PKK’nin feshi ve silah bırakma kararı

5-7 Mayıs 2025 tarihlerinde, PKK 12. Kongresini topladı. PKK 12. Kongre Divanı, sonuç bildirgesini açıkladı. Açıklama, birkaç gün sonrasında yapıldı. Kongrenin 232 delegenin katılımı ile, iki ayrı mekânda (güvenlik nedeniyle) gerçekleştirildiği açıklandı.

Açıklanan sonuç bildirgesinde (ANF tarafından yayınlanmıştır), iki temel karar yayınlanmıştır. “Kongremizin aldığı PKK’nin feshi ve silahlı mücadele yöntemini sonlandırma kararı kalıcı barış ve demokratik çözüme güçlü bir zemin sunmaktadır” denilmektedir.

İki karar vardır. İlki “silahlı mücadele yöntemini sonlandırma” kararıdır ve ikincisi “PKK’nin feshi” kararıdır. Kongrenin diğer kararlarını, en azından biz bilmiyoruz.

Kongre ile birlikte, Rıza Altun ve Ali Haydar Kaytan’ın şehit düşmüş olduğu da açıklanmış oluyor. Ve her ikisinin de yıllar önce şehit düşmüş olduğu vurgulanıyor. Her ne kadar bu yazının konusu dışında olsa da, bu konuda birkaç cümle söylemeden geçmek istemeyiz.

Biz, devrimci bir hareketiz. Kendimizi böyle görürüz. Kendimizi dünya devrimcisi olarak görürüz ve her sosyalist/komünist devrimcinin kendini, dünya devrimcisi olarak gördüğüne inanırız. Bu nedenle, Rıza Altun ve Ali Haydar Kaytan’ın şehit düşmesini, dünya çapında devrimci hareketin kaybı olarak görürüz. Öyle anlaşılıyor ki, bu iki devrimci, 2018 ve 2019 yıllarında şehit düşmüştür. Demek ki, eğer biz eksik takip etmemişsek, PKK bu kayıpları uzun süre açıklamamıştır. Gerçekte bizim bir bilgi eksiğimiz olduğu açıktır. Ama PKK’nin bugüne kadarki tarihi içinde böyle “geç açıklama” yoktur. Elbette bir gerilla hareketi, her şeyi günü gününe açıklamaz. Ama PKK’nin kurucu kadrosundan da olsa PKK kayıplarını açıklamakta tereddüt etmemiştir.

Bizim, Türkiye solunun PKK’ye bakışı, birazdan daha fazla TC devletinin bakışından izler taşır. Örneğin, bir olay gerçekleştiğinde, Türkiye solu, çoğunlukla devletin açıklamalarını temel alır, şüphe duysa bile. Ama biz devrimciler için durum farklıdır. Örneğin PKK’nin, kendi tarafından yapılmamış bir eylemi asla üstlenmediği, kendi eylemlerini, varsayalım ki eylem hatalı ise bile, bunu belirterek üstlendiği bir gerçektir. Birçok durumda eylem tarzına bakarak, bu eylemin bir kontra eylem olup olmadığını anlamak mümkündür. Olur da mümkün değil ise, PKK’nin açıklamaları beklenmelidir. Biz böyle düşünürüz. TC devleti, bir kayıp verdiğinde, mesela 100 kişi kaybettiğinde, 3 kişi kaybettik, diyebilmektedir.

İşte bu tarihî temel nedeniyle, Rıza Altun ve Ali Haydar Kaytan’ın kaybının geç açıklanması bizi şaşırtmıştır. Mutlaka bizim bilmediğimiz bir nedenleri vardır.

Dünyanın neresinde olursa olsun, bir devrimci hareketin kazancını kendi kazancımız, kaybını da kendi kaybımız sayarız. Dünyanın bize en yakın yerinde yer alan Kürtlerin her kazancını kendi kazancımız, kaybını da kendi kaybımız saymakta tereddüt etmeyiz.

Konumuza dönersek, 12. Kongre, oldukça zor koşullarda toplanmış olmalıdır ve bu nedenle kararları da çok kritiktir. Bizim bu konuda söyleyeceklerimiz, kesinlikle bilgi eksikliklerimizin varlığı koşullarında söylenecektir. Yani, biz, ne olursa olsun, birçok bilgiye, hele ki tarihin hızlı aktığı bugünkü koşullarda, daha fazla bilgiye sahip ya da hâkim değiliz. Öyle ise, Kongre belgelerine dayanmak zorundayız. Ve elimizdeki tek belge de ANF tarafından yayınlanmış olandır.

