işbirlikçileri, ekosistemleri ve insan hayatını tehdit eden politikalarına devam ederken, bu talanın son bulması için halkların kapitalizme karşı örgütlenmesi şarttır.
Sonuç olarak, kapitalizme ve büyük şirketlere karşı mücadele, yalnızca ekonomik bir mesele değil, aynı zamanda insan onuru ve doğal dengenin korunması için bir gerekliliktir. Sınıf mücadelesinin güçlendirilmesi, toplumsal eşitlik ve adalet arayışında hayatî öneme sahiptir. Halkların ortak direnişi, geleceği şekillendirecek olan bu mücadelenin merkezinde yer almalıdır.
22.09.2024
Kaynakça:
Galeano, Eduardo. Latin Amerika’nın Kesik Damarları.
Hochschild, Adam. Kral Leopold’un Hayaleti.
Chomsky, Noam. Hegemonya veya Hayatta Kalma: Amerika’nın Küresel Egemenlik Arayışı.
Bales, Kevin. Tüketim Altındaki İnsanlar: Küresel Ekonomide Yeni Kölelik.
Ahmet Öztürk. Ekonomi ve Doğa: Neoliberalizm ve Ekolojik Kriz.
Boratav, Korkut. Türkiye’nin İktisadi Gelişmesi: Tarihsel Bir Yaklaşım.