Ülkemiz devrimci sosyalist işçi hareketinin, 12 Eylül ile hesaplaşması, hâlâ tamamlanmış bir süreç değildir. Devam etmektedir ve bu konuda epeyce yol alındığını söylemek mümkündür, abartı olmaz.
12 Eylül devrimci sosyalistler için bir yenilgidir. 12 Eylül, iktidarı alma mücadelesine açıktan atılmayan devrimci hareketin, karşı-devrim ile durdurulmasıdır.
Tarihe, sınıfların savaşımı olarak bakanlar için, hep böyledir, devrimi yapamazsan, karşı-devrim gerçekleşir.
12 Eylül, SSCB’nin yenilgisi ile de birleşti. Böyle olunca, yükselen Kürt devriminin olumlu etkisi bile devrimci hareket içinde bir olanak olarak ele alınamadı. Ve bu süreç, sonuçta sadece bir yenilgi olarak ortaya çıkmadı, aynı zamanda devrimci saflarda dağılma, bilimsel ve ideolojik temellerde bir erozyon olarak ortaya çıktı. İdeolojik ve teorik alanda ortaya çıkan erozyon, pek çok şeyi birbirine karıştırmanın da temelini oluşturdu.
Bugün, bu nedenle, devrimci sosyalistler, daha hızlı bir toparlanmayı gerçekleştirmekte zorlanmaktadır. Hem, devrimci sosyalistler işçi hareketinin liderliğini almalı, işçi sınıfı başta olmak üzere toplumun en ileri kesimlerini kendi saflarında örgütlemelidir, hem de bunu yaparken, erozyonun tüm etkilerine karşı mücadele etmelidir.
Mesela, “bireysel devrimcilik” kavramı, bize 12 Eylül’ün yarattığı erozyonun mirasıdır. “Ben kişisel olarak devrimciyim.” Tuhaf olmalıdır. Çünkü devrim, tarihsel ve toplumsal bir eylem olarak örgütlülüğe dayanır. Yani, devrimin sivrilmiş isimleri, liderleri olur ama bunlar bir örgütlü mücadelenin parçası olurlar. Kolektif, örgütlü mücadele onları lider yapar. Bu dünyada tek olma, bu dünyada tek ve devrimci olma hâli, bizim ülkemizde bugün çok yaygındır. Bizim sol çevrelerde, “lider lazım”, ile “örgüt mü var” sözleri, her zaman bir adım ileri atmamak için bahane olarak kullanılabilmektedir. “Lider lazım” diyen, aslında ortaya bir lider çıksa, ardına mı takılacak? Sanmıyoruz, buna daha var. Ama bugün iş yapmamak için bunu söylüyorlar. “Örgüt mü var” diye soranlar, gerçekten bir örgüt bulup içinde saf tutmak için mi bunu soruyor, yoksa, mücadeleden uzak durmasının bahanesi olarak mı bunu ileri sürüyor?
Konumuz bu değil. Ama bu örneklerle ben, erozyonun ne olduğunu anlatabilme olanağı elde ettiğimi düşünüyorum. Zira her yenilgiden sonra, kavramların bu kadar içinin boşalması bir zorunluluk değildir. Yenilgiden yenilgiye fark var. Meydana çıkıp çarpışıp yenilmek, meydana çıkmadan yenilmeye bin kere yeğdir. Erozyonun nedeni buradadır.
İşte bu erozyon, doğru düşünme yeteneğimizi etkiliyor.
Burjuva cephe de bunu fırsat biliyor.
Dahası, uzun süredir, hem dünya çapında hem de ülkemizde devrimci değerlere saldırı, aynı zamanda kavramların içinin boşaltılması ile birlikte sürdürüldü. Mesela insanların kendi günlük hakları için yürüttükleri mücadele için gerekli olan sendika, dernek, kooperatif vb. gibi demokratik kitle örgütleri yerine, devlet güçleri ve onların hizmetkârları yeni bir kavram koydu: “Sivil toplum kuruluşları” (STK). Oysa ne ortada bilimsel anlamda devletin elini atmadığı bir “sivil toplum” kaldı, ne de bu STK’ler, insanların günlük ekonomik ve demokratik haklarını savunurlar.
Kavramlar iğdiş edildi ve böylece, doğru düşünmenin hem moral hem de bilimsel temelleri ortadan kaldırılmaya çalışıldı.
Sınıf mücadelesidir bu. Egemen, elbette bunu yapacak. İnsanın insan tarafından sömürüldüğü hiçbir toplumda egemen, kendi gerçek durumunu çıplak olarak ortaya koymaz. Hele ki kapitalizm, bu egemenliği örtmenin binlerce aracını üretmiş iken. Piyasa ekonomisi nasıl ki tekellerin hâkimiyetini gizliyorsa, “devlet baba” kavramı da burjuva egemenliği gizliyor. İşçinin, işgücünü özgürce kapitaliste satması nasıl ki sömürüyü gizliyorsa, adalet sistemi de burjuva egemenliği “evrensel hukuk” hâline sokuyor. Genel oy sistemi, burjuva diktatörlüğü, “demokrasi” olarak halka yutturmaya yarıyor.
Bu nedenle kavramlar çok ama çok önemlidir.
Bugünlerde bu daha da önemli hâle gelmiştir.
Biz devrimci sosyalistler, işçi sınıfının iktidarı alabilmesinin nesnel olanaklarını görüyoruz. Bunu gerçekleştirmek, çok yönlü, yaşamın her alanında ve sürekli bir mücadeleyi gerektiriyor. Bu mücadele, sadece bir ekonomik hak mücadelesi değildir, siyasal, ideolojik bir mücadeledir de. Bu mücadele sadece legal bir mücadele değildir, tersine özü gereği illegal, burjuva yasaları aşan bir mücadeledir de. Bu mücadele sadece kitlesel eylemlere dayalı bir mücadele de değildir. Çok yönlü bir mücadeledir bu. Yaşamın her alanında sürdürülmesi gereken, sürekliliği sağlanması gereken bir mücadeledir bu. Bu nedenle örgütlü mücadeledir. Devrim için örgüt, burjuvazinin en gelişmiş örgütü olan devletin karşısında konumlanmış örgüttür.
Mücadelenin ideolojik ve teorik alanı, bugünlerde çok daha fazla önemlidir. 12 Eylül’den miras kalan ideolojik erozyonun aşılması için bu gerekli ve zorunludur.
Bu uzun giriş, aslında, içinden geçtiğimiz koşullar nedeniyledir. Saray Rejimi, çözülüyor (Çözülüyor demek, aslında kendi kendine yıkılacak demek değildir. Sınıf mücadelesi tarihi gösteriyor ki, hiçbir yerde, hiçbir zaman egemen sınıf, kendi kendine egemenliğini bırakmaz). Bu durum, nesnel olarak, ülkemiz işçi hareketinin gündemine, “gelecek” sorununu daha pratikleşen bir sorun olarak sokmaktadır.
“Erdoğan sonrası” tartışmaları bu “pratikleşen” sorunun etrafında oluşmaktadır. Dikkat edilsin, “Erdoğan sonrası” tartışmaları değildir önsel olan, önsel olarak başlayan mesele, işçi sınıfının önünde duran “gelecek” sorunudur. Bu konuyu lütfen dikkatlice ele alalım. Çünkü, burjuva kalemşörler, hem kavramların içini boşaltmada mahirdir hem de olguların yerini değiştirmekte. Bu iki yolla, işçi ve emekçilerin öncüsü olan devrimcilerin kafalarını karıştırmakta ustadırlar. Bugün, böylesi tartışmalar günceldir. Biz de bu tartışmaları, biraz daha geniş bir perspektifle ele alma niyetindeyiz.
1
Öncelikle, tabloyu ortaya koymaya çalışalım.
Egemen sınıf, duruma çözüm aramaktadır. Sahaya sürülen çözümler, bizim adlandırmamızla, “güçlendirilmiş Saray Rejimi” ve onların adlandırması ile ikinci alternatif olarak “güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüş” olarak ifade edilebilir. Öyle de ediliyor.
Pratikte bu durum, Saray Rejimi ile burjuva muhalefet arasındaki bir tartışma olarak organize ediliyor, böyle edilmek isteniyor ve böyle sunuluyor.