Süreci hatırlamakta fayda var. Zaten Kongrede buna dikkat çekmektedir. Oradan okuyalım: “Önder Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat tarihi açıklamasıyla başlayan süreç, yaptığı çok yönlü çalışmalar, değişik tarzda sunduğu perspektifler ışığında 5-7 Mayıs tarihleri arasında toplanan 12. Parti Kongremiz başarıyla tamamlandı.” (Sonuç bildirgesinden. Başka bir kaynak vermediğimiz sürece, tüm alıntılar buradandır).

Yıl belgede yazılı değil, biliyoruz 2025’tir.

Ve bu süreç, Ekim 2024’te, Bahçeli tarafından yapılan açıklama ile başlamıştır. Kongrenin açılış konuşmasını yapan Murat Karayılan da Bahçeli’nin açıklamasına vurgu yapmaktadır. Bahçeli’nin bu açıklaması 2024 yılındadır ve DEM Parti sıralarında el sıkışması “sıra dışı”dır. O zamanlar Bahçeli, bugünkü gibi sesi olmayan, sadece X üzerinden açıklamalar yapan bir “kişi” değildi. O zamanlar Bahçeli, kalıbını aşarak ses çıkartıyordu ve “Öcalan gelsin, mecliste DEM grubunda konuşsun” diye gürleyerek ses çıkartabiliyordu. Oysa fotoğrafını sevdiği Sırrı Süreyya’nın cenazesinde konuştuğunu görmedik, duymadık. Bahçeli, o dönem, büyük değişmeler olacağını ve bu değişimler sırasında Türkiye’nin varlığını korumasını umduğunu söylüyordu. Endişeli idi. Umarım Türkiye böyle kalır, gibi cümleler kuruyordu.

Demek ki süreç, 2024 Ekim ayında, Bahçeli tarafından dile getirilmiştir ve öyle kabul etmek gerekir ki, bunun öncesinde de bu süreci besleyen bir arka plan vardır. Bahçeli’nin açıklaması, devlet tarafının bu konuda inandırıcı olma göstergesidir. Elbette Öcalan tarafı da bu konuda inandırıcı olduğunu göstermiştir. Yani karşılıklı taraflar, bu yeni süreç için inandırıcı olmayı talep etmiş olmalıdır. Yoksa Bahçeli’nin bu “sıra dışı” el sıkışması hamlesi ortaya çıkmazdı. Gel ki, hâlihazırda devlet tarafı, konuşmak, sürpriz açıklamalar, sıra dışı el sıkışmalar dışında bir şey yapmış değildir. Ama PKK tarafı, “fesih ve silahlı mücadeleyi sonlandırma” kararını açıklayacak bir kongreyi toplamıştır.

Demek ki görüşmelerin Ekim 2024’te sonuç verdiğini ya da ilk sonuçlarını verdiğini düşünmek mümkün. Tahminde bulunacak olursak, Bahçeli’nin konuşması, anlaşmanın yapıldığı ânın sonrasına denk gelmelidir ve öyle ise bu görüşmeler, 2024 yılının en geç yaz aylarında ortaya çıkmış olmalıdır. Bunun bir kanıtı da, Bahçeli ağzından ya da devlet tarafından, Kongre tarihinin tam isabetle biliniyor olmasıdır. Bahçeli 5 Mayıs’ta mesela, diyerek, Malazgirt’te Kongre toplansın ve PKK’nin feshini ve silah bırakmayı ilan etsin, demiş ya da talebinde bulunmuştur. Sürecin uzamasından yana olmadığı -devletin- anlaşılmaktadır.

Ve PKK 12. Kongresi, kuşku yok ki bizim bilmediğimiz birçok karar da almıştır; iki temel, çok önemli karar almıştır. “Söz konusu kararların uygulanması Önder Apo’nun süreci yürütüp yönlendirmesini, demokratik siyaset hakkının tanınmasını ve sağlam bütünlüklü bir hukukî güvenceyi gerektirir.” (Sonuç bildirisinden).

