McKinsey adlı firma, son günlerde ülkenin gündeminde. Zira, ancak, McKinsey ile anlaşma imzalandıktan sonra, yani ekonominin tüm kontrolü, Erdoğan’ın Saray Rejimi’nin 24 Haziran zaferini sağlayanlara teslim edildikten sonra, ancak ondan sonra, TL’deki değer kaybı durmuştur. O da şimdilik.
Demek ki, McKinsey, konuşulmaya değerdir.
Bilindiği gibi, yerli ve milli bir ittifak ve Erdoğan’ın ağzından dile getirilen, yerli ve milli politikalar var. McKinsey, bu “yerli ve milli” politikalara tam anlamı ile uyumludur.
Damat, bir gün çıkıp, McKinsey firması ile, tüm ekonominin denetlenmesi ve yönlendirilmesi üzerine anlaştıklarını ilan etti.
Yani, uluslararası sermaye, borçların, yani uluslararası şirketlerinin alacaklarının, ödeneceğini garanti altına almak istiyordu. Bunun yollarından biri IMF idi. IMF, bir ekonomi bakanı, Kemal Derviş gibi bir ismi şart koşunca, bu durum “The Damat”ın koltuğundan olması anlamına gelecekti. Bu nedenle IMF ile anlaşma, “yerli ve milli” politikalara uygun bulunmadı. Ve ardından The Damat, kalktı ve McKinsey ile anlaşmaya varıldığını ilan etti
Normalde, merak konusu olmalıdır!
Anlaşmanın içinde ne var? Anlaşmanın tam metni neden açık değil? Uluslararası finans şirketlerinin her detayını bildiği anlaşma, neden halktan gizlenmektedir?
Gerçekten de McKinsey anlaşmasına, Rahip’in iadesi de eklenince doların ateşi düştü. 2018 yılı başında 3,70 TL olan dolar, 5,70’lerde durmaya başladı. Bu yaklaşık %54 devalüasyon demektir, ki henüz yıl sonu kurunu bilmiyoruz. Ama Saray medyası, McKinsey anlaşmasını şiddetle alkışladı ve doların düştüğünü ilan etti. Gerçekten de dolar, 6,70’leri geçmişti ve 5.70’lere geriledi. Bunu düşüş ilan etmek, Yiğit Bulut tarzı jöleli kafaların rahatlıkla yapabileceği bir şeydir ve Saray basını, bunlarla doludur.
Ama bu arada bazı eleştiriler geldi. McKinsey anlaşmasının tartışmalara sahne olması üzerine, The Damat, bunu eleştirenler ya cahildir ya da vatan hainidir, dedi.
Ve ardından, The Damat’ın kayınpederi, Erdoğan, McKinsey’e hiçbir bakanın danışmayacağını ilan etti.
İlginç olan da bu. The Damat ile Erdoğan arasındaki çelişik duruma dikkat çekmek istemiyoruz. Sadece anlaşmanın iptal edilip edilmediğini öğrenmek istiyoruz. Dikkat noktamız da burası.
BBC Türkçe, konu ile ilgili bir haber yaptı. McKinsey şirketinin yetkililerine sorular sordu ve anlaşmanın devam edip etmediğini öğrenmek istedi. Bunun üzerine McKinsey yetkilisi “müşterilerimiz hakkında konuşamayız” dedi ve burada müşterilerimiz sözü, anlaşmanın hâlâ devam ettiği anlamına mı geliyordu sorusu daha da ağırlık kazandı.
Acaba anlaşma iptal edilmedi mi?
Edilmedi ise, Kılıçdaroğlu, Erdoğan’a yardımcı olmak için mi, “anlaşma iptal edildi, şimdi sıra uçakta” dedi? Acaba Akşener, anlaşma iptal edildiği için Erdoğan’a yalandan mı teşekkür etti?
Anlaşma iptal edilmedi ise, Erdoğan’ın “danışmayın” emri, parasını ödeyelim ama siz danışmayın anlamına mı geliyor?
Acaba anlaşmanın içeriğinde ne var?
Acaba, anlaşmanın tam metni devlet tarafından açıklanmak zorunda değil mi?
Bu durumda, McKinsey IMF’den çok daha kötü değil mi?