Gerçekte bu sunum, egemenlere ait bir sunumdur. Yani, gerçek olan bu değildir. Gerçek olan, Saray Rejimi denilen bir organizasyona ihtiyaç duymuş burjuva egemenlerin, bu Saray Rejimi ile devam etmekte zorlanmalarıdır. Bu zorlanma, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesi nedeni ile, yani öznel bir güç nedeni ile değildir. Bu zorlanma nesnel bir sürecin sonucudur. Egemenler, şiddet ve yalan dışında yönetme olanaklarını kaybetmektedir, buna zorlanma diyoruz. Bu bir açıdan tükeniştir, çürümedir. Ama bu, kendiliğinden işçi sınıfının iktidarı alacağı anlamına gelmez, işçi sınıfının iktidarı almasının nesnel olanaklarının varlığı anlamına gelir. Hiçbir nesnellik, iktidarın el değiştirmesi için öznel eylemi yok sayacak, gereksiz kılacak bir varlık değildir, olamaz. Eğer siz, hiçbir zahmete katlanmadan, çürümüş sistemin çökmesini beklerseniz, tarihe tembeller, korkaklar vb. olarak geçersiniz.
Demek ki, güçlendirilmiş Saray Rejimi veya güçlendirilmiş parlamenter sistem, aslında “restorasyon” amaçlıdır. Burjuva devleti ayakta tutmak için, birden fazla yola aynı anda başvurmaktır. Bunun bir “nesnel” temeli de var. Burjuvazi, asıl olarak, Saray Rejimi’ni güçlendirmek ve oturtmak istiyor. Ama bu o kadar kolay olmadığından, güçlendirilmiş parlamenter sistem tartışmalarını da canlı tutuyor.
2
Sistemin çözülmesine zemin hazırlayan süreçler, aslında Saray Rejimi’nin oluşum süreçleri ile aynıdır. Yani, Saray Rejimi’ni, olağanüstü devlet örgütlenmesini yaratan süreçler, bugün Saray Rejimi’nin çözülüş süreçleri ile bağlıdır.
Saray Rejimi, bizim tekelci polis devleti dediğimiz ve özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde tüm kapitalist-emperyalist dünyanın burjuva devleti (isteyen buna burjuva demokrasisi diyebilir ve bizce de sakıncası yoktur. Çünkü her demokrasi bir diktatörlüktür ve tekelci polis devleti burjuvazi için bir demokrasidir. İkinci Dünya Savaşı’nda yenilen emperyalist dünya, faşizmin dişlilerini “burjuva demokrasisi”nin içine alarak içselleştirdi.) olan devletin, bizim ülkemizde ortaya çıkardığı olağanüstü örgütlenmesidir.
Bu olağanüstü örgütlenme, başlıca üç etkene dayanmaktadır. (a) İlki, emperyalistler arası paylaşım savaşımıdır. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya arasında süren emperyalist paylaşım savaşımı, tüm yeryüzünü kaplamıştır. Bu savaş, değişik biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Bölgesel savaşlardan siber savaşlara, biyolojik savaşlara kadar birçok örneğini gördük, görüyoruz. Tüm gezegeni kaplayan bu savaş, SSCB’nin çözülmesi ile hem su üstüne çıkmış hem de hızlanmıştır. Bu savaşın bugün, belirgin yönü, sistemin eski hegemonu (hâlâ da hegemondur) olan ABD’nin hegemonyasını kaybetmeye başlamasıdır (Biliniyor, bunun da uzun bir tarihi vardır. 1973 petrol krizi, aslında bunun ekonomik kanıtlarından biri idi. Kimisi bu süreci Vietnam savaşına kadar uzatır ki bana da uzak değildir). Bu nedenle, ABD, rakipleri olan diğer dört emperyalist güç (daha küçük güçleri, mesela İtalya, Kanada vb. burada saymıyoruz, yok olduklarından değil, bugün konumuzun anlaşılması açısından çok da önemli olmadıklarından) karşısında hâlâ üstün olduğu askerî alan nedeni ile, savaşçı politikaları daha fazla dayatan güçtür. Bu vurgudan, diğer dört emperyalist gücün barışçıl olduğu sonucu çıkmaz. Bugün ABD, askerî alanda daha güçlüdür ve bu nedenle, güçlü yönünü kullanmak istemektedir. Hepsi budur.
Bu paylaşım savaşımı dünyanın her yerinde sürmektedir. Evet ama, içinde yer aldığımız bölge, başka bazı bölgeler gibi, savaşım, paylaşım savaşımının öne çıktığı, yoğunlaştığı alanlardan biridir.
Söz konusu olan Türkiye olunca, bu paylaşım savaşımı, daha çok ABD ile AB arasında bir savaş olarak bize yansımaktadır. İngiltere daha çok ABD cephesinde imiş gibi görünür, Japonya ise daha uzak ve soğuk hareket etmeyi yeğlemektedir.
TC devleti, en başından beri, bir sömürge olarak, emperyalizme bağımlı bir ülke olarak kurulmuştur. Kurtuluş savaşı, burjuvazinin, emperyalist efendilerinin desteği ile, halk hareketini ezerek, burjuva egemenliğin kurulması ile sonuçlanmıştır. İşgale karşı başlayan ve yayılan direniş (biz buna anti-işgal direniş diyoruz. Daha anti-emperyalist bilinç yeni yeni gelişmekte iken, burjuvazi Kemal liderliğinde bu hareketi boğmuştur), doğru bir önderlikle, kapitalist-emperyalist zincirden ülkeyi kurtaramamıştır. Bu bir yenilgidir de. Nâzım Hikmet, “28 kânunisaniyi unutma” derken (kânunisani 28, 28 Ocak 1921’i kastediyor, Mustafa Suphi ve 15 yoldaşının Karadeniz’de katledilmesi olayını), tam da buna işaret ediyor. Buna Çerkes Ethem ve arkadaşlarını, Yeşil Ordu vb.yi eklemek gerekir. Bu açıdan Mustafa Kemal önderliğinde burjuva hareket, zafer kazanmıştır. Bu işçi sınıfı ve halklar adına bir yenilgidir. Yani, ülkemizde burjuva devrim, saltanatın yıkılmasından önce ve öncelikle, işgale karşı halk direnişini ezmiştir. Bu bizdeki burjuva devrimin karakteri açısından çok önemlidir.
Bir not gereklidir. Cumhuriyet’i kuran bürokrasinin “anti-emperyalist” olduğu söylemi, bugün CHP aracılığı ile devletin pompaladığı, bazı “bilim” insanlarının canlı tutmaya çalıştığı bir yalandır. Tersine, Cumhuriyet’in kuruluşunda, işgale karşı direnen, anti-emperyalist bilince sahip olanlar da dahil tüm hareketin yok edilmesi söz konusudur. Anti-emperyalist bir tutuma sahip hiçbir kişi, Suphi ve yoldaşlarının katlini, Çerkes Ethem ve Yeşil Ordu’nun dağıtılması sürecini destekleyemez. Bu nedenle, Cumhuriyet’i kuran kadroya anti-emperyalistlik affetmek, sosyalist devrim için savaşımı engellemek isteğinin ürünüdür. Tıpkı bugün, Erdoğan’a anti-emperyalistlik atfetmek gibi. Solun yanılgısıdır bu: Kemalizmde anti-emperyalistlik aramak ile, “yetmez ama evet” tutumu, farklı tarihsel süreçlerde, aynı devletçi zihniyetin ürünleridir.
TC devleti, SSCB’ye karşı bir ileri karakol olarak örgütlenmiştir. Bu örgütlenmede İngiliz ve ABD emperyalistlerinin belirleyici etkisi vardır.
TC devleti, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, emperyalist cephenin anti-komünist örgütlenmesine uygun olarak, NATO mekanizmasının içine alınmıştır. Bu dünya çapında sosyalist devrime karşı emperyalist mücadelenin adımları ile şekillenmiştir. TC devleti, tüm soğuk savaş dönemi boyunca, iki kocalı hürmüz gibi yaşamıştır; siyasal olarak ABD tarafından kontrol edilen, ekonomik olarak AB’ye bağlı bir “ortaklaşa sömürge” olmuştur. Bu nedenle, ülkemiz solunun “ulusal” vurguları, burjuva egemenliğe destek vermeyi hedefleyen, yanılgılı bir düşünüş tarzının ifadesidir. Gerçek ile niyetler arasındaki fark burada anlam kazanır. Belki sol hareketin bir kesimi, “ulusal” vurgusu ile bağımsız olmayı “niyet”lemiştir. Ama TC devleti, dünya çapında süren devrim ve karşı-devrim mücadelesi içinde, emperyalizmin bir ileri karakolu olarak konumlanmıştır. Alman burjuvazisinin, Fransız burjuvazisinin “ulusal”lıktan söz ederken dayandığı şeyler ile, ülkemiz burjuvazisinin “ulusal”lık vurgusu aynı değildir. Galiba, solun Kemalist çizgiyi baş tacı edinenleri, bu nedenle, “ulusal”cılık üzerine bu kadar “niyet” kurmuşlardır.