Burada iki karar ve elbette bunları gerçekleştirmek için bir yol ortaya konmaktadır.

Dünya devrimci tarihi içinde silahlı mücadele yürüten bir örgütün, bir gün gelip de mücadele yöntemini değiştirmek üzere, silahlı mücadeleyi terk ettiğini birçok kere görmüşlüğümüz var. Bu ilkesel olarak reddedilemez. Bir hareket, elbette uygun gördüğü zaman, uygun konjonktürde böylesi bir kararı alabilir. Mücadele yeni yöntemleri öne çıkartmış olabilir. Biz, böylesi bir kararı doğru ya da yanlış olarak ele alamayız. Bu doğru olmaz. Çünkü nihayetinde bu PKK’nin kararıdır ve PKK’nin silahlı mücadeleyi bırakma kararını başkasının vermesi de mümkün değildir. Bu kararı anlayıp anlamamak ayrı bir konudur ama bu onların kendi kararıdır ve saygı duymak esastır.

Öte yandan, bir devrimci örgütün, kendini feshetmesi kararı, silahlı mücadeleyi bırakma kararı kadar yaygın değildir ve istisna kabul edilmelidir. Bir örgüt, egemene karşı yürüttüğü mücadelede yenilebilir ve dağılabilir. Burada böylesi bir durum yoktur. Kaldı ki yenilgi durumunda dahi kendini feshetme alışılmış bir tutum değildir. Bir hareket, bir parti, kendini feshettiğinde, eğer örgütsel yapısını dağıtıyorsa, bunun yerine başka bir şey koymuyorsa, bu alkışlanacak bir durum değildir. Biz alkışlamıyoruz diye, onlar böyle bir karar alamazlar mı? Elbette alırlar zaten almışlardır da. Elbette KCK vardır ya da başka yapılanmalar da. Ama ne olursa olsun, PKK tüm bu sürecin ana gövdesidir, öncüsüdür.

Biz, devrimci sosyalistler, iktidarı aldığımızda, burjuva egemeni yıktığımızda, burjuva devlet çarkını dağıttığımızda bile, sosyalizmi kurma sürecini yönetmek üzere partiye ihtiyaç duyarız. Parti, sınıfın çıkarlarının temsilcisi, sınıfın öncüsü, bu yolla devrimin öncüsüdür. Ve partinin görevi, sınıfların ortadan kaldırılması ile son bulur. Sınıflar yok ise, sınıfsal çıkarların özlü ifadesi olarak siyaset de farklılaşır, partiye ihtiyaç kalmaz. Demek ki, sosyalist devrimin zaferinde dahi, örgütü, partiyi feshetme diye bir durum yoktur. Elbette, burjuva devlete karşı savaş döneminde mesela bir X örgütü, farklı bir yapıya sahiptir ve sosyalist devrimden sonra aynı yöntemlerle mücadele ediyor olamaz.

Biz devrimci bir hareket olarak (her devrimcinin de böyle düşündüğünü kabul ederiz) Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını, Kürtlerin çözümü ortaya çıkmadan da savunur ve kabul ederiz. Bunu, onlara bir hak olarak “bahşetmekten” söz etmiyoruz, haşa, tersine, bu onların hakkıdır ve bunu tanıyoruz demek istiyoruz. Eğer milliyetçiliğin herhangi bir dozu ve çeşidi ile kirlenmemiş bir devrimci hareket var ise, ki devrimci hareketin milliyetçilikle zerrece bağı olamaz, o hareket zaten bu gerçeği kabul eder.

Bu çerçeve temel olmak üzere, Kürt hareketinin bugüne kadar yürüttüğü mücadeleye bakmak yerinde olacaktır.

