Şöyle söylüyorlar, okumuşturlar, yazmıştırlar, 12 Eylül yenilgisini yaşamıştırlar, Marksizmden uzak durmak anlamında haberdardırlar, yaşları 50’nin üzerindedir: “Bu ülkede devrim olmaz.” Söyledikleri budur.
Onlara Nâzım Hikmet aracılığı ile diyoruz ki,
“Hastalar, kardeşlerim,
iyileşeceksiniz,
biraz sabır, biraz inat,
kapının arkasında bekleyen
ölüm değil hayat”
Neden bu ülkede devrim olmazmış? Dünyanın her ülkesinde işleyen diyalektik ve tarihsel materyalizmin yasaları, bizim ülkemizde geçersiz midir?
Böyle düşünülünce, hep egemenlere bakılır.
Egemenleri anlamak, onların her günkü durumunu analiz etmek gereklidir, işçi sınıfı, düşmanını, egemenleri iyi tanımalıdır. Onları tanımadan onlara karşı savaşılamaz. Onları tanımak, iyi bir tarih bilincine de sahip olmak demektir. Çoluk çocuk demeden öldürün emrini verenler, halkları katledenler, her türlü hileyi devreye sokabilenler, her türlü yalanı söyleyebilenler, kendi egemenlikleri için her türlü katliama başvuranlar onlardır. Sivas katliamını hatırda tutan hiçbir işçi, IŞİD konusunda şaşırmaz. IŞİD insan yakıyormuş. Evet, bizde de Sivas’ta yaktılar, devlet yaktırdı ve bu konuda hiçbir tereddütleri olmadı. Demek ki, egemenler söz konusu oldu mu, hiçbir insanî değerden, insanlıktan söz etmemek gerekir. Düşmanı tanımak, işçi sınıfı için, olmazsa olmazdır.
Ama nasılsa bu halktan bir şey olmaz, bu ülkede devrim olmaz düşüncesi ile, sürekli düşmanın içine bakmak, başka hiçbir yere bakmamak, “görmek” değil de, körleşmektir. Belki de bu nedenle “bu halktan bir şey olmaz” diyorlardır. Onlara yeni bir halk ithal etmeyeceğiz. Çünkü eminiz, başka bir ülkede de olsalar, oradaki halktan bir şey olmaz diyecekler. Önderlik etme iradesini kaybetmiş olanlar, halkı suçlamakta çok mahir olurlar.
Dediğimiz gibi, hepiniz iyileşeceksiniz, biraz sabır biraz inat. Gelmekte olana bakın, sizi yerinizde sarsacak olana bakın, deneyimlerinizi insanların yüzlerini okumak için kullanın, hep baktığınız yere değil, az baktığınız yere bakın.
Ülkemizde, Gezi Direnişi’nden bu yana, hiç düşmeyen bir direniş sürmektedir. Geleceğe bu mücadele temelinde bakmayı önemsiyoruz.
Gezi Direnişi, elbette bazılarının bugün söylediği gibi, “bir sonuç verip, egemenleri alaşağı etmedi.” Edemezdi. Kendiliğinden bir halk hareketidir ve devrimci hareketin örgütlülüğü oldukça geri iken ortaya çıkmıştır. Kitlesel olarak 12 Eylül yenilgisi ile bir hesaplaşmanın başlangıcıdır. Yenilginin 1 Mayıs 1977’de başladığı yer olan Taksim’e dönüştür.
Gezi Direnişi, bugün hâlâ sürmektedir.
Gezi Direnişi ile başlayan direniş, o günlerdeki kadar görkemli şekilde değil ama, belli bir süreklilikle devam etmektedir.
Bugün ülkemizde, kadın eylemleri sürmektedir.
Bugün ülkemizde, üniversite gençliğinin eylemleri sürmektedir.
Bugün ülkemizde, her alanda, işçi eylemleri sürmektedir.
Ve ortaya çıkan eylemler, iktidarı, egemenleri rahatsız edecek bir süreklilik kazanmıştırlar. Bu nedenle her fırsatta saldırıyorlar, her yolla saldırıyorlar. Ama tüm şiddetli saldırılara rağmen, kitlesel eylemler durmuyor. Toplumsal hayatın her alanından, ülkenin her yanından, küçük veya büyük direniş haberleri gelmektedir.
Evet, bunu görmek “kolay” değil. Değil, çünkü, muhalif medya da dahil burjuva medya, sadece Saray medyası değil, tüm burjuva medya, bu eylemlere açık bir karartma uygulamaktadır. Saray Rejimi’nin karartma politikası, burjuva muhalefetin denetimindeki Halk TV ve TELE1 gibi kanalların “önce devleti korumak lazım” hassaslığı, bu eylemlerin gündeme gelmesini önlemektedir. Ancak, daha kitlesel, daha sokaklara taşmış eylemler, kesinlikle sınırlı bir biçimde yansıtılmaktadır. Bu karartma politikasına bakınca, CHP ve İYİ Parti’nin, tüm burjuva muhalefetin Saray Rejimi’nin dayanakları, uzantıları olduğu apaçık ortaya çıkmaktadır.