İşte bugün, bu “ortaklaşa sömürge”nin eski hâli ile kalamayacağı bir durum oluşmaktadır. Henüz bitmemiş bir süreçtir bu. ABD, siyasal alandaki egemenliğini kullanarak TC devletini sadece kendi sömürgesi hâline getirmek isterken, AB ve özellikle de Almanya, ekonomik gücünü kullanarak Türkiye’yi, kendi sömürgesi hâline getirmek istemektedir. Biri diğerini kovmak istiyor. Bu arada da ülkede işçi sınıfının önderliğinde bir sosyalist devrim olmasını engellemek istiyorlar. Bu iki seçenek ülkemiz halkı için, işçi sınıfı için, ne bugünkünden farklıdır, ne de birbirine tercih edilecek bir durumdur. Kimin sömürgesi olacağımız, işçi sınıfının tercihlerinden biri olamaz. İşçi ve emekçiler, emperyalist boyunduruğun her biçimine son verecek sosyalist devrimin, aynı zamanda her türden sömürü ve aşağılanmaya da son vereceğinin bilincinde olmalıdır. Onların seçeneği, sosyalist devrimdir. Sosyalist devrim, hem “bağımsız” olmanın tek yoludur hem sömürüye son vermenin, hem barışın hem de bu topraklarda insan olarak kalabilmenin tek yoludur.
Emperyalist güçler arasındaki bu hegemonya savaşı, TC devletini de çözücü bir etki yaratmaktadır. ABD ve AB arasında, Türkiye’nin hâkimiyeti kavgası, eski “ortaklaşa sömürge” hâlinin son bulmasını dayatmaktadır. Bu süreç hâlâ sürmektedir.
Türkiye’nin AB yolunda yürümesi gerektiği fikri, aslında sömürge olma durumunun, sahip-efendi değişerek devam etmesi fikridir. Savundukları budur. Bunu “evrensel insanî değerler”, “ileri Batı demokrasisi” gibi hedeflerle açıklamaları durumu değiştirmez. Hangi emperyalist güç, bizim sömürgemiz olun, diye bir seçeneği halka açıktan sunacaktır ki?
İşte Saray Rejimi’ni dayatan süreçlerden biri budur. Bu süreç, Suriye savaşı ile hızlanmıştır. Suriye savaşının bir aşamasında Rusya ve Çin sahaya inince, savaş yön değiştirmiştir. Savaşın içine ABD emri ile, tetikçi olarak dalan burjuvazi, TC devleti, savaşın bu aşamasından sonra yenilgiyi tatmaya başlamıştır. Yeni Afganistan olarak planlanan Suriye, Türkiye’yi de yeni Pakistan hâline getirmeye başlamıştır. Her savaş, aynı zamanda bir iç savaştır denilmiştir. Bu durum, TC devletini yeniden organize etmek de demektir. Zaten, AK Parti projesi ile, bölgede ABD hegemonyasının geleceği için hazırlanan TC devleti, bu savaşın etkileri ile olağan mekanizmalarını yeniden örgütlemek yoluna gitmiştir.
Demek bu sürecin bazı aşamalarını ayırt edebiliyoruz: AK Parti-Erdoğan projesi. Bu ilk net hamledir. Susurluk ile, NATO’ya bağlı bazı mekanizmaları dağıtmayı başaramayan AB, bu kez ABD’nin AK Parti-Erdoğan projesi ile karşılaşmıştır. Suriye savaşı ve bu savaşın Rusya’nın sahaya indiği aşaması, ayrı bir dönemdir.
TC devletinin olağanüstü örgütlenmesinin, Saray Rejimi’nin ortaya çıkışının (b) ikinci etkeni Kürt devrimidir. Kürt devrimine karşı kirli bir savaş yürüten TC devleti, Suriye savaşının dönüm noktalarına bağlı olarak, uluslararası-bölgesel bir hâl alan Kürt sorununa karşı savaş naralarını yeniden yükseltmiştir. Bu savaş, birçok katliamla daha ileri bir boyuta yükseltilmiş olsa da, Kürt devrimi yenilememiştir. Bu durum da, Saray Rejimi organizasyonunun önemli etkenlerindendir.
TC devletinin Kürt devrimine karşı yürüttüğü savaşın pek çok kirli biçimi, 1990’larda da sergilenmiştir. AK Parti-Erdoğan projesi döneminde ABD, Kürt hareketini kendi rotasına, Barzani çizgisine çekmek istemiştir. Irak işgali, bu yönde bir “dönem” açmış, ama ABD bu işi başaramamıştır. Çözüm sürecinin 2015’te masanın devrilmesi ile sonuçlanması, yeni bir taktiği devreye sokmuştur. ABD, tetikçisi TC devletine, “sen içeriden saldır, PKK sıkışınca biz ona bize sığın diyelim” şeklindedir bu taktik.
Saray Rejimi’nin oluşumunun bir (c) üçüncü etkeni ise Gezi Direnişi ile başlayan, direniş sürecidir. Gezi Direnişi, bir kendiliğinden eylemdir, sosyal patlamadır. Bu sosyal patlama, burjuvazinin, egemenlerin kimyasını bozmaya başlamıştır. Tüm bu olağanüstü Saray Rejimi mekanizmalarının oluşumunda bu etken, oldukça önemli bir yer tutmaya başlamıştır.
Dışarıda, bölgede Türkiye’yi bir tetikçi olarak kullanmak isteyen ve kullanan ABD, içeride de, ekonomik alanda kendine bağlı bir zengin kesim yaratma politikalarını devreye sokmuştur. Bunun için, Erdoğan ve AK Parti iktidarı oldukça elverişli bir seçenek olmuştur.
Saray Rejimi’nin ekonomik politikası, rant- yağma ve savaş ekonomisidir. Hem savaş politikaları hem de Körfez sermayesinin ülkeye akışı için ABD ve İngiltere cephesinin açtığı yol, sadece yağma ve rant yolu da değildir, bu aynı zamanda AB sermayesine karşı da bir hamledir. Bunları gerçekleştirirken, rant ve yağma yolu ile oluşan vurgunlar, göz yumulması gereken sonuçlardır. Nasıl olsa, ABD ve İngiltere için, bu paraları geri almanın binlerce yolu vardır, sonuçta Erdoğan, beşli çete vb. bu paraları ahirete götürecek değildir.
Rant ve yağma ekonomisi, yetersizdir. Doğrusu buna savaş ekonomisinin de eklenmesidir. Rant ve yağma işi, sadece birilerinin cebini doldurması demek değildir, sadece hırsızlık demek değildir. Aynı zamanda katliamdır da. Aynı zamanda, sermaye transferidir de. Bugünlerde elektrik ve enerji alanındaki fahiş fiyatlar, aslında sermaye transferinin de bir biçimidir. Ve tüm bunlar savaş ekonomisine bağlıdır. Bu nedenle, rant-yağma ve savaş ekonomisi demek ile, “rant ve yağma ekonomisi” demek ayrı şeylerdir.
İşte bu üç etken, Saray Rejimi’nin oluşumunu koşullamıştır.
3
Şimdi bu Saray Rejimi ile devam etmek, sürdürülebilir bir egemenlik oluşturmak, eskisi gibi mümkün ya da kolay değildir. Saray Rejimi, çözülmeyi durduramamıştır. Dahası artırmıştır da. Çünkü ne emperyalistler arası paylaşım savaşımı sonuçlanmış ne Kürt devrimi kontrole alınmıştır. Üstüne, Gezi ile başlayan direniş, aynı görkemle olmasa da, süreklilik kazanmaya başlamış ve tüm burjuva egemenlik, karşısında gelişmekte olan devrim fikrini bulmaya başlamıştır.
Yine buradan, Saray Rejimi’nden ABD vazgeçti sonucu çıkmasın. Ortaya çıkan “Erdoğan sonrası” tartışması, böyle gündeme gelmiştir. Vurgulanması gereken nokta burasıdır.
Egemenler, bu koşullarda, bir restorasyona ihtiyaç duymaktadır.