Saray Rejimi, her zamanki hilelerine başvuruyor. Saray’da oyun bitmez! Saray, şimdi, IMF yerine, IMF’nin “milli”si diye McKinsey firmasını mı ilan edecek?
Ve ortaya çıktı ki, McKinsey denilen firma, 2003 yılında özelleştirme, inşaat sektörünün geliştirilmesi, hazine arazilerinin imara açılması, tarım politikaları ile tarımın yok edilmesi politikalarının da mimarıdır. Yani yeni değildir.
Gelin görün ki, iş bu kadar da değil.
McKinsey, 2017 yılında, yani seçimden bir yıldan fazla zaman önce, “yerli ve milli” ittifak ilan edilirken, Türkiye Varlık Fonu’nun denetimini de ele almış. Bakanlık, tüm verilerin McKinsey firmasına gönderilmesini talep etmiş.
Demek ki, McKinsey, uzun süredir, zaten bu ülkede, sadece son kriz ile birlikte, tüm ekonominin denetimini ele aldı. Borçların geri ödenmesinin garanti altına alınması, öyle sıradan bir konu değildir. Batılı finans şirketleri, bunu The Damat’a emanet edemezler. Ve nitekim etmediler de.
Artık The Damat, orada sürekli gülmesi gereken bir çocuk kuklasıdır.
TC devleti, artık, önemli kurumlarının başında birer kuklanın yer aldığı, çeteleşen bir devlettir. Saray Rejimi, bu açıdan tüm Batı’nın ortak desteği ile ayakta durmaktadır ve varlığı, Batılı emperyalist güçlerin paylaşım savaşımının ihtiyaçlarına bağlanmıştır. Şimdilik, borçların geri ödenmesi bu güçlerin ortak çıkarlarının başındadır.
Ekonomik krizin faturası ise, halka yüklenecektir.
Burjuva devletler, hep bunu yaparlar. Sömürge olan burjuva devletlerde bu işi yapma, yani ekonomik krizin faturasını halklara yükleme, uluslararası kurumların denetiminde olur. Bugün de bu olmaktadır.
Kriz, daha hayatın her alanında yeni yeni hissedilmektedir. İşsizlik, konkordato ilan eden şirketlerle birlikte artmaktadır. Önemli ölçüde, şirketler eleman çıkarmış, çalışanların işine son vermiştir. İşsizliğin, Kasım ve Aralık aylarında daha da artacağı kesindir. Bu koşullarda, inşaat sektörünün korunması, Saray ve çevresinin rant üzerine kurulu sisteminin devam ettirilmesi isteği, daha da ağır sonuçlar doğuracaktır. İnşaat alanında yüzbinlerce işçi işini kaybetmiştir. Ve otomobil alanında da, metal sektörünün hemen tümünde de durum böyledir. Otomobil başta olmak üzere inşaat dışı endüstriyel alanlarda işçi çıkarma, daha kitlesel olacaktır. İnşaat alanında bin kişinin işini kaybetmesi, işyerlerinin dağınıklığı nedeni ile daha az göze batarken, metal ve otomobil alanında bu daha hissedilir bir süreç olacaktır.
Artan işsizlik, aynı zamanda işçi ücretlerinin daha düşük miktarda, enflasyonun altında artması için bir baskı aracına dönüşmektedir. Devlet, açıktan, işsizlik ve enflasyon rakamlarını gizlemektedir. Ocak ayından başlayarak ise, hayat pahalılığı ve işsizlik gerçek anlamda ağırlığını hissettirecektir.
Ve bunların üzerine vergiler, işçilerden yapılan kesintiler eklenecektir.
Tüm bu koşullarda, işçilerin, krizin faturasını ödemeyi reddetmesi, elbette en doğru, en gerçekçi, en adil olan çözümdür. Ama durumun böyle olmasının tek şartı vardır: Örgütlü ve devrimci bir işçi sınıfı. Kısacası daha yoğun bir mücadeleye hazır olma durumu. Bunu başarabildiği ölçüde işçi sınıfı, kriz sürecinde kayıplarını azaltabilecektir.
İçinde yaşadığımız sistem, kapitalizmdir. Türkiye, bu kapitalist dünyada, paylaşım masasına yatırılmış bir ortak sömürgedir. ABD ve AB arasında süren paylaşım savaşının ortasındadır. Bu koşullarda, krizin faturasının işçi ve emekçiler tarafından ödenmemesinin tek yolu, devrimci bir işçi örgütlenmesidir. Gerçek budur.