Ama işçi basını, sol basın, devrimci basın, elindeki sınırlı olanaklarla bunlara yer vermektedir. Elbette eldeki olanaklar sınırlıdır. Bu basının geniş kitlelere ulaşmasında birçok maddi zorluklar vardır.
Tüm bunlar, gerçekte, görmek isteyen gözler için, direnişlerin sürdüğü gerçeğini değiştirmez. Egemenlerin basını, bu direnişleri haber yapmayacaktır elbette. Ama bu direnişler, sürekli olarak, hem büyümektedir hem de yayılmaktadır.
Geleceğe, işte bu mücadeleden, bu toplumsal mücadeleden bakmak gerekir.
Geleceğe, Saray Rejimi’nin Erdoğan sonrası yönetenlerinin kim olduğu-olacağı ya da CHP-İYİ Parti ekibinin adayının kim olacağı tartışması ile sınırlı bakmak, aslında bu toplumsal mücadeleyi görmemektir.
Toplumsal mücadeleye baktığımızda, belli bir süreklilik, belli bir gelişim görmek mümkündür. Ancak, ana sorun, örgütlülükteki eksikliktir. Kuşku yok ki, hayat bu konuda da diyalektik işler ve bu sorunu da çözecektir. Ancak, işçi sınıfının elinde, nesnel olarak Saray Rejimi’ni yıkmak ve kendi egemenliğini kurmak için olanak vardır. İşçi sınıfı ise henüz bu olgunlukta, bu bilinçte, bu örgütlülükte değildir.
İşçi sınıfı, 12 Eylül’den başlayarak kontrol altına alınmış, adeta esir hâle getirilmiştir. Bu esaret, sendika mafyası eli ile sağlanmakta, sürdürülmektedir. İşçi sınıfı, kendi sendikalarına, birer işçi sendikası olarak sahip değildir. O sendikaların büyük çoğunluğu, işçi sınıfını denetim ve kontrol altında tutmak için örgütlenmiş sendikalardır.
Nasıl ki, üniversite rektörleri polis teşkilâtının bir uzantısı gibi çalışıyorsa, aynı biçimde ve elbette ondan daha önce, sendika mafyası da polis gücünün, MİT’in, kısacası devletin bir uzantısı gibi çalışmaktadır.
Demek oluyor ki, sendikaları geri almak, işçi sınıfı için sıradan bir mücadele değildir. Kıyametin kopacağı alanlardan birisi budur. Bu nedenle, sendikaları geri almak da dahil, işçi sınıfının örgütlenmesi, içine sendikal örgütlenme de dahil, öyle “yasal güvence” sınırları içinde, akılsız yürütülemez. Yani, işçi sınıfı, devrimcileşmek, sadece günlük hakları için mücadele etmekle yetinmemek, daha ileri gitmek zorundadır.
Bu mücadeleyi kazanmanın yolu burasıdır.
Sokaklardaki kitle eylemleri, işin ikinci boyutudur. Kitle eylemlerinden, sokaklardan asla ve asla geri durmamak gerekir. Ve toplumsal mücadele, bunu her şart altında sürdürmektedir. Her şart altında sokaklarda olmaktan geri durmayanlara, bin selâm olsun. Bu mücadele, sokaklarda bir yeni tarih yazma mücadelesidir. Egemenler kendi yasalarını ayakları altında çiğnemektedirler. Bu yasaların tümünü, biz sokaklarda, kaldırımlara yapıştıracak kadar çiğneyeceğiz ve o aynı sokaklarda, işçi ve emekçiler kendi hukuklarını yazacaklardır. Mücadele budur, bunu gerektirir.
Direnişlerin yerel, işyerleri ile sınırlı olanlarının çok büyük önemi olduğunu da görüyoruz. İşçiler, bu yerel direnişlerinde, bu lokal direnişlerinde, sürekli daha ileri mücadele biçimleri geliştirmektedir.
Demek ki, örgütlenmek ve direniş çizgisini geliştirmek, devrim ve sosyalizm mücadelesinin ana gündemidir.
Gelmekte olan, bu direnişlerin, halkın, işçi sınıfının, kadınların, gençliğin eylemlerinin içinde saklıdır. Gelmekte olanı yakınlaştıracak, örgütlü direniştir. Hastalıklarınıza iyi gelecek tek ilaç, bu eylemleri seyretmekle yetinmeyip, bu eylemlere bizzat katılmanızdır. Biraz dayak yemekten, birkaç saat gözaltına alınmaktan bir zarar gelmez. Renkleri soluk hayatınıza bir renk gelir ve emin olun, o andan itibaren, aklınızın çalışma şekli değişmeye başlar. Geçmiş mücadele tarihine bakınca, hep “uzak dur” diyen olayları görmek yerine, başka olayları da görmeye başlarsınız, hep “bu halktan bir şey olmaz” için kanıtlar görmezsiniz, “bu iş olur”un kanıtlarını da görmeye başlarsınız. Ya bunu yapacaksınız ve kendi doktorunuz kendiniz olacaksınız ya da bekleyeceksiniz ilaç ayağınıza gelsin. İkisi de olur. Ama ilaç ayağınıza gelsin diye beklemeyi seçmişseniz, hiç değilse, ilacın geleceği yöne gözlerinizi dikin, kapıya bakın, evin duvarlarına değil, camdan dışarı bakın, TV kutusuna değil. o