Açıktır ki, ilk alternatif, Saray Rejimi’nin güçlendirilerek devamı alternatifidir. Egemenler için. Bu sadece ABD için değil, emperyalist efendiler için değil, burjuvazi için de böyledir. Saray Rejimi’nin Erdoğan ile devamı ya da Erdoğansız devamı mümkün müdür? Bunu tartıştıkları anlaşılmaktadır. Saray Rejimi’ni sürdürmek birincil hedefleridir.
Egemenler için kendi egemenlikleri, kendi cennetleridir. Öyle ise onu korumak için, her yola başvuracakları biliniyor. Tarih bunun sayısız örnekleri ile doludur. Öyle ise, “güçlendirilmiş Saray Rejimi”nin yanına, “güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüş” hazırlıklarının yapılmasını çok görmemek gerekir. Hem anlaşılırdır hem de çok da fazla ciddiye alınacak bir durum değildir. Güçlendirilmiş parlamenter sistemi savunan burjuva muhalefetin bizzat kendi tutumu bile, bu durumun o kadar da ciddiye alınmaması gerektiğini göstermektedir. Durum ciddidir, çünkü, nesnel olarak burjuvazinin tüm iktidarı kaybetme riski vardır. Bu riske karşı, “istikrarlı” bir ekonomi yaratma alternatifi elbette devrede olacaktır.
Başını Kılıçdaroğlu ve Akşener’in çektiği burjuva muhalefetin, aylardır, yıllardır bir parlamenter sistem çerçevesi bile ortaya koymamış olması, aslında, esas olanın bu olmadığının da kanıtıdır. Yoksa projeleri hazırdır. Ama esas olan Saray Rejimi’ni korumak ve sürdürmektir. Bunu yapmak her geçen gün zorlaşmaktadır ve onlar da diğer alternatifleri ısıtmaktadır.
Egemenler, iki şeye bakmaktadırlar: Birincisi Kürt devrimini Barzani çizgisine çekmek, ikincisi ise tüm toplumsal muhalefeti bastırmak, sistemden günlük yaşamlarında kopmaya başlamış ama bunu henüz bir sınıf bilinci düzeyine çıkaramamış işçilerin sisteme entegre olmasını sağlamak.
4
Bu arada ise, Saray Rejimi cephesinden, ikili politika öne çıkmaktadır: Dini ve milliyetçiliği yeniden harmanlayarak kullanmak. Baskı ve şiddet, yalan ve karanlık mekanizmaları ile beslenen Saray Rejimi, her fırsatta, bu şiddetin ve yalanın azalan gücünü takviye etmek için, dini ve milliyetçiliği öne çıkarmaktadır.
Din ve milliyetçilik, eskisi gibi para etmemektedir. Zira her ikisi de eskidir. Bu tartıştığımız uzun süreç, eski üçlünün tekrar farklı dozlarda gündeme gelmesine sahne olmuştur, olmaktadır. Bu üçlü, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülüktür. Son ikisi, din ve milliyetçiliktir.
Bu etkiyi aşındırdıklarına inandıkları sosyal medyayı kontrol etmek ya da daha iyi kontrol etmek için, yeni mekanizmalar devreye sokmaktadırlar. İşte size güçlendirilmiş Saray Rejimi. Sanki yasalarını kendileri hesaba katıyormuş gibi, yeni yasalar çıkarmaktadırlar. Bizzat kendi eylemleri ile yok ettikleri parlamentoyu, sanki önemli imiş gibi, sosyal rıza üretebilmek adına, yasalar hazırlamak için kullanmaktadırlar. Dün sıfırladıkları parlamentoyu sanki işlevli imiş gibi kullanmak istiyorlar.
Ama Saray Rejimi, bu yolla sonuca ulaşabilecek durumda da değildir. Yapısına terstir, ancak bu yolla kendisine hareket sahası açmayı umabilir.
Saray Rejimi, çetelere, tarikatlara vb. dayanmaktadır. Onların hareket sahası o kadar genişlemiştir ki, birçok işte etkileri ortaya çıkmaktadır. Bu çürümedir de. Dinin kullanımı, tarikatlar eli ile farklı bir biçime sokulmaktadır.
Örnek olsun, tarikat yurtlarında öğrencilerin öldürülmesi veya intiharı, bizzat devlet mekanizmaları ile örtülmektedir. Her yeni gelişmeden bir Gezi çıkar korkusu, her türlü pislik için ittifakları geliştirmektedir.
Saray Rejimi’nin yapısını gizlemek artık mümkün değildir.
Çetelerin, tarikatların vb. devlet içindeki etkileri, birçok alanda, Erdoğan sonrası hazırlıkları ile birleşmektedir.
Bu arada İstanbul ve Ankara’nın kaybedilmesi ile oluşan yeni durum, Saray Rejimi’nin bazı hamlelerini ekonomik olarak engellemektedir. Bu durum da kendi içlerinde çatışmaları artırmaktadır. Tüm bu çatışmalara, farklı emperyalist güçlerin içteki hamlelerini eklemek gerekir.
Bu çatışmalara bağlı olarak Erdoğan, sürekli yeni birilerini görevden almakta, yenilerini göreve getirmektedir. Her birinin de ömrü, işbaşı yaptığı gün tartışmaya başlanmaktadır.
Tüm bu hamleleri, emperyalist efendilerin hamlelerinden bağımsız düşünmemek gerekir. Her ne kadar bu hamleleri her şeyi ile açık olarak göremiyor olsak da, bu hamlelerin varlığı bilinmektedir.
Soylu’nun Erdoğan sonrası hazırlıkları, bir noktadan sonra deşifre olmuştur. Ama buna rağmen Soylu yerini korumaktadır. Saray Rejimi, son derece ucuz gösterilerle, çatışma ve barışma görüntüleri vermektedir.
Adalet Bakanı’nın görevden alınması sonrasında, Soylu’nun gücünü koruduğu fikri de bir açılış töreninde Giresun’da Erdoğan’ın Soylu’yu yanına çağırması ile verilmiştir.
Güçlendirilmiş parlamenter sistem alternatifini savunanlar ise, yumuşak bir iniş ile Saray Rejimi’ni değiştirmek istiyorlar. Bunun için, geniş bir okur yazar takımını (OYT) yanlarına alarak açılımlar yapmaya çalışıyorlar.
Ana fikirleri ise şöyledir:
Bir, Saray’a, bir fırsat verip, olağanüstü hâl ilanına olanak tanımayalım. Bunun için, söylemlerimize dikkat edelim.
Gören der ki, söylemleri nedeni ile Saray “olağan” davranmaktadır.
Saray’ın eline koz vermeyelim. Peki koz ne? Mesela sokağa çıkalım, iktidarı devirelim demeyelim. Ne diyelim?
İki, seçimleri bekleyelim. Eninde sonunda sandık gelecek. O zamana kadar eylem yok, sokağa çıkmak yok. Ne yapılacak? Konuşulmadan beklenecek. Çünkü konuşursak, bu sefer de kanallarımızı kapatırlar. Konuşmamak üzere kanal kurarsanız, bunu kim niye kapatsın ki? Daha da garantisi var, sizin kanallarınız da, onların kanalları gibi konuşsun, asla kapatılmazsınız.
5
Tam bu noktada, iki olayı, Ocak ayında yaşanmış iki olayı ele almak faydalı olacaktır. Biri, Sezen Aksu olayıdır, ikincisi de Sedef Kabaş.
Sezen Aksu, Adem ile Havva’ya cahil dediği için, İslam dinine, peygamberlere hakaret etmiş sayıldı. Bunu beş yıl önce bir şarkıda söylemişti. Erdoğan, bir camide “dillerini koparmak bizim görevimizdir” dedi.
Sedef Kabaş ise, bir Çerkes atasözünü tekrarladı: “Saraya öküz girdiğinde, öküz kral olmaz, ama saray ahır olur” dedi. Bu da Cumhurbaşkanı’na hakaret sayıldı, tutuklandı.
Bu durum, ilgi çekici tartışmalara neden oldu.
Biz bu tartışmaların, sol ve OYT içindeki etkilerini ele almaktan yanayız. Yoksa Saray Rejimi nezdindeki tartışmalarla çok da ilgili değiliz.
Sedef Kabaş’tan başlayalım.