Bizim görüşümüze göre (ki bu 1992’de tarafımızca yazılmıştır) Kürt hareketi, ulusal uyanışı gerçekleştirmek anlamında, Kürt sorunun özgün çözümüne 1992’de ulaşmıştır. 1993 yılında ilan edilen ateşkes ve Özal döneminde yürüyen tartışmalar, Kongre belgelerinde de vardır. Murat Karayılan’ın açıklamalarında da özetlenmiştir. Demek ki, 1992’de (bu tarihi de, örneğin 1992 değil de başka bir tarih olarak, kesin olarak bizim gözlemlerimizden önce PKK daha sağlıklı belirleyebilir) Kürt sorunu artık yeni bir noktadadır. 1992 yılında, imha ve inkâr siyaseti boşa çıkarılmıştır. Kürt kadınında ifadesini bulan devrimci diriliş ortaya çıkmıştır. Evet 1992’de, Kürt devrimi, bir “ulus devlet” örgütlenmesine ulaşmamıştır. Dört parçalı bir Kürdistan gerçeği, bu süreci farklılaştırır. Nihayetinde Kürtler Ortadoğu’da yaşamaktadır ve Kürt sorununun uluslararası bir yönü nesnel olarak da vardır. Kaldı ki, eğer “ulus devlet” örgütlenmesi, yeniden kapitalist sistem içinde kalmak demek ise, bu emperyalizme bir başka tarzda bağlanmak demek olurdu. Bu nedenle, devrime katılmaya başlamış olan Kürt orta sınıfları ile Kürt devrimci hareketinin iki ayrı çizgiyi temsil ettiğini söylemek yerindeydi, öyle demiştik. Kürt hareketi içinde bir yandan Barzani çizgisi diyebileceğimiz bir çizgi, gericiliği, emperyalizme bağlılığı ifade etmekteydi. Oysa Kürt emekçilerine dayanan gerilla hareketi, o dönem geliştirmeye başladığı “kurtarılmış alanlar” ile sosyalist bir yolu açmaya yönelmekteydi. Elbette bu Kürt gerçekliği içinde oldukça karmaşık bir durum idi. Çünkü bir yandan Kürt halkı 4 parçada vardır ve ikincisi emperyalist paylaşım savaşımı devreye girmişti ve Ortadoğu’nun yeniden paylaşılması gerçeği ortaya çıkmaya, daha doğrusu su üstüne çıkmaya başlamıştı. Devrime son dönemde katılmaya başlamış olan Kürt orta sınıfları, Barzani’den daha ileri düşüncelere sahip olsalar da, sonuçta Barzani çizgisine yakın olacaklar ya da bir yol seçeceklerdir. Bu, sınıfsal karakterleri gereğidir. Yani, Kürt hareketi gelişirken, imha ve inkâr siyasetini parçalamak ne denli önde olursa olsun, sınıf savaşımının da işlediğinden şüphe edilemez.

Kürt hareketi bu süreçte, büyük bir saldırı ile karşı karşıya kalmıştır (1990’lı yıllar). Bu saldırının büyüklüğü, sadece askerî operasyonlar ve ortaya konulmuş olan “kirli savaş” değildir. Bu kirli savaş, aslında TC devleti ve NATO tarafından organize edilmiştir ve NATO’nun varlığını hafife alırsak, saldırıların çetinliğini de anlamakta, kavramakta zorlanırız, eksik kalırız. NATO’nun devrede olması, ABD’nin devrede olması, aslında savaşı bir uluslararası ya da bölgesel bir savaş boyutuna getirmiştir. PKK’nin terör örgütü olarak ilanı da bunun içindedir. Ama aynı zamanda tüm Batı, Kürt hareketi ile zorunlu ilişkiler kurmuştur ve her bir emperyalist güç, Kürtler arasında yer edinmeye çalışmıştır.

1992 yılında da Kürt hareketi, PKK önderliğinde imha ve inkâr siyasetini boşa çıkartmıştı ve doğrusu bunu başarınca kendini feshetmesi düşünülmezdi. Ama elbette bu yeni koşullarda örgütün yeniden somut duruma uygun örgütlenmeler geliştirmesi esas olurdu. Bu evrensel bir kuraldır. Ve doğrusu, bu konuda da PKK’ye akıl verecek hâlde hiç değiliz. O günden bugüne bu mücadeleyi yürüttüklerine göre, gerekeni yapmış olduklarını varsaymak gerçekçi olur. Kongre, bunları değerlendirme yeridir.

Bilimsel çalışma, somut durumun somut analizini şart koşar. Bu nedenle, bugün, PKK’nin feshedilmesi ve silahlı mücadele yönteminin sonlandırılması, sadece geçmiş ile ilgili değildir, olmaz. Biz diyalektik materyalizmi temel alırız. Diyalektik materyalizm, gelecekten bakmayı da içerir.

