Çok sık duyar olduk: “Seçimlerden sonra, ben artık hiçbir şeyle ilgilenmiyorum.” Bu sözü biraz deştiğiniz zaman, gerçekte bunu söyleyen herkesin ortak noktaları kadar farklı eğilimlerini ve hâllerini de görmeye başlıyorsunuz.
Şöyle deniyor: “AK Parti ve Erdoğan bir ABD projesidir.” Kesinlikle doğru. Dahası var, bu ülkede siyasal iktidarın oluşumu, hep ABD ve NATO çerçevesinde belirlenir. Erdoğan ve AK Parti ise daha özel bir projedir ve emperyalist kampın, Batı emperyalistlerinin kendi aralarındaki paylaşım savaşımına ABD cephesinden gelen bir yanıttır.
Sonra da şöyle söyleniyor: ABD Erdoğan’ı desteklemiyor. Erdoğan, ABD’ye rağmen orada duruyor. Hatta Erdoğan’a Putin yardım ediyor.
İşte size kafa karışıklığı.
Ne dünyada süren savaşı ne ülkedeki sınıf mücadelesini hesaba katmayan, sadece günlük yorumlar ve günü idare edecek tutumlarla yaşayan her kafa, her beyin, söylenen iki farklı şey arasındaki ayrımı da anlayamıyor. Sadece ekonomik yaşamını, rahatını vb. ilgilendiren konularda her farklı adımı anlayabiliyor, bu konuda duyarlıdır. Ama siyasal, ekonomik vb. ülke gündemi ile ilgili konularda konuşmaktan geri durmasa da söylenen iki çelişkili şeyi anlamakta aciz kalıyor.
En hafifinden kafa karışıklığıdır.
Bir örnek daha.
Şöyle deniyor: “Seçimlerde hile var.” Buna katılıyoruz. Hatta bu hilenin boyutları oldukça gelişmiştir. Öyle “tek adam rejimi” vb. değerlendirmelerle, seçimlerdeki hilenin Erdoğan’ın hırsızlığına bağlı olduğunu söylemek de işe yaramaz. Çünkü, NATO’dan bağımsız, ABD’den bağımsız seçim, son yıllarda yoktur. 2015 yılından bu yana, büyük çaplı seçim hilesi olmayan (demokratik seçimlerden söz etmiyoruz, ülkemiz tarihinde hiçbir zaman demokratik seçim olmamıştır) seçim olmuyor, olmadı.
Sonra da şöyle deniyor: “Bu halk yine Erdoğan’a oy verdi, deprem bölgesindekiler nasıl ona oy verir, bu halkın genleri bozuk.”
İşte size bir kafa karışıklığı, en hafifinden adına kafa karışıklığı denilecek bir örnek daha. Hem seçimler hileli ama hem de halk Erdoğan’a oy vermiş. Seçimler hileli olunca, zaten oylar da çalınmış oluyor. Mesela HDP oylarının 2 milyondan fazlası çalınmıştır. Mesela sahte kimlikler çöp kutularından toplanmıştır vb.
Deniyor ki, evet hile var, bundan eminiz ama bunu ispat edemiyoruz.
Ne güzel değil mi?
Peki deprem bölgesinde halkın Erdoğan’a oy verdiğini ispat edebiliyor musunuz?
Yoksa “resmî”, devlet, Saray Rejimi söyleyince, o gerçek ama bizim gördüğümüz, bildiğimiz kanıta muhtaç mı?
Peki enflasyonun TÜİK’in açıkladığından daha yüksek olduğunu nereden biliyorsunuz? TÜİK de bir devlet kurumu, o söyleyince de “resmî”, devletin açıklaması, Saray Rejimi’nin açıklaması oluyor.
Demek ki, bizim bu okur yazar takımımız (OYT), resmî olduğunda “yalan”a inanma eğilimi taşıyor. Devlet gelip “bak burada deprem riski yok” deyince, inanıyor. Mesela devlet, enflasyon yüzde 35 deyince, hemen inanası geliyor. Mesela Erdoğan söyleyince “faiz neden, enflasyon sonuç”, bizim bu okumuş “kardeş”lerimiz, bunu tartışmayı çok seviyor. Mesela Erdoğan söyleyince, “3 çocuk lazım”, hemen işi gücü bırakıp bunu tartışmayı çok istiyorlar. Çünkü, aslında kendilerine ait, başka bir dünya hayali ile bağlı bir düşünceleri yok. Sadece, Erdoğan’dan, iktidardan yakınmayı seviyorlar.