Görünen o ki, Kabaş, her gazetecinin bugünlerde moda olduğu üzere, kendine uyguladığı otosansürü, bir anlığına bir kenara bıraktı. Çerkes atasözünü tekrarladı. Saray, içinde saray ve öküz geçtiği için, hemen üzerine alındı. Böylece, Erdoğan kastediliyor sonucu çıktı ve dava açılmadan Kabaş tutuklandı. Sen, nasıl olur da, saray ve öküz sözlerini bir arada bulunduran bir atasözünü tekrarlarsın? Oysa, o söz, belki yüzlerce yıl önce söylenmiştir ve o zamanlar saraylara oturan krallar, toprak mülkiyeti ve aile bağları ile gelmekteydi. Soydan kral olunuyordu. Eski kralın her oğlu birbirine benzemiyordu. Kimi boğa idi, kimi öküz. Boğa olana övgüler, öküz olana sövgüler diziliyordu. Ama Saray’da bu kadar tarih bilgisi yok. Diyelim ki onlar bu nedenle alındılar.
Ama CHP dahil, bazı sol kesimler, OYT, hepsi birlikte, aslında Sedef Kabaş’ın sözlerinden, Saray’dan önce ve Saray’dan fazla ürktüler. “Aaa kral çıplak” diyen çocuğun ağzını acaba annesi kapatmış mıdır? Bunlar, hep birlikte Sedef Kabaş’ın ağzını kapatmak istediler. Merdan Bey, kendi kanalında Sedef Kabaş’ın konuşmasının yanlış olduğuna karar verdi. Sedef Kabaş’a en başta sahip çıkması beklenen Merdan, o sözleri tekrarlamak yerine, Sedef Kabaş’ı neredeyse suçlar pozisyon aldı.
Oldu mu şimdi, bak sen Erdoğan’a bir saldırı için fırsat yarattın, demeye getirdiler. O kadar ki, ceza alan Merdan kanalı, o sözleri tekrarlamadan, kendisine verilen cezayı ağır bulduğunu açıkladı. O programı kaçırmış birisi, acaba Kabaş ne dedi, diye merak etmeye başladı. Öyle ya, Saray’ını başına yıkacağız mı dedi, yoksa halkı sokak eylemlerine mi çağırdı? Ne dedi? O günden başlayarak, Halk TV ve TELE1, artık, konuşmacılarının ne söylediğine bir kere daha dikkat etmeye başladı. Moderatörler, konuşmacılara, “sakın diyeceğinizi demeyin” diye ön müdahalelerde bulunmaya başladı. Yakında, her iki kanalda tartışmalar, “susarak” yapılacak. Moderatörler, en az riskli kelimeleri bulacak, öyle program yapacaklar. Peki ama, ya Saray, onların en az riskli bulduğu kelimeleri riskli ilan ederse ne olacak? Mesela “muhalefet liderlerinden Akşener” dedikleri zaman, Saray “muhalefet” sözcüğü suçtur derse, “hayır efendim, yasalara göre suç değil” mi diyecekler? Bu durumda Sedef Kabaş’ın hangi sözü suç? Saray mı, yoksa öküz mü, ahır mı, hangisi? OYT’ye göre suçlu Sedef Kabaş oldu. CHP içinden bazıları, hatta bazı solcular, “abi Kabaş’ın yaptığı da olmaz, bu donkişotluk” demeye başladılar. Böylece Kabaş, aslında hizaya getirilmesi gereken bir kişi hâline geldi.
İşte size yumuşak muhalefet denilen şey.
Öküz, kim tarafından, kime karşı söylendiğine bağlı olarak suç, kim tarafından kime karşı söylendiğine göre bir atasözünün parçası olabilir. İşte size “demokrasi”nin gelmesinin yolu. İşte size güçlendirilmiş parlamenter sisteme giden güvenli yol.
Sezen Aksu olayı da ilginçtir.
Saray, sonrasında “ben Sezen Aksu’yu kastetmedim” dedi. Dedi ama, Sezen bir kere kendi üstüne alınmış oldu. Ve “Sen yolcusun ben hancı” diye bir şarkı sözü yazmış oldu.
Adem ile Havva’ya cahil dediği için aforoz edilen Sezen Aksu, Adam ile Havva’ya hakaret etmiş oldu. Evinden alınmadı, çünkü Cumhurbaşkanı’na hakaret etmemişti. Ama evinin önüne çeteler yığılmaya yeltendi. Peki Sezen, “sen yolcusun” dediğinde, bu hakaret olmaz mı? Buna karar verilmedi. Şimdi, Soylu, bir Sezen dosyası hazırlayacak ve belki de Sezen’den, katkı isteyecektir. Ver şu kadar para, dosyanı kapatalım, sigorta edelim. Ne de olsa Soylu, nokta vuruşlu printerların poliçe keserkenki sesini müzik sanmaktadır. Sezen’in yeni sözlerini, “sen yolcusun” şarkısı olarak printer müziği ile bestelemek de ona düşer.
İyi ama, cennetten kovulmaları, şeytana inanmaları nedeni ile olduğu için, bu kanma işinde bir cahillik yok mu?
Bizim solcu takımımız, hemen işe koyuldu, sosyal medya çalkalandı: “Sen yetmez ama evetçi idin.”
İşte bu durum bizim “sol”umuz hakkında da bilgi vermektedir. Merdan, mutlaka, bu konuyu ele almıştır. Bakmadım. Mutlaka, Sezen’e “yetmez ama evet”çi olduğunu hatırlatmıştır.
Okur yazar takımımızın hâli budur, bir uçta “yetmez ama evet”, diğer uçta ise “ulusal”cılık. Demek ki, “ulusalcılarımız”, Sezen’in Saray ile problem yaşaması hâlinde, ilk iş olarak ona saldırmakla işe başlayacaklar. Ama öte yandan, tüm sola diyecekler ki, gelin Saray’a karşı CHP ile ittifak yapın. Neden siz mesela Sezen ile dayanışma içine giremiyorsunuz? Saray ile ilişkileriniz mi buna engel?
Devletçi solculuk budur.
Ulusalcı solculuk, devletçi solculuktur.
Ve tabii, iş bir noktaya geldiğinde, devletçi solculuk, Saray yanlısı olmak zorunda kalır. Kalır, çünkü, devlet orasıdır.
Devleti tanımamaktır bu. Devlet karşısında “yetmez ama evet” tutumu ne kadar körce ise, “ulusalcı solculuk” da o kadar körcedir. “Yetmez ama evet”, devletin, reformlarla düzeleceği fikrindedir. Kendi mücadelesinin, daha açık söyleyelim, sınıf mücadelesinin sonucu ortaya yan ürün olarak çıkan reformları, devletten geliyor sanırlar. Bu nedenle, reform ile restorasyonu ayırt edemezler. Devletin her yaptığı düzenlemeyi, reform sanırlar. Yaklaşık 10 ay önce, adalet alanında reformlar başlatıyoruz dediklerinde, bu okur yazar takımı, Erdoğan’ın yeniden reform çizgisine döndüğünü ilan etmiştir. “İnsan, hakları ile insandır” diye başlayan metinler, onlara işte “demokratikleşiyoruz” diye gelmişti. Çünkü, kendileri, süren sınıf mücadelesinde, işçi sınıfı ile yan yana olma durumunu, en korkunç durum olarak görürler. Bu nedenle, devletteki her değişimi, iktidardaki her adımı “olumlu” görmek için uğraşırlar. Kendileri, işçi ve emekçilerden halktan korktukları için, devlete biat ederler. Öte yandan, “ulusalcı solculuk” da öyledir. Devrim ve sosyalizm, onlar için bir sözdür. İşçi ve emekçilerin bayraklarında devrim ve sosyalizm gördüler mi, “devlet elden gidiyor” diyerek, ulusalcılığı öne çıkartırlar. Her ikisi de, işçi sınıfından uzaktır. Kimisi bu uzaklığı, iğrenme düzeyinde bir his hâline getirmiştir, kimisi ise işçi sınıfına hiç inanmadıkları için bir refleks hâline getirmiştir. Kimisi, devlete yakın olmayı bir görev olarak kabul etmiştir, kimisi ise çaresizlik içinde bir umut olarak beslemiştir. Ulusalcı solculuk, devleti vatan saymıştır. Devleti burjuva egemenliğinin aracı olarak ele almazlar. Onlara göre, devlet, iyi ve kötü adamlar tarafından yönetilebilen, sınıflar üstü bir varlıktır. Onlara göre, şu anda kötü adamlar orada olduğu için sorun var. Yoksa, devlet, “ulusal çıkarlarımızı” korur. Sezen olayı, bu süreci bir kere daha çığa çıkarmıştır.