Evet, bir hareket, belli tarihsel koşulların altında ortaya çıkar. PKK, imha ve inkâr siyasetine karşı duruştur. Ve elbette SSCB’nin ve “reel sosyalizm”in varlığı koşullarında şekillenmiştir. SSCB ortadan kalktığında, Ortadoğu’da bir savaş dünya savaşının bir parçası hâline geldiğinde birçok şey değişmiş olur. Ama bir hareket, bu koşullarda kendini yeniler ve geliştirir. Bu geliştirme ve yenileme, feshetmek ile açıklanamaz. Kongre, özetle, PKK’nin tarihsel görevini tamamladığını söylemektedir. Eğer bu “imha ve inkâr politikasının” aşılması ise, bu görev 1992’de ya da 1993’te zaten başarılmıştı. Oysa o günden bu yana çok zaman geçmiştir ve egemen (TC devleti ve uluslararası sermaye) saldırılarına devam etmiştir. Bu süre içinde bu saldırılara karşı konulabilmesi, ancak, feshedilen PKK’nin varlığı ile bağlıdır. Tekrar etmek gerekiyor, karar onlara aittir ve bizim söyleyeceklerimiz, bilgilerimizin eksikliği de göz önünde tutulursa bu kadardır.

Gelecekten bakmaya yönelelim. Karar, gelecekten bakıldığında, iki noktayı öne çıkartmaktadır. Birincisi barıştır ve ikincisi demokratik toplum sürecidir. Kongre Divanının açıklamasından aktaralım: “52 yıldır Önderlik ve PKK yürüyüşüne büyük bedeller pahasına katılarak, inkâr ve imha siyasetine, soykırım ve asimilasyon politikalarına karşı direnen onurlu halkımız, barış ve demokratik toplum sürecini daha bilinçli ve örgütlü biçimde sahiplenecektir. PKK’yi feshetme ve silahlı mücadele yöntemini sonlandırma kararını, halkımızın herkesten daha iyi anlayacağına, demokratik toplum inşası temelinde demokratik mücadele döneminin görevlerine sahip çıkacağına inancımız tamdır. Halkımızın kadınlar ve gençler öncülüğünde, yaşamın her alanında öz örgütlerini oluşturması, dilleri, kimlikleri ve kültürleriyle kendine yeterli olma temelinde örgütlenmesi, saldırılar karşısında kendini savunur hale gelmesi ve seferberlik ruhuyla komünal demokratik toplumu inşa etmesi hayati önemdedir.”

Görüldüğü gibi, gelecekten bakıldığında iki nokta vardır, biri barıştır ve ikincisi “demokratik toplum”dur. Demokratik toplum, “komünal demokratik toplum” olarak da ifade edilmektedir. Mücadele gelecek tasarlamaktır da. Bu nedenle bu iki noktanın üzerinde durmamız yerinde olur.

Barıştan başlayalım.

Sihirli kelimedir barış ve barışı istemeyen olmaz. Öyle ise bize “barıştan yana mısınız” diye bir soru sorulamaz. İyi ama nasıl bir barıştan söz edeceğiz? PKK kendini feshedince ve silahlı mücadele yöntemini terk edince, düşman, bu durumu kabul ederek, savaşa son mu verecektir?

Biz aslında şu an itibarı ile, PKK’nin iki kritik adımı attığını, bunu ilan ettiğini, bu konuda kongre kararı aldığını biliyoruz. Esas mesele, devletin bu durumda ne yapacağıdır. Buyursun TC devleti, bu konuda atacağı adımları atsın ve görelim. Saray Rejimi, kendini mi feshedecek? Saray Rejimi, acaba silah mı bırakacak?

Artık daha çok ve sadece tweet ile konuşan Bahçeli, “barış kuşu iki kanatlıdır” diyor ve ilk kanatta PKK’nin adım attığını, ikinci kanadın da gövdeye “monte edilmesi gerektiğini” söylüyor. Demek, bir barış adlı kuş imalatı söz konusudur ve devlet, Bahçeli ismi altında Erdoğan’a seslenmektedir ve Kürt hareketine de (artık PKK yok ve bu nedenle Kürt hareketi demek gerekir), sabırlı ol denmektedir.