Dahası, iktidardan yakınırken devleti karşılarına almayı hiç uygun bulmuyorlar. Bu nedenle, aslında tüm sorunun kaynağı Erdoğan ve onun ihtirasları, diyorlar. Buna inanıyorlar.
Derler ki, insan bir kere inanma ihtiyacı hissetmeye görsün, mutlaka inanacak bir şey, saçma da olsa bir şey bulabiliyor.
Tanıdığınız bir devlet memuru olsun, mutlaka vardır, düzeyi, mevkii de önemli değil. Sizinle rahat konuştuğunda, devletin hiçbir açıklamasına güvenmediğini size söyleyecektir. Yani herkes bilir ki, TC devleti hep yalan söyler. Doğru söylediği bir şey varsa, o yanlışlıkla ağızdan kaçmıştır ya da iki grup arasındaki çatışmanın sonucu olarak gündeme gelmiştir.
Mesela deprem bölgesine giden bir insan diyor ki, 50 bin kişi öldü. Bu zaten, oraya gitmemiş olsa da, devletin resmî yalanıdır. 50 bin kişi öldüğü yalanı, devlet tarafından açıkça söylenmiştir.
Dostumuz, deprem bölgesine gittiğine göre, demek ki duyarlı bir insandır. Orada gözlem de yapmış olmalıdır. Kendisinin matematiği yetmiyorsa eğer, yanında hesap yapan insanlar mutlaka görmüştür. Bölgede ölü sayısının en az 250 bin olduğu, 500 bin kişinin ölmüş olabileceği söylenmektedir. Sizce bizim bu dostumuz, bunları da duyduğu hâlde, neden 50 bin rakamına inanıyor? İzmit – Gölcük depreminde rakamların yalan verildiği ortaya çıkmamış mıydı? Şimdi, devletin halka doğruyu söyleyeceğini neye dayanarak düşünüyorsunuz?
Devleti karşısına almaktan, devlete açıktan yalancı, katil, hırsız vb. demekten korkan bir insan, elbette gerçeği görme olanağını da kaybeder.
Oysa esas olan, gerçeği görmek, gerçeği temel almaktır. İnsan, durum ağır olabilir diye gerçeği görmemezlikten gelirse, o artık hiçbir şey yapamaz. Ona sadece kalan şey, söylenenlere, yalan olduklarını da bile bile inanmaktır.
Bizim OYT, bilgilidir ve bunu mutlaka göstermek ister -liyakatsiz kadrolar yerine onlar görevde olmalıydı-, bugünlerde şöyle bir açıklama geliştiriyor: Maaşlara zam yaptılar, asgarî ücret 11.400 TL oldu, elbette vergileri artıracaklar, haraçları artıracaklar. İşte onların bu “bilgili” hâlleri, Saray Rejimi’ni gizlice savunma hâline dönüşüyor.
Öyledir, korkak her zaman haine, her zaman egemene yamanmak ister. İşte bu da bunun örneğidir. Demek neymiş, asgarî ücret artmış, onlar da vergi koyuyorlar ki, maaşları ödesinler. İlkin, asgarî ücreti devlet ödemez, işveren, kapitalist öder. İkincisi, maaşları ödemenin her zaman bir yolu vardır, para basarlar. Ama durum bu değil.