“Yetmez ama evet” liberalizmi ile “ulusalcı solculuk”la devleti korumak arasında, görüntüde fark vardır. Özünde her ikisi de, işçi sınıfına, halka güvensizliğin ürünüdür. Bu güvensizlik, işçi sınıfı ve halka uzaklık, devlete ise bir yakınlık olarak ortaya çıkar. Bu nedenle, her iki kesimin de iyi burjuvaları vardır. Bazı burjuvalara iyi, bazılarına kötü derler. Burjuvaların iyilerini, çok içten “anlarlar.” İşçi ve emekçileri ise, siz burjuvaların kötüleri ile iyilerini birbirinden ayırt edemiyorsunuz, diye suçlarlar.
6
Bu görüşlerin en “teorik” dile getirildiği alan ise, devlet ve demokrasi tartışmalarıdır.
Bugün bize Saray Rejimi karşısında, çıkış olarak sandık ve seçimi sunanlar, tam da buradan hareket ediyorlar.
İki temel dayanak oluşturmak istiyorlar. Biri, devlet ve iktidar arasındaki farklılık, ikincisi ise devlet ve demokrasi alanında bir farklılık. Her iki alanda da oldukça derin bir sis perdesi yaratmak istiyorlar. İşçi sınıfının bu sis perdesi içinde görüş ufkunu daraltmak istiyorlar.
Onlara göre, devlet ayrıdır, siyasal iktidar ayrıdır. Onlara göre, devletler, demokratik olanlar ve olmayanlar şeklinde ayrılırlar.
Burjuva parlamenter sistemde, genel oy hakkı da içinde oluşmuş olan işleyişi, böyle özetliyorlar.
Genel oy ile oluşan sisteme, “temsilî” demokrasi diyorlar. “Burjuva demokrasisi” elbette burjuvazi için bir demokrasidir. Faşizm, tekeller için bir demokrasidir. Tekelci polis devleti, tekeller için bir demokrasidir. Bunu vurguluyoruz ki, “demokrasi” denildi mi, diktatörlük dışında bir şey anlaşılmasın.
Atina demokrasisi, “yurttaş” olanlar için bir demokrasi idi, köleler için değil. Köle zaten insan da sayılmıyordu. Onların oy hakları yoktu. Atina demokrasisi, köleci devlettir, köleci demokrasidir. Köleci toplumun devleti, köle sahiplerinin demokrasisidir. Yurttaşlar, doğrudan, temsilcileri olmaksızın sürece katılırlardı. Temsilî demokrasi denildi mi, bu “doğrudan” demokrasi ile ayrımına vurgu yapılmış olur.
Burjuva demokrasisi, başlangıçta, belli bir gelir düzeyine ait insanların oy kullandığı, temsilciler seçtiği bir yapı olarak organize edildi. Genel oy hakkı, 1900’lere gelirken ortaya çıktı. Ne ilginç, 1870’lerde başlayan tekelci kapitalizmin yükselişi ile bir arada gibidir. Oysa tekelci kapitalizm, hâkimiyet ilişkileri ve onun doğurduğu şiddete dayanır ki, devletin niteliği açısından bunun “demokrasi” diye genel bir şey içinde ele alınması mümkün değildir. Dahası, tekelci kapitalizmde “burjuva demokrasisi”, burjuvazinin tümü için bile demokrasi değildir.
“Burjuva demokrasisi”nde, genel oy hakkı ile, insanlar temsilcilerini seçiyorlar. Atina’dan farklı olarak, doğrudan demokrasi değildir.
Bu seçimlerle oluşturulan parlamento, siyasal partiler aracılığı ile, hükümeti, yani siyasal iktidarı oluşturuyor. Bu nedenle, devlet ve siyasal iktidar aynı değildir cümlesi doğrudur. Biz işçiler, seçimleri kazanırsak, devleti ele geçirmiş olmayız. Bu nedenle devrim diye bir derdimiz vardır. Ve devrim, burjuva devlet makinasını yıkmakla başlar.
Siyasal iktidar dışında, devlet bürokrasisi denilen bir mekanizma orada vardır. Siyasal iktidar, teorik olarak bu devlet çarkına yön verir. Bu yön verme işi, belli kanunlarla sınırlandırılmıştır. Bunu garanti altına alacak, yargı, yürütme ve yasama organları oluşmuştur. Yürütme, dar anlamda siyasal iktidardır. Bizim günlük yaşamımızda kullandığımız, siyasal iktidar ve muhalefet kavramları, bu ayrımlara dayanır. Elbette, muhalefet, toplumsal muhalefet gibi, işçi ve emekçilerin muhalefetini içermediği sürece.
Şimdi bize bu genel bilgilerden hareketle, “devlet ve siyasal iktidar” ayrımı üzerinden, Saray Rejimi’nin, seçimle oraya gelmiş bir meşru yapı olduğu anlatılmaktadır.
Madem, Saray Rejimi oraya seçimle gelmiş ve meşrudur, o hâlde seçimle indirilebilir. Bu nedenle, bugün, Saray Rejimi’ne karşı muhalefet seçimlere kilitlenmelidir, denmektedir.
Bu görüş, bugünkü burjuva muhalefetin parlamenter demokrasiye geçiş planlarının haklılığını açıklamak için kullanılmaktadır.
Peki bu görüşlerle kimi ikna etmek istemektedirler? En başta OYT ve ardından işçi sınıfı ve halkı.
Öncelikle, Saray Rejimi, bir seçim sürecinin sonucu değildir. Bu konuda bir netliğe sahip olmamız gerekir. AK Parti ile oluşan iktidar, evet bir seçim sonucudur. Oysa Saray Rejimi’nin oturtulması demek olan süreç, böylesi bir süreç değildir.
Belki 7 Haziran seçimleri temel alınabilir. Bu seçimlerden öncekiler, hilesiz, hurdasız anlamında olmasın ama, bu seçimlerden sonra gerçekleşen seçimlerin hiçbiri meşru değildir. Seçimleri meşru hâle getiren, gerçekte, Saray kadar, ona muhalifmiş gibi görünen CHP vb. partilerdir. Ne referandum ne Cumhurbaşkanlığı seçimi meşru değildir.
Saray Rejimi’ni doğru anlamak gerekir.
Birincisi, ortada bir parlamento yoktur. Parlamento işlevsizdir. Parlamentoda kürsü dokunulmazlığı bile yoktur. Yasama organı değildir. TC devletinin yeni yasama organı Saray’dır. Saray’ın hangi odası olduğunu bilmiyoruz.
İkincisi, yargı tümü ile, polis gücünün uzantısı hâline getirilmiştir. Bunu sadece davalarda görmüyoruz. Her uygulamada bu vardır ve yargı artık Saray’ın bir başka odasıdır.
Üçüncüsü, seçim sistemi hiçbir kriteri karşılamaz durumdadır. Yerel seçimlerde seçilen belediye başkanlarının yerine atanan kayyumlarla yönetilmektedir belediyeler. Ve bugünlerde, eğer ABD kabul ederse, İstanbul’da da kayyum atanması mümkündür.
Muharrem İnce’nin Erdoğan’la yarıştığı seçim, baştan aşağıya hilelidir ve bu hilenin içinde Akşener ve Kılıçdaroğlu da vardır, sadece İnce yoktur. İnce, Saray’daki Kalın gibidir.
Şimdi, Saray Rejimi’nin meşruluğunu neye göre ileri sürüyorsunuz?
Muhalefetin ve OYT’nin en çok tekrarladığı cümle, “laik, sosyal hukuk devleti”dir. Bu anayasada yazmaktadır. Bu doğru. Ama, gerçeklere gözlerinizi kapatmıyorsanız ya da işçi ve emekçileri kandırmak için konuşmuyorsanız, TC devletinin “laik, sosyal bir hukuk devleti” olduğunu nasıl ileri sürebilirsiniz?
TC devleti, hiçbir zaman laik olmamıştır.
TC devleti, hiçbir zaman “sosyal” olmamıştır.
TC devletinin “hukuk” devleti olduğu olmuştur. Hepsi budur. Bugün, hukuk, iç savaş hukukudur. İç savaş hukuku da bir çeşit hukuk olduğuna göre, nihayetinde bugünkü Saray Rejimi, bugünkü TC devleti de bir hukuk devletidir diyebilirsiniz. Bu duruma nasıl meşru diyebilirsiniz? Her tür hile ile gerçekleşen seçimleri meşru ilan edip, yeni bir seçimi bekleyin demek, Saray Rejimi’ne karşı, ne müthiş bir mücadeledir? Devlet, siyasal iktidar, demokrasi vb. üzerine yazdıklarınız, artık, komedi bile değildir.