Dünya çapında bir savaş yaşanmaktadır. Bu savaşın odaklandığı noktalardan biri Ortadoğu’dur. Bu savaş, başlıca beş emperyalist güç tarafından organize edilmektedir. Bu durumda silahlı mücadele yöntemini terk etme, PKK’nin “terör örgütü” suçlamasından kurtarılması mı demektir? Karayılan, açıkça, bunun uygulanması için, karşı tarafın adımlar atması gerektiğini ortaya koymaktadır. Kongre belgeleri de bunun şartları olduğunu söylemektedir. Sürecin yönetilmesi Öcalan’a verilmektedir ve “demokratik siyaset hakkının sağlanması” ve “sağlam bütünlüklü bir hukukî güvence” gerektiği vurgulanmaktadır.

Bahçeli isimli devlet de ikinci kanadın da gövdeye monte edilmesinden söz ederek, ciddi olduklarını söylemektedir. Öyle ya, PKK feshedilse de, henüz silahlar teslim edilmiş değildir.

Bu durumda “barış”, mesela uluslararası güçlerin devreye girmesi ile mi sağlanacaktır? Öyle ya, TC bu konuda güvenilir değildir ve dahası bu süreç, NATO tarafından, ABD tarafından dayatılmaktadır. Bu uluslararası güçlerin TC devletini zorlayarak, bir uzlaşı ortaya koyması mümkündür. ABD ve Batı, gerçekten de TC devletini zorlayabilir. Bu olanakları vardır, zira TC devleti de bir sömürgedir. Ama bunun karşılığı nedir? Bu Ortadoğu’daki paylaşım savaşımı ile bağlı ise, “silahlı mücadele yöntemini sonlandırmak” katliam politikalarını önlemek için bir avantaj mı olacaktır? Biz biliyoruz ki, hiçbir halk, hiçbir emperyalist güçten bir beklentiye girerek varlığını koruyup geliştiremez. Bu durumda “barış”, savaşın sonlandırılması olmaktan uzak olacaktır. Kuşku yok ki bizim sahadaki durumu PKK’den daha iyi bilme olanağımız yoktur. Ama biliyoruz ki bir halkın mücadelesi örgütsüz ise, sürdürülemez. Elbette, Kürt halkının birçok örgütsel yapısı vardır ve bugün en örgütlü halklardan biri olduğunu söylemek abartılı olmaz. Ama bu durumda PKK’nin feshinin örgütlülüğü geliştireceği kesin midir?

Bizimkiler, elbette sorudur. Yanıtları bizde yoktur ve bu konuda bilgi eksiğimiz nedeniyle yapabileceğimiz en sağlıklı şey sorular sormaktır. Elbette Kürtlerin kaderini tayin hakkını kabul etmek, alacakları kararlara saygı da duymak demektir.

Kongre belgeleri, sürecin yürütülmesi için Öcalan’ı görevlendirmektedir. Bu durumda Öcalan, siyaset yapma olanakları elde edecektir, ki sanırım, bunların bir bölümünü fiilî olarak elde etmiş olmalıdır. Öyle ise, beklenen, Öcalan’ın hareket koşullarının genişletilmesidir. Elbette bunun doğal sonuçları olacak ve siyasi tutsaklar konusunda bazı adımlar atılacaktır. Barışın gerisini henüz bilmiyoruz.

“Barışın kaybedeni olmaz”, aslında çok nahif bir sözdür. İnsanîdir ve bu anlamda değerlidir. Savaşın sona ermesi, akan kanın durması, her savaş için önemlidir. Bu açıdan, barışı desteliyor musun, sorusu çok da anlamlı değildir. Herkes akan kanın durmasını ister, herkes onurlu bir barışı ister vb. Ama nihayetinde, barışın nasıl bir barış olduğu her zaman önemlidir. Her barış taraflar için daha farklı anlamlar içerir. Demek ki, gelecek açısından bakıldığında nasıl bir barış konusu henüz net değildir. Yaşanacak ve görülecektir.

Kongre belgeleri, örgütlülüğe vurgu yapmaktadır. Yani PKK’nin feshi, Batı’da yaygın olan “örgütsüz mücadele” gibi tuhaf eğilimlerden uzak görünmektedir. Biliniyor, Batı’da, örgütsüz kitlelerin eylemi incelenirken, övgü olarak öndersiz, örgütsüz vurgusu yapılmaktadır. Yani, örgüt ve önder olmaması iyi olarak ele alınmaktadır ve bu yaygındır. Bizim solda da uzantıları vardır. Oysa PKK kongre belgelerinde bunun izi yoktur, tersine örgütlülüğe vurgu yapmaktadır. Ama buna rağmen, PKK’nin feshi, sıradan bir tutum değildir.