TC devleti, Saray Rejimi, bir anlaşma yapmıştır. Anlaşma seçimden önce yapılmıştır ve içinde Kılıçdaroğlu, Akşener vb. de vardır. TC ekonomisi iflas etmiştir. Mevcut borçları döndürecek durumda değildir. Alacaklılar, yani Batı sermayesi, yani uluslararası tekeller, kontrolü ellerine almaya karara vermişlerdir. Mevcut borçlar, yüzde 8 veya 11 faiz ile alınmıştır. vadesi gelen, mesela Eylül 2023’te ödenmesi gereken 30 milyar dolar, bu kuruluşlarca ödenecek, yani parayı bir ceplerinden diğerine aktaracaklar ve eski faiz, 8 veya 11 yüzdesi ile işleyen eski faiz, şimdi %25 olarak işleyecektir. Bu arada ise, aradaki farkın ödenmesini garantiye almak gerekir. Bunu da düşünmüşlerdir. Memur olarak koydukları Şimşek Mehmet ve Gaye Hanım, yeni konulan vergileri, yeni haraçları, bazı devlet işletmelerinin gelirlerini, doğrudan, bu tekellere aktarmakla görevlidirler. Savaşın finansmanı için bu bütçeler kullanılacaktır.
Bu durumda tabii ki Erdoğan, bir süs bitkisine dönmüş olur. Öyle ya, bitkisel hayattaki bir ekonomi için uygun bir başkan.
Demek ki vergi, haraç vb. artışların, yükselen maaşların ödenmesi ile bir alakası yoktur. Maaş artışlarının nedeni, olası toplumsal patlamayı önlemektir.
Saray Rejimi, sadece iktidarın, sadece AK Parti’nin, sadece MHP’nin desteğinin şekillendirilmesi değildir. Saray Rejimi’nin içinde burjuva muhalefet de vardır. Öyle, AKP-MHP faşizmi açıklamaları ile açıklanacak bir durum değildir bu. Gerçeklikle de uyuşmaz.
Ülkemizde yaygın bir “eski solcu” kitle var. Bunlar, aslında içki masalarında memleket kurtarmaya hevesli, hevesleri de bununla sınırlı bir kesim hâline gelmektedir. Kuşkusuz, devrimci olan ve bunda ısrar eden var. Onlardan söz etmiyoruz. Bu “eski solcu” kitle, bir etiket olarak solculuğu taşısa da, aslında Kemalist damarla devlete bağlıdırlar. Devleti karşılarına almayı sevmezler ve konu devlet oldu mu, hemen “soldan geri kaçar”lar. Ve halkın hâli üzerine, yarısı gerçek, yarısı hayal ürünü, yarısı kendi eylemsizliklerinin bahanesi olacak şekilde akıl yürütürler.
“Bu halktan bir şey olmaz.”
“Zaten bu topraklarda isyan geleneği zayıf.”
“Ne oldu, Gezi oldu da bir sonuç mu elde edildi?”
İşte temel akıl yürütme tarzları böyledir. Daha renkli olan akıl yürütmeleri olanlar vardır elbette ama sonuç hep buraya çıkar. O nedenle, bu örneklerle yetinmemizi mazur görün.
“Bu halktan hiçbir şey olmaz.” Demek istedikleri şey, bu halk ile devrim yapılmaz anlamındadır. Yoksa halktan ne yapmak istiyorlar da olmuyor bilmiyoruz.
Gören der ki, aaa bunlar devrim yapmak istiyor ama halk kaypak, korkak vb. Yani dünyanın başka yerinde devrimciler mücadele ederken, onların içinde var oldukları halk, daha bir sağlam, daha bir akıllı, daha bir “insan”. Oysa bizimkiler, kadersizler, talihsizler, devrim yapmak için, mücadele için maalesef bu halkın olduğu bir yerde doğmuşlar.
Dahası, kendileri, bu halkın hiçbir özelliğini taşımazlar. Yani halk korkak ise onlar değil, yani halk dönek ise onlar değil, yani halk çıkarcı ise onlar değil, yani halk aptal ise onlar değil.
Bu durumda, devrimci mücadeleye uygun bir halkın olduğu yere taşınmak isterler ve gelin görün ki, bu hep Avrupa ve ABD olur. Orada halk “kibar”dır, “saygılı”dır vb. Oysa o ülkelerin devrimcileri de derler ki, ki doğrudur, bu büyük emperyalist ülkeler dünyanın sömürülmesinden elde ettikleri kârlarla, kendi işçi sınıflarına ve halkına sus payı verirler. Bu nedenle işçi sınıfı, kendi durumuna, kendi sınıf gerçeğine uzak bir hâlde yaşar.