Gerçeklikle bağı kopmuş olan sadece Saray değildir. Aynı zamanda ona muhalefet ettiğini söyleyen burjuva partilerin de gerçekle bağı yoktur. OYT’nin de gerçekle bağı yoktur. Hepsi, Saray’dan yayılan hafıza kaybını yaşamaktadır. İstenildiği zaman unutulan gerçekler, halka başka bir dünyanın tarif edilmesi için, baştan aşağıya çarpıtılmaktadır.
Tüm yasalar, istenirse bir anda değiştirilebilmektedir. Konu işçi, konu emekçi, konu kadın, konu gençlik eylemleri olduğunda hiçbir yasa uygulanamaz durumdadır.
Fiilî olarak Saray, işçi ve emekçilerin sokağa çıkmasını önlemek üzere baskıyı devreye sokuyor. Burjuva muhalefet ise, kitlelerin korku duvarını delmeye başladıkları yerde devreye giriyor ve sakın bir provokasyona neden olmayın, geri dönün, bizde bilgi var katliam yapacaklar minvalinde konuşuyor. İkisi arasında fark nerededir? İktidarda olan, devlet gücünü elinde tutan, “evinize dönün katliam yapacaklar” diyemez, bizzat şiddeti ve yalanı kullanır. Yani, iktidarı da muhalefeti de görevini yapıyor.
OYT, demokrat görünen profesörler de, hep birlikte, işçi ve emekçileri sokaktan uzak tutmak için, var güçleri ile, “teori”ler üretiyorlar.
Bugünlerde her biri, okumuştur ve yazmaktadırlar, hep birlikte “teoriler” yazmaktadırlar.
Onlara göre, Saray Rejimi, tam bir diktatörlük değildir. Peki nedir? Hibrit bir sistemdir. Hibriti biz, son yıllarda, elektrikli otomobil ile bilir hâle geldik. Benzinli otomobilden elektrikli olana geçerken, birçok firma-üretici, hibrit arabalar çıkardılar, yani hem benzinle eski sistemle hem de elektrikle çalışan arabalar. Bunu Saray Rejimi’ne uyguluyorlar. Onlara göre, Saray Rejimi, “demokrasinin” bazı unsurlarını içeriyor. Bu unsurlar, parlamento ve siyasal partiler, seçim vb. olarak sıralanıyor. Parlamento, gerçekten var mıdır? Varsa, ne iş yapar? Mesela yasa mı yapar? Saray’ın istemediği bir yasa mı yaptı? Bu mümkün değildir. Egemenler, parlamentoyu bir görüntü olarak orada tutmaktadırlar. Ancak, milletvekillerinin dokunulmazlığı, yurtdışına asker gönderme vb. işlerde, tüm burjuva partilerin ortak hareketini istediklerinde ona bir iş vermektedirler. Bunun dışında parlamento, kürsü konuşmalarının bile sansüre uğradığı bir yerdir. Yani, burjuva “demokrasisi” için bile bir işlevi yoktur. Siyasal partiler de öyledir. MHP, AK Parti birer parti midir? Onlar ilk önce parti olmaktan çıkmıştır. CHP ve diğerleri de peşi sıra parti olmaktan çıkmaktadır. Seçimlere gelince, yukarıda açıkladık, biliniyor, yerel seçimler bile sistemin tahammül etmediği sonuçlar doğurduğunda işlevsiz hâldedir. Seçimlere hile bulaştırma işi ileri bir boyuttadır ve CHP hariç kimse için bu seçimler meşru değildir. “Bilim insanı” sıfatı ile, bunların işlevli olduğunu savunmak, olsa olsa Saray’ın tartışılan meşruluğunu artırma girişimidir.
Kılıçdaroğlu, sık sık, bürokrasiye sesleniyor ve onların içinde iyi unsurlar olduğunu dile getiriyor. Bu pratik adımı, bazı OYT içinde yer alan kişiler, ileri bir boyuta taşımak istiyorlar. Onlar, işe “derinlik” katma hevesindedirler. Diyorlar ki, Cumhuriyet’i kuran kadrolar, üç özelliğe sahip idi: İlki anti-emperyalist olmak, ikincisi laik olmak ve üçüncüsü de kamucu olmak. Böyle söylüyorlar. Üzerinde durmaya değerdir.
Bu görüşler TC devletini hiç anlamamaktır. Hem devleti hem de TC devletini anlamamaktır. Ne devletin egemen sınıfın bir örgütü olduğunu, onun diktatörlüğü olduğunu anlıyorlar, ne de TC devletinin ne olduğunu anlıyorlar.
(a) TC devleti, yukarıda açıkladık, en başından, anti-işgalci, işgale karşı direnen güçleri bertaraf ederek kurulmuştur. TC devletinin en büyük mücadelesi, Çerkes Ethem, Yeşil Ordu ve komünist harekete karşı verilmiştir. Ekim Devrimi’ni sınırlandırmak, yayılmasının önünü kesmek için emperyalistlerin ördüğü bir duvardır TC devleti. Bunda anti-emperyalist bir yön yoktur. İşgalin sona ermesi, bir yandan beğenmedikleri halkın mücadelesinin sonucudur, diğer yandan da Ekim Devrimi’nin emperyalist dünyada yarattığı korkunun bir sonucudur. Ki, o halkın işgale karşı mücadelesinin önderleri yok edilmiştir. TC devleti, bu nedenle daha ilk günlerinde işçi sınıfının mücadelesine karşı, halkların mücadelesine karşı konum almıştır. Onların düşmanları, halklar ve işçi sınıfı olmuştur. Bunun kanıtları oldukça kanlı biçimde ortaya konmuştur.
Elbette, bu toplumda anti-emperyalist unsurlar vardır. Bunların devlet bürokrasisinde bir gücü hiçbir zaman olmamıştır
(b) TC devleti, hiçbir zaman kamucu olmamıştır. İzmir İktisat Kongresi, TC devletinin seçtiği yolun en açık kanıtıdır. Kapitalist kalkınma yolunu seçip emperyalizmden bağımsız olmak mümkün değildir. Kapitalist yolu seçip kamucu olmak mümkün değildir. Devlet eli ile burjuva yaratma politikalarını “kamuculuk” olarak sunmak, “kamuculuk” konusunu hiç anlamamaktır. Devlet, burjuvaziyi besler ve yaratırken, bir yandan Ermeni ve Rumlarınki başta olmak üzere, burjuvaların mülklerini yağmalamış, bunu katliamlarla gerçekleştirmiştir, diğer yandan, sistemi ayakta tutacak biçimde bazı alanlarda devlet yatırımları organize etmiştir. Sümerbank, şeker fabrikaları, demir-çelik fabrikaları vb. aslında böylesi adımlardır. Bu adımların tümünde Sovyetler’in desteğini almıştır. Sonra, bu kamu kuruluşları, artık işlevini tamamlayınca, onları özelleştirmiştir.
Bugünlerde, 2008 krizinin ardından, kapitalist dünya, “batmasına göz yumulamayacak kadar büyük” işletmelerin kurtarılması operasyonlarını görmüştür. Bu, “kamulaştırma” değildir. Bu, kapitalistlere, tekellere sermaye transferinin bir başka biçimidir. Özelleştirme nasıl ki sermaye transferi ise, aynı biçimde bu kamulaştırma tipi de öyle sermaye transferidir. Özelleştirme nasıl bir yağma ise, bu çeşit kamulaştırma da bir yağmadır.
TC bürokrasisinde bir “devletçilik” olabilir. Bunun izlerini araştırmak isteyen başka bir iş yapabilir. Ama buna kamusallaştırma denemez. Kamulaştırma, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete karşı hamle yapmak anlamını taşır. Bunların hiçbirinde böylesi bir şey yoktur.