AK Parti’nin ünlü milletvekillerinden Şamil Tayyar, bir röportajında, açıkça, “AK Parti bir karşı devrim partisidir” açıklamasında bulunmuştur. Yerindedir ve doğrudur. 12 Eylül rejiminin günümüze, bugüne uyarlanmış devamıdır. Saray Rejimi, tam olarak budur.
12 Eylül rejimi, işçi sınıfına ve devrime karşı bir saldırı rejimidir. 12 Eylül’ün eksik bıraktıklarını, AK Parti projesi ile, yapmaya devam etmişlerdir. 2003 yılında hız kazanan özelleştirme, işçi sınıfına saldırının bir başka noktasıdır. Özelleştirme, aynı zamanda taşeron sisteminin geliştirilmesinin de temelidir.
Bugün, Saray Rejimi, parlamentoyu tamamen ortadan kaldırmıştır. AK Parti, CHP, MHP diye partiler yok hükmündedir. Bunların parti diye anılmaları, kelimenin gerçek anlamında yanlıştır, geçersizdir. Ortada Saray Rejimi vardır. Saray Rejimi, ekonomi politikasını olduğu gibi uluslararası sermayenin kontrolü altında McKinsey’e devretmiştir. İçişleri Bakanlığı özel savaş güçlerinin ve çetelerin elindedir. Dışişleri Bakanlığı çetelerin ve NATO’nun denetimindedir. Saray Rejimi, son değişikliklerle tüm bunları “kurumlaştırma” yoluna girmiştir. Bu baştan aşağıya bir çeteleşme sürecidir.
Bu çeteleşen Saray Rejimi, tam anlamı ile işçi ve emekçilerin, devrimcilerin ve özgürlük talebinde bulunan her muhalifin karşısında bir “karşı-devrim” aparatıdır.
Krizin faturasını emekçilere yükleme yolu, sadece bir ekonomik yol değildir. Aynı zamanda, siyasal bir yoldur. Hukukun burjuva egemenliğe göre şekillendiğini zaten hep biliriz. Bugün, bu konuda oldukça ileri gitmişlerdir ve hukuk tam bir iç savaş hukuku hâline getirilmiştir. Yargı, polis gücünün uzantısı hâline getirilmiştir. Bu koşullarda ekonomik krizin faturasını halkın sırtına bindirme süreci, aynı zamanda daha çok baskı ve daha çok şiddet sürecidir de.
Demek ki, ekonomik baskı tek başına değildir. İşçi ve emekçiler, her açıdan bir baskı ile, bu ekonomik yükü kaldırmaya “ikna” edilmek istenmektedir. Açlığa, işsizliğe, çaresizliğe “ikna” edilmek, baskı dışında bir yolla mümkün değildir.
McKinsey tam da bu anlamda “yerli ve milli”dir.
Bunların yerli ve millisi de budur.
Bu nedenle, önümüz kavga yeridir.
İşçi ve emekçiler, gerçekten açlığa, işsizliğe, yoksulluğa, onurlarının ayaklar altına alınmasına, emeklerinin daha da büyük oranda gasp edilmesine, haklarının daha da fazla tırpanlanmasına razı olmayacaklarsa, krizin faturasını ödememe konusunda ciddi iseler, büyük bir hızla, açıkça devrimci mücadeleye yönelerek örgütlenmek zorundadırlar.
Bankalara, büyük şirketlere el koymak üzere, işçi sınıfı kendini iktidara hazırlamak zorundadır. Devrim ve sosyalizm dışında bir çıkış yolu yoktur.
Mücadele, bugün, bu gerçeği açıkça görmekten, anlamaktan, kabul etmekten geçmektedir.
Demokratik ve ekonomik hakları korumak ve kazanmak, seçimlere bağlı değildir. Sandıklar, açık olarak sistem tarafından gömülmüştür. Demokratik mücadele, daha çok sokaklarda, fabrikalarda, okullarda, tarlalarda, meydanlarda yürüyecektir. İşçi sınıfı, böylesi bir kurtuluş ve özgürlük mücadelesinin öncü gücüdür. Bu öncülük, ancak devrimcileşmiş işçi sınıfının, örgütlü işçi sınıfının yerine getirebileceği bir görevdir. o