Eğer siz devrim yapmak istiyorsanız, bu ciddi bir iştir beyler. Önce egemen sınıfı, yani onun devletini alaşağı edeceksiniz, devlet çarkını parçalayacaksınız. Hiçbir milliyetçilik vb. nüvesi taşımadan, düşmanın egemen olan ve onun aracının da devlet olduğunu bileceksiniz. O devlet, egemen adına düzeni sürdürmek için baskı vb. kadar, karartma ve yalan politikalarını da uygular, milliyetçilik ve din ile halkı zehirler, açlık ve borçlandırma yolu ile insanların hareket etme alanını sınırlandırır vb.
Devrimci kişi, devrimci örgütün gerekliliğini bilir. Bu devrimci örgüt bilir ki, bir ülkede o anki egemen kültür ve bilinç, egemen olanın bilinci ve kültürüdür. Bunu aşmak, ancak net bir devrimci tutum ve örgütlenme ile mümkündür. Devrimci, bu bilince uygun bir örgütlenme ve öncülük faaliyeti yürüten kişidir. Egemen kültür ve bilincin etkisi altında halk ve işçi sınıfı kendiliğinden devrimci olmaz. Bir mücadele yürütür elbette. Bu sınıf mücadelesini, nihaî hedef olan egemenin iktidarını devirip, sınıfsız bir dünya kurma doğrultusunda yönetmek devrimci örgütün işidir. Bu söylediği kadar kolay yapılmaz. Bu yolda yenilgi de vardır. Bu nedenle, halka küsmek, işçi sınıfını suçlamak aslında kendi niyetsizliğine, kendi inançsızlığına bahane üretmek demektir.
Kapitalist bir toplumda yaşayıp kendiliğinden “olumlu” olan bir varlık değildir insan. İnsan, içinde yaşadığı toplumun, meta toplumunun tüm pisliklerini bağrında taşır. Ancak ve ancak mücadeleye atılırsa bunlarla hesaplaşma yeteneğini gösterebilir. Bu nedenle deriz ki, her devrimci, her gün, aynı zamanda kendini devrimcileştirir.
İşte bu noktada direniş, devrimci mücadelenin kendisi, bizzat devrimin kendisi en büyük öğretmendir. Ondan öğrenmesini bilmeyen, devrimci de olamaz.
“Bu topraklarda isyan geleneği zayıf.”
Bu doğrudur. Bazı toplumlarda isyan geleneği daha gelişmiştir. Bizde son noktaya gelene kadar bu isyan geleneği, devlet konusundaki önyargılar nedeni ile zayıftır. Tersinden, bu isyan geleneği zayıf olduğu için devleti doğru anlama da gelişmemiştir. Devlet baba anlayışı, devletin içinde iyi paşa, kötü paşa arama anlayışı bu nedenle yaygındır.
Ne aşağılayacağımız, hor göreceğimiz bir halk vardır, ne de baştacı yapıp durumunu görmezlikten geleceğimiz bir halk. “Bir kere hâlden anlayan birileri düşmesin önlerine” sözlerindeki gibi, işçi ve emekçilere öncülük edecek devrimcilere ihtiyaç duyulur. Bu olmadan devrim olmaz.
İsyan geleneğinin zayıf olması, biz devrime soyunmuş olanlar için bir veri durumdur. Bunu bilirsin ve sen de ona göre yola çıkarsın.
Bu topraklarda devrim olmaz düşüncesi hatalıdır. Sen devrim için kollarını sıva bir kere. Devrim, öyle bir hamle ile yapılacak bir şey değildir. Bu topraklarda egemen, tarih boyunca hep despot olmuş ve her zaman halkları birbirine kırdırmayı başarabilmiştir. Öyle ise, kolay zaferin olmayacağı sonucuna varabiliriz. Bu doğrudur. Şimdi soru, bu zorlu zaferi göğüsleyebilecek kararlılığı, iradeyi gösterebilecek miyiz sorusudur.
Biliniyor, bilinç kendini eylemde ortaya koyar. Eyleme yansımıyorsa bilgi, bilinç düzeyine çıkmamış demektir. Bilinç, eylem ile kendini ortaya koyuyorsa, tarih boyunca egemene karşı mücadele edenlerin bilincinin ölçüleceği en net eylem, geliştirdikleri örgütlenme, yarattıkları örgüttür.
“Gezi oldu da ne oldu, bir sonuç elde edildi mi?”
Bir soru da budur.
Bu soruyu soranlar, aslında “al sana isyan” denilmiş gibi savunma mekanizması geliştiriyorlar.
Kendilerine sorduğumuzda, bize “Gezi bir toplumsal patlamaydı, bir kendiliğinden isyandı” diyorlar. İyi ama nasıl oluyor da kendiliğinden bir sosyal patlamanın, örgüt olmadan, gelişmiş bir örgüt olmadan “sonuç” vereceğini düşünüyorsunuz? Çelişkili bir akıl yürütmedir. Adeta akıl yürütme ve Gezi’yi anlama çabası değil de devrimci mücadeleden uzak durmak için yorgun adamların bahane bulma çabası gibidir.
Burada “sonuç” dediklerinde, muhtemelen, ileri sonuçlar, mesela devrim ya da devrim olmadan da ileri bazı sonuçlar bekledikleri anlaşılıyor. Yoksa Gezi’nin bazı sonuçları olduğu açıktır. Ama bir kurtarıcı bekleyen kişiler gibi kendileri yaşamlarını riske atmadan zafer isteyenler, bu sonuçları da göremezler. Gezi Direnişi’nden bu yana egemenin “kimyası bozulmuş”tur. Her olay sonrasında bir Gezi çıkacağı beklentileri, bu bozulan kimyalarının ürünüdür. Bu korku tüm egemeni sarmıştır. Bu korkularına bakarsanız, devrimin olanaklı olduğunu da kanıtlamış olursunuz. Ama görmek istemeyen gözden daha kör göz yoktur derler.
Gezi Direnişi’nden bu yana, bu ülkede direniş süreklilik kazanmıştır. Elbette her direniş Gezi boyutunda değildir. Olmasını da beklemek, toplumsal dinamiklerden zerre kadar anlamamak, Marksizm-Leninizm konusunda kitabî bilgileri aşamayan bir yapıda olmak demektir. Her gün bir toplumsal patlama olmaz. Toplumsal patlama bekleyerek, deyim uygun düşerse sotaya yatmak, devrimci bir tutum değildir. Bir sonraki elbette daha örgütlü gelmelidir. Elbette burada her şey otomatik işlemez. Çünkü, karşımızda, sınıf mücadelesini egemen sınıf adına yöneten bir devlet vardır. O egemen, o devleti aracılığı ile bu sınıf savaşımına müdahale eder. Saray Rejimi, devletin, tekelci polis devletinin bir olağanüstü örgütlenmesi olarak, Gezi de dâhil, başka süreçler de dâhil, bu süreçlerin ürünüdür. Egemenin karşı-devrim saldırısıdır. Sınıf savaşımında olaylar kendiliğinden sonuçlar doğurmazlar. İşçi sınıfı, zaferi tırnakları ile söküp almak zorundadır. Bu bir mücadeledir.
Bu mücadele, bu direniş gelişmekte olan devrimin kendisidir ve en büyük öğretmen bizzat odur.
Biraz daha bize yakın, daha solda duran, devrimci duygularını yitirmemiş olanlara gelelim, ki bizi en çok bu kesimler ilgilendirmektedir. Burada savunu ya da en çok söylenen söz şudur: “Bir örgüt yok” ya da “bizde örgüt bilinci gelişmiş değil.”
Derler ki, gerçeğin bir parçasını söylemek, sadece bunu söylemekle yetinmek, aslında gerçeği bir anlamda gizlemektir de.
Varsayalım ki bunlar doğru. Eğer bir örgüt yok saptaması doğru ise, bunu dile getiren demek ister ki, bize bir örgüt lazım. Öyle ise iş başına demek gerekir. Ama bu dostlarımız, sadece örgüt yok demekle yetinmek istiyorlar.