Konunun ikinci başlığı, “komünal demokratik toplum”dur. Gelecek böyle tarif edilmektedir. Bu açık olarak sosyalizm vurgusu anlamındadır. Öyle olmalıdır. Vurguyu böyle yapmak ve sosyalist toplum demeden yapmak, düşmanı aldatmaya yetmez (amaç bu ise). Amacın da bu olduğunu söylemiyoruz. Ama komünal toplum, daha gelişmiş örgütlülük demektir ve bunun ön koşulu, egemenin devlet çarkının parçalanmasıdır. Paris Komünü’nün yenilgisi de buradadır. Geliştirdiği mekanizmalar, Paris Komünü’nün egemen iktidarı parçalamadan yaşamasına olanak tanımamıştır. Nihayetinde sınıf savaşımı, bir sınıfın diğer sınıfa karşı savaşımıdır ve egemen sınıf bu savaşta egemenlik aracı olan devleti ile (sadece onunla değil ama en başta onunla) vardır. Bu devlet çarkı parçalanmadan, bir zafer net olarak ortaya çıkmadan, komünal toplum örgütlenemez. Bu, romantik düşünmek demektir. Ama elbette komünal örgütlenmenin iktidarı aldıktan sonra başlaması diye bir zorunluluk hiç yoktur. Gelecek toplumun nüveleri, hem yeni insan anlamında hem de örgütlenme alanında, devrim sürecinde ortaya çıkarlar. Komün, devrimden önce ortaya çıkmıştır, sovyet, devrimden önce ortaya çıkmıştır. Devrimci parti, bu biçimleri geliştirir. Zaferi kazanmış, devrimi gerçekleştirmiş işçi sınıfı, burjuva devleti alaşağı eder, yıkar ve parçalar. Onun yerine kendi devletini kurar. Bu devletin kuruluşunda ve sosyalizmin dünya çapında zaferinde de devrimci parti, varlığını sürdürür ve önemli bir rol oynar. Bu durumda PKK’nin feshi, destekleyici bir adım mıdır? Kanımızca, bir devrimci öncü örgütün varlığı, “komünal örgütlenme”yi geliştirir, tersine bir etki yapmaz. Öyle ise, gelecekten bakıldığında, ortaya çıkan durum, PKK’nin feshini, bizdeki bilgiler ışığında doğrulamaz.

Dünya çapında süren emperyalist paylaşım savaşımı, Ortadoğu’da yoğunlaşmaktadır. Ya da bu savaşın odak noktalarından birisi Ortadoğu’dur. Bu savaşta, Suriye sonrasında, ABD’nin hedef noktası İran’dır. Bu konuda ABD, Kürt hareketine imha tehdidini savurmaktadır. Gazze’de neler yaptıklarının örneğini bu nedenle ortaya koymaktadırlar. Bu büyük çaplı bir tehdittir. Bunda şüphe yoktur. Kürt halkına dayatılan bir soykırımdır. Trump’ın, “Türkiye’nin güvenlik kaygılarını anlıyoruz” demesi boşa değildir. Bu tehdit büyüktür. Ve elbette Kürt örgütlülüğü, bu tehdidi karşılamak zorundadır.

Bölgede gelişmekte ve beslenmekte olan, kışkırtılmakta olan savaş tüm bölgeyi sarsmaktadır. Bu durum, tüm bölgede devrimci bir çıkışın olanaklarını da barındırmaktadır. Bize göre, bugün, tüm bölgede gelişecek sosyalist devrimin nesnel zemini oluşmuştur. Bu elbette, enternasyonalist bir devrimci örgütlenmeyi gerekli kılar. Bu sosyalist devrimin en önemli bileşeni olma olanağı Kürt hareketinde vardır. Bu nedenle Kürt hareketinin her kaybı, tüm devrimcilerin kaybıdır, kazancı da tüm devrimcilerin kazancıdır. Elbette devrimci hareket için çok zorlu bir süreç vardır ve devrimci hareket, bölge çapında gelişecek bir devrime hazır değildir. Ama tarih hızlı akıyor.