(c) TC devleti, tarihinin hiçbir döneminde laik olmamıştır. Bir nüfus kâğıdında dini bölümünün olması bile, bunun kanıtıdır. Bir tenisçi, Avustralya’ya giderken, kendisine verilen evrakta din hanesini doldurmadığı zaman sorunla karşılaşmıştır. Bu burjuva normların bile dışındadır. Kişinin dinî inancı, kendisine aittir. Bu devletin işi değildir. Oysa TC devleti tarihine baktığımızda Diyanet İşleri Başkanlığını görürüz. Bu, dinin devlet tarafından kullanılmasıdır. Laik burjuva devlet sisteminde, devletlerin dini olmaz. TC devletinin en başından beri dini İslam’dır ve dahası, Sünni İslam’dır ve mezhebi de bellidir. Halkın vergilerinden beslenen bir devlet kurumu, Diyanet İşleri Başkanlığı olarak dinin kullanılmasının açık biçimi olarak orada durmakta iken laiklikten söz etmek güncel burjuva politikanın ötesinde bir “bilimsel” anlam taşımaz.
Devletin kadrolarının laik olduğundan söz etmek, tuhaf bir açıklamadır. Çok sık tekrarlanmaktadır: TC devleti, “laik, sosyal hukuk devletidir.” Bunun gerçeklikle hiçbir ilişkisi yoktur. Bu olsa olsa, bazılarının niyeti olabilir. Onlar, devleti, anayasada böyle yazdığı sürece, böyle kabul etmeye niyetlidirler. Hepsi bu olabilir.
Saray Rejimi’ni anlamamalarının bir nedeni, devleti anlamamaları olabilir. Ama daha baskın olanı, devlet konusunda halkı yanıltma istekleridir. Bu yanılgıyı beslemek istiyorlar. Bunun için, halka, Saray Rejimi’nin aslında “seçimlere” dayalı bir “meşru” yapı olduğunu anlatıyorlar. Buna bağlı olarak da, sakın sokağa çıkmayın, sakın devlete karşı, sisteme karşı topyekûn bir mücadelenin içine girmeyin diyorlar.
Bugün bunu yapmalarının önemli bir nedeni, işçi sınıfının, emekçilerin, sınıf bilincinin eksik olmasıdır. Onlar, işçi ve emekçilerin bu sınıf bilincinin gelişiminden korkuyorlar. Bu yolla ise, gerçekte Saray Rejimi’ni, CHP ve İYİ Parti’nin yetmeyen meşrulaştırma çabalarına katkı yapmak istiyorlar.
Saray Rejimi, oturtulmak isteniyor.
Söylenen şudur: Aslında başında Erdoğan olduğu için Saray Rejimi kötüdür. Oysa Saray Rejimi, yarın başına başkası geçse de kötüdür. Halkın, işçi ve emekçilerin düşmanıdır. Bu durum, dün gizlenebiliyordu. Bugün, devletin halkın düşmanı olduğu, işçi ve emekçilerin düşmanı olduğu açıktır, açığa çıkmaktadır. Bu nedenle, korkuları artmıştır. Bilim insanı sıfatlı tüm şarlatanlar, tüm OYT, devreye sokulmuştur ve hepsi birlikte, işçi sınıfını direnişten vazgeçirmeye, devrimci solu seçimlere endeksli bir muhalefet yürütmeye ikna etmek istiyorlar. Devrimci hareketin öznel yetersizlikleri, işçi sınıfının örgütlülüğündeki eksiklikler, direnişin henüz aşması gereken zorluklarının olması, onlara bu propagandaları için olanak sağlıyor. Devrimin zorluklarını görenler, bu yolla, düzen içi muhalefete eklensin istiyorlar.
Saray, efendisi emperyalistlerin emirlerini yerine getiriyor. Burjuva muhalefet ise, kendileri için emirler bekliyor, onları yerine getiriyor. Hepsi, aynı işi yapmaktadır.
Çökmekte olan sistemi ayakta tutmak için, burjuva cephe, egemenler, her yolla, tüm güçleri ile savaşmaktadır.
Ve buradan hareketle, burjuva muhalefet, solun CHP’nin yedeği hâline gelmesini, “demokrasi” mücadelesine eklenmesini, “Erdoğan gitsin sonra bakarız” politikasına yatmasını istiyor.
Oysa direniş cephesi, işçi sınıfının ayrı bir politika ile sahnede yer almasının zeminine sahiptir. Sol, tüm güçleri ile, Birleşik Emek Cephesi içinde, sisteme karşı savaşı yükseltebilecek olsa, küçümsenir bir güç değildir.
Biz devrimci sosyalistler, işçi sınıfının, tıpkı “yetmez ama evet” gibi, tıpkı “ulusal çıkarlar” politikaları gibi, burjuvazinin yedeği hâline getirilmesine karşıyız.
Biz devrimci sosyalistler, işçi sınıfının kendi yolunun, gerçek alternatif olarak örgütlenmesinden yanayız.
Bunun için, işçi sınıfından yana aydınların, namuslu herkesin, insan olmak bu sisteme karşı savaşmaktır, diyen herkesin, işçi sınıfının devrimci mücadelesini örgütlemek üzere saf tutmasını savunuyoruz. Evet biliyoruz devrim kolay bir yol izlemeyecektir. Bu, geçmiş yenilgilerimizle net bir hesaplaşmayı gerektirmektedir. Bunun zorluklarını görüp de, devrim saflarına katılmayı riskli olarak görenlerin varlığını biliyoruz. Ama bugün, devrim alternatifi, açık ve geniş kesimlerce tartışılıyorsa, bu zorluklarla başa çıkmanın olanakları da var demektir.
Elbette, kimseyi, kolay bir zafer için saflarımıza çağırmıyoruz. Ama devrimci sosyalizmin kendi zorluklarını aşmasının olanaklı olduğunu biliyoruz.
Bunun yolu olarak birleşik emek cephesini örgütlemeyi önemsiyoruz.
Saray Rejimi, halkın direnişi ile gidecektir.
Gerçekten demokrasiden yana olanlar varsa, samimiyseniz, şu soruyu sormalısınız: Kimin için demokrasi, burjuvalar için mi, işçi sınıfı ve halklar için mi? Eğer işçi sınıfı ve halklar için bir demokrasiden söz ediyorsanız, bunun tek gerçek yolu, devrimdir. Devrim, bugün, üzerinde yaşadığımız topraklarda, adım adım mayalanmaktadır. Gözümüzü buraya çevirmemiz gerekir.
Gerçekten anti-emperyalist bir mücadelede samimi iseniz, tarihten öğrenmelisiniz, tarih, anti-kapitalist olmadan anti-emperyalist olmakta bir tutarlılık elde etmenin mümkün olmadığını gösteriyor. TC devletinin kuruluşunda da bu vardır. Kapitalizmi yıkmadan, kapitalist-emperyalist zincirin içinde kalarak, anti-emperyalist olunamaz.
Seçim ve sandık hesapları üzerine dayalı eylemsizlik, işçi ve emekçilerin direnişine sırt çevirmektir.
Egemenler, tüm güçleri ile, her koldan, her seçeneği tartışarak, bir restorasyon süreci örgütlemektedir. Hiçbir şey işçi ve emekçilerin kurtuluşu mücadelesini savunanları, restorasyon çabalarının parçası hâline getiremez.
Bize reformlardan söz eden solcularımız, biraz ciddi olmalıdırlar. İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin yan ürünü olarak reformlar ortaya çıkabilir. Biz sonuna kadar gidemeyiz ve burjuvazi bir adım geri attığında ortaya reformlar çıkar. Bugün yanıbaşımızdaki Kürt devriminin tüm kazanımları, mesela Kürtçenin günlük kullanımı gibi, devrimci mücadelenin meyvesidir. Reform talepleri karşısında iktidarın gösterdiği iyi niyetin sonucu değildir. İşçi sınıfı, iktidar mücadelesinde, geçici bir durum olarak zafere ulaşamadığında bu reformlar ortaya çıkabilir. Ama bize düşen, işçi sınıfının iktidar mücadelesinin zaferi için mücadele etmektir.
Devrimcilerin görevi, bugün gelişmekte olan direnişi, daha da boyutlandırmak, daha da sağlam hâle getirmek, daha bütünlüklü ve örgütlü hareket etmesini sağlamaktır. Devrimin uzun bir yol olduğunu biliyoruz. Ama devrimin sadece gerekli değil, mümkün olduğunu da görebiliyoruz. Mesele, biz devrimcilerin kararlılığındadır, mesele işçi sınıfının devrimci örgütlülüğündedir. Bu konuda daha almamız gereken yol olduğu açıktır. Biz, farklı olarak bu yolun, ancak işçi sınıfının devrimci yolunun örgütlenmesi ile alınacağı fikrindeyiz.