Güçlü bir örgüt lazım diyorlar. Doğru söze ne denir. Öyledir, bize güçlü, gelişmiş, bizim eylemimizin sonucu olan bir örgüt lazım. Zira devrim örgütlü bir iştir ve örgüt, egemenin örgütü olan devleti yerle bir edecek kadar gelişmelidir. Bu durumda söyleyebileceğimiz şey şudur: Samimi iseniz, kendi yüksek egonuzu bir yana bırakın ve buyurun saflarımıza katılın, sizinle daha güçlü olacağızdır. Ve bu yolla daha gelişmiş bir örgütlenme yaratmak için mücadele edeceğiz. Bu mücadelenin bizzat kendisi, en gelişmiş düşüncelerden daha ileri çocuklar doğurur. Fikrin, düşüncenin, savaşsız, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya kurma hedefinin maddeleşmesi demek budur.
Doğru fikirler tekrarlamak, içinden geçtiğimiz bugünlerde, egemenin karanlığını yarmak açısından çok kıymetlidir. Ama yeterli değildir. Sıradan bir işçinin henüz göremediği şeyi görmek önemlidir. Ama ancak o sıradan işçi ile aynı safta mücadele edildiğinde, işçi sınıfının devrimcileşmesine hizmet ettiğinde bu önem bir anlam kazanır.
Yoksa, siz istemeseniz de şunu söylemiş olursunuz: Bize gelişmiş ve güçlü bir örgüt lazım. Ben bekleyeceğim, bu örgüt oluşana kadar fikirlerimi koruyacağım, sonra bu örgütü gördüğümde, o zaman, garantili bir mücadeleye gireceğim. Zira benim artık bir kere daha yenilecek takatim yok, tek sağlam kalmış yerim olan kulağımın arkasını o güne kadar koruyacağım.
Biraz ağır olacak ama, o tek sağlam kalmış yerimiz olan kulağımızın arkasını uzaylılar için mi saklıyoruz? O tek sağlam kalmış kulağımızın arkası ile öbür dünyaya göçersek, bize cennette daha güzel bir yer mi verecekler? Birileri bize, bravo, hiç değilse kulağının arkasını korumayı başarmış diyerek madalya mı takacak? Korkarım ki, o madalyayı takacak olan, egemen olacaktır.
Mücadeleye tüm organlarımızla, tüm gücümüzle dalmanın, saf tutmanın zamanıdır. Varsın o kulağımızın arkası da devrim için feda olsun demenin zamanıdır. Kendimizi devrimin kollarına, direnişin iyi bir öğrencisi olmak üzere bırakmak, devrimden öğrenmeyi başarmak işin temelidir.
Hedefimiz, bu insanın insana kulluğuna dayalı aşağılık, kokuşmuş, yaşanılmaz sistemi yıkmak ve yerine insanın insana kulluğunun olmadığı sınıfsız bir toplumu, ortakçı toplumu kurmaktır. Bu hedef ancak bugünden, mücadele ederken, kendimizi yeniden yaratarak, kendi eylemimizle kendimizi devrimcileştirerek gerçekleştirilebilir. Beklemek, seyretmek, kendimize sırça bir köşk bulup orada kendimizi korumaya çalışmak nafile bir çabadır, devrimci bir çaba da değildir. Birçok nafile çaba, gerçekte değerli de olabilir. Ama devrimci mücadele bugün bizden, daha ilerisini istemektedir. Kendimizi geri tutarak korumak hiçbir zaman mümkün değildir, şimdi ise imkânsızdır.
En iyi devrimciler, devrimin en iyi öğrencileri olmayı başaranlardır. Bunun için, yılların bizde biriktirdiği-oluşturduğu alışkanlıklarımızın, düşüncelerimiz ve eylemlerimizin önünde engel olduğunu görmemiz gereklidir.
Eğer hedefimiz sınıfsız bir toplumu, sadece burada değil tüm dünyada yaratmak ise, devrimin en büyük öğretmen olduğunu unutmamalıyız.
Derler ki, iyi öğretmenler, en çok asi ve cesur öğrencilerini severler.