TC devleti, kendi cephesinden, PKK’nin feshi ve silah “bırakması”nı bir zafer olarak sunmaktadır. Hattâ PKK’nin zaten yenildiğini söylemektedirler. Buna hiçbir açıdan katılmak mümkün değildir. Gerçek şöyle tarif edilebilir: Kürt hareketi, uluslararası bir saldırı ile karşı karşıyadır ve kendisine dayatılan, ABD ve NATO öncülüğünde, TC eli ile bir katliamdır. Bugün hâlâ TC devletinin saldırıları sürmektedir. Kongre, bu saldırılar altında toplandığını açıkça ifade etmektedir. Demek ki PKK, TC ile mücadelesinde yenilmiş falan değildir. Hattâ silahların nasıl bırakılacağı, Öcalan’a siyasal mücadele olanaklarının nasıl sağlanacağı gibi konular, sürekli gündeme getirilmektedir. Sık sık, silah bırakma açıklamasının tüm Kürtleri kapsaması gerektiği söylenmektedir. Demek ki mesele TC ile Kürt hareketinin savaşında PKK’nin yenilgi alması değildir. Mesele emperyalist paylaşım savaşımının içinde Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi meselesidir. Savaş, emperyalist merkezlerin ana politikasıdır ve bu süreç daha da gelişecektir.

Bu nedenle, tüm bölge devrim kuşağının içine girmektedir. Bölgenin önemli güçleri, işçi sınıfı açısından Türkiye, İran, Mısır gibi ülkelerdir. Bu üç ülkede de devrimci hareket zayıftır. Bölgenin en örgütlü gücü Kürt hareketidir. Bu nedenle Kürt hareketine karşı saldırı, aynı zamanda emperyalist güçlerin tüm bölge devrimci hareketlerine saldırısıdır. Yani bölgede bir barış ufku yoktur. Kaldı ki bir barış, emperyalist güçlerin, tüm bölgeyi yeniden ezmesi sonrasında “sağlanacaksa”, bu “barış”, bizim barışımız olmayacaktır.

Bizim cephemiz, işçi sınıfının devrimci yolundan, sosyalist devrimi zafere ulaştırma yoludur. Bu kolay değildir. Ama tarih hızlı akıyor. Devrimci güçlerin zayıflığı, bugüne aittir, yarına, geleceğe ait değildir.

Elbette her ülkedeki, genel anlamda bu enternasyonal devrimci anlayışın içindeki her devrimci gücün her kaybı, bizim de kaybımızdır. Bu açıdan, Ortadoğu söz konusu olduğunda süreç, öznel açıdan daha da zorlaşmaktadır. Nesnel gelişmeler, tüm bölgeyi saracak bir devrim için ne denli pozitif yönde ilerliyorsa, tersine öznel açıdan da o denli olumsuz açıdan ilerlemektedir. Emperyalist güçlerin saldırganlığı bunun tek nedeni değildir. Onlar her zaman saldıracaktır. Ama bölgemizdeki devrimci hareketler, birbirine uzaktır ve bu konuda bölge tarihinden gelen bir güven sorunu olduğunu da unutmamak gerekir.

Tüm bunlara rağmen, devrimci hareketin zayıflığı bugüne aittir, yarına değil. Ve en önemli olan, ufku görmektir, bölgede bir sosyalist diriliş eğilimlerini görmektir, devrimin bu kaos içinde kendine yol aradığını görmektir.

Biz, Türkiye’de mücadele eden devrimciler, sakince ve kararlı biçimde, devrimi örgütlemek, sağlam adımlarla ilerlemek görevi ile karşı karşıyayız. İşçi sınıfının devrimci yolunda, işçi sınıfını ayağa kaldırmak, direniş çizgisini geliştirmek, örgütlemek esastır. Gelişmekte olan süreçler, birçok olanağı da içermektedir. Bu olanakları potansiyel olanak olmaktan çıkartıp, fiilî mücadelenin emrine verebilmek, devrimci ufkumuzla, örgütlülüğümüzle bağlantılıdır. Boşa tartışmak yerine, devrimci yolda tuğla tuğla mücadeleyi örmek gerekir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz