Yerel seçimlerin öncesindeyiz. Ve bu nedenle, başlığı şöyle atmış olsak, “Saray Rejimi seçimle gitmez” desek, doğru bir söz olduğu hâlde, yanlış bir sonuç algılanabilirdi. Bu nedenle, başlığı böyle koymadık.
Koymadık çünkü yerel seçimleri, bu yerel seçimleri, boykot etmenin bir anlamı yoktur. Evet, özellikle Kürt illerinde seçilmiş belediye başkanlarının yerine “kayyum” politikası artık neredeyse yerleşik hâle geldi. Soylu öyle diyordu; “bir beş yıl daha kayyum olsa, halk alışır” anlamına gelen sözler söylemişti. Böyle düşünüyorlar. Ama buna rağmen, yerel seçimler, genel seçimlerden çok daha farklıdır ve işçi sınıfı ve devrimci cephe açısından, abartmamak üzere, sonuçlar elde etmek çok da olanaklıdır.
Abartmamak üzere diyoruz çünkü “belediyeler üzerinden” bir kurtuluş yolu da yoktur. Tarihte benzer arayışlar olmuştur, bir çeşit “belediye sosyalizmi” hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Ama ne Türkiye öyle bir ülkedir, ne de devir o devirdir.
Yerel seçimler, kitlelerin sisteme karşı daha örgütlü bir mücadeleye hazırlanması için büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle de, küçümsenemezdir.
Ama bizim esas tartışma konumuz Saray Rejimi, 28 Mayıs 2023 seçimlerinden sonra Saray Rejimi’nin “güçlendirilmesi” yani “restorasyonu”, bu sisteme karşı mücadeledir.
* * *
28 Mayıs 2023 seçimleri, gerçek anlamı ile bir ilkokul müsameresiydi. Yani, bir seçim olmaması bir yana, bir “tiyatro” düzeyinde anılamayacak kadar düzeysiz, pervasız, hileli bir seçim idi. Bugün, iktidarda, bu “pervasızlık” her alanda görülmektedir.
Mesela asgarî ücret meselesini ele alın. Çok pervasızcadır ve işçi sınıfından korkmadıklarının ilanı gibidir. Mesela emekli maaşı tartışması, tam bir pervasızlık ve işçi ve emekçilerden korkmadıklarının göstergesidir.
Mesela Erdoğan, şubat başında, yani depremin 1. yıldönümüne birkaç gün kala, Hatay’a gidip, yerel adaylarını açıklama etkinliğinde, aynı pervasızlıkla konuştu. “Merkezî yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma hâlinde olmazsa, o şehre herhangi bir şey gelmez.” Özetle, yerel seçimlerde bize oy vermediğiniz için, yerel yöneticilerinizi bizden seçmediğiniz için, şehrinize yardım gelmedi, gelmez, dedi. Soruyor Erdoğan, “Hatay’a yardım geldi mi” yanıt dinleyenlerden “hayır.” Buna itiraf diyebilirsiniz. Öyledir de. Tehdit de etmektedir. Eğer yardım istiyorsanız, bizim adayımızı seçin, diyor. Doğrudur da, tehdittir. Ama bu pervasız tutumun göstergesidir.
Şöyle sorabiliriz: Acaba iktidar, muhalefetten, kitlelerden, işçi sınıfı ve emekçilerden hiç mi korkmuyor, yoksa artık hiçbir konuda frenleri mi tutmuyor?
Sorudur ve yanıtı gereklidir.
Ama önce bu pervasızlığı biraz daha açalım.
Can Atalay davasını ele alalım. Kendisi TİP’ten seçilmiş bir milletvekilidir. Can Atalay, Gezi Direnişi’nin katılımcılarındandır ve bu hattı savunduğu için içeri alınmıştır. Ama o içeride iken, yasal bir parti olan TİP’ten milletvekili adayı olmuştur. Seçilmiştir. Milletvekili olmuştur. Bu durumda, doğal olarak hapisten çıkması gerekiyordu. Yoksa zaten adaylığının kabul edilmemiş olması beklenirdi. Seçilmiş bir milletvekili, hapiste olunca, durum çetrefilleşmeye başladı. Anayasa Mahkemesi (AYM), Atalay davasında “hak ihlali” kararı vermiştir. Anayasaya göre, en yüksek yargı organı AYM’dir. Ama alt mahkemeler, AYM’yi tanımamıştır. Erdoğan ve Bahçeli başta olmak üzere saray erkânı, hep birlikte, AYM aleyhinde kampanyalara başlamıştır. O kadar ki, birçok kişi, acaba yeni bir Danıştay saldırısı mı gündeme gelecek diye sosyal medyadan yazmaya başlamıştır. Saray’ın tutumu “pervasızca”dır. Biz iktidarız, istediğimizi yaparız tutumunun daha ilerisidir bu.
AYM, ikinci kere aynı kararı vermiştir. Ve bu kez, iktidar, daha kestirme bir yol bulmuştur. “Pervasızca”, Can’ın milletvekilliği düşürülmüştür. Atalay bu durumu önceden karşılamıştır: Burada kalıcı olduğumu biliyorum ve öyle mücadele edeceğim, demiştir. Devlet de, o hâlde “milletvekilliği düşürülsün” demiştir. Ama bu durumda ortaya bir sorun çıkıyor: Can Atalay’ın milletvekilliği düşürüldüğüne göre, demek ki milletvekili imiş. Öyle ya olmamış olsa, düşürmezlerdi. Demek ki, milletvekili ve hapiste olmak konusundaki yasalar da önemsizmiş. İşte size bir pervasız tutum daha.
Saray erkânı, eski dünyada, mesela 1700’lerin öncesinde, ülkenin gerçek durumunu kraldan saklamak için görevlendirilmiş insan topluluğu olarak tarif edilebilirdi. Elbette, kralın da bu gerçekliği görme konusunda ısrarcı olduğu hiç söylenemezdi.
Ama modern dünyamızda, mesela bizim ülkemizde, başındaki tacı “soy”dan gelmeyip de ABD tarafından giydirilmiş olan kolpacı padişahın sarayındaki saray erkânı, böyle tarif edilemez. Onların işleri biraz daha kapsamlı ve daha çok yönlü. Saray erkânı, bir yandan ABD ile pazarlık etmek, ABD adına tetikçilik ederken pazarlıktan geri durmamak, bu arada “elemtere fiş kem gözlere şiş” metodu ile ceplerini doldurmak, tüm bunları Reis’ten saklamak, sürekli takdir alacak yazılar yazarak Saray’ın gözüne girmek, her açıdan yeni rant alanları yaratmak, ABD tarafından belirlenmiş muhalefet yapacak olanları her ihtimale karşı kontrol etmek, koruma ve hafiye alayları oluşturmak, Reis’in sürekli orada olmasını sağlayacak önlemler almak, onun her açıklamasını düzeltmek ve her düzeltilmiş olanını ertesi gün yeniden düzeltmek, medyayı tam olarak denetlemek, tüm bunları yaparken Saray’a bağlı muhalefetin “hukuk devletiyiz” teranesini tekrarlamasını sağlamak vb.
Yani bizde saray erkânı, biraz daha farklıdır.
Öyle ya, yüzlerce yıl sonra, modern kapitalizmin tepe noktasında, sermayenin uluslararası kontrolünün en ileri düzeye gelmiş olduğu bir kapitalist dünyada, Saray Rejimi oluştu mu, artık ulakların krala ne ulaştıracaklarının önemi kalmaz, tersine Saray’ın ulaklarının her an ve saniye halka ne anlattıklarının önemi var.
Artık Saray, karanlık yerdir ve tekellerin kasalarına bağlıdır. Bu tekeller, konu Türkiye ise, aynı zamanda uluslararası tekellerdir.
Yani, bizdeki devlet, sömürge bir devlettir ve ABD tetikçisi olarak, son yıllarda, açık bir görev üstlenmiştir. Bu tetikçilik görevi sürsün diye, 28 Mayıs seçimleri bir müsamere biçiminde Erdoğan’ı tekrar tahtına çıkartmıştır. O kadar ki, Erdoğan’ın sevinecek hâli kalmamıştır. Kendisini oraya taşıyan Kemal ve Meral, biri önce ve daha az acılı, diğeri ardından ve acılı bir biçimde maskelerini indirmek zorunda kaldılar.
Anlaşıldı ki, burjuva muhalefet, gerçekte Saray Rejimi’nin bir parçası imiş. Biz de yıllardır bunu söylüyorduk.
28 Mayıs’tan başlayarak, aslında Mart 2023’ten başlayarak, bazı düzenlemeler devreye sokulmuştur. Egemen, yani uluslararası sermaye ve onların yerli ortakları, yani ABD-AB ve İngiltere, kendi aralarında yeni bir süreç üzerinde anlaştılar.
Güçlendirilmiş Saray Rejimi ya da Saray Rejimi’nin restorasyonu, tam da bu anlaşmalarla bağlıdır.
İlki ekonomik alandadır. Türkiye ekonomik olarak AB’ye, daha çok da Almanya’ya bağlıdır. Ve elbette ABD-İngiltere-AB, bu alanda anlaşmışlardır. Öyle anlaşılıyor ki, uluslararası bir konsorsiyum kurulmuştur. Bu konsorsiyumun başında kimin olduğunu bilmiyor olsak da, alacaklılardan oluştuğu açıktır. MB Başkanı’nın, yani Hafize Hanım’ın, Maliye Bakanı Şimşek’in sık sık gidip rapor verdikleri fon yönetim toplantılarının bununla bağlı olduğu açık olmalıdır. Anlaşılan şudur: Tıpkı Düyûn-ı Umûmiye gibi, uluslararası sermaye, borçları yeniden yapılandıracaktır. Vadesi gelen borçlar, eski faiz oranları olan %8 veya 11 yerine, yeni faiz oranı olarak %25 ile uzatılacaktır. Bu yeterli değil, bu arada, artan faiz ödemelerinin garantisi için bazı kamu gelirleri konsorsiyuma devredilecek, ilave vergiler vb. konulacak, bazı doğal kaynaklar satılacak vb. Tüm detaylarını henüz bilmiyoruz. Ama öğrenmek uzun sürmeyecektir. Anlaşmanın bir maddesinde, konsorsiyumun iki memuru da vardır. Biri Şimşek’tir ve diğeri Hafize Hanım’dır. Hafize Hanım, ülkeye kolay adapte olmuş ve kolaylıkla da ekarte edilmiştir. Uğur Dündar’ın “bebeğini emzirme” savunusu ya da bazı “muhalif” iktisatçıların “biraz ülkeyi düşünün, dolar kaça çıkar” diyenlerin açıklamaları havada kaldı. Hafize Hanım, görevden affını istemiştir. Adettir, Saray Rejimi’nde istifa yok, affını istemek var. Bu nedenle, Damat Berat’ın istifa etmiş olmasının kıymetini unutmamak gerekir.
Demek ki ekonomi, Saray tarafından artık yönetilmiyor. Saray’ın hazinesi ayrılmış olmalıdır. Ve bu konuda taraflar pek de o kadar anlaşmaya uyma heveslisi değildir. Erdoğan’ın seçim için talep ettiği bazı adımları atmasına engel olmuşlardır ve karşılığında Hafize Hanım, iki memurdan biri gitmiştir. Ama anlaşma hâlâ durmaktadır. Yoksa döviz kurunu kimse tutamazdı. O nedenle, Hafize Hanım’ın götürülme biçimi kayda değerdir. Saray ne de olsa, entrika yeridir. Öyle anlaşılıyor, bu anlaşmanın bir bölümü, Mart 2024’e kadar geçerlidir. Demek oluyor ki, anlaşma maksimum iki yıllık gibidir. Şimşek, 2025’in sonunda rahatlayacağız dediğine göre, bu durumu teyit etmektedir.
Bu aynı zamanda, savaş için gelişmelerin de hız kazanacağı tarih anlamına geliyor ya da geliyordu. Öyle anlaşılıyor ki, ABD, İngiltere ve İsrail, ortaklaşa bir plan yapmıştır. Bu plan, İran’a saldırı planı olsa gerek. Zira ABD çeşitli açıklamalarla bunu neredeyse açık hâle getirmektedir. Ama bu plan, istenildiği gibi gitmemiş gibidir.
Hamas’ın İsrail’e saldırısı, Filistin direnişine yeniden dikkati çekmekle kalmadı, aynı zamanda, bu saldırı, ABD-İsrail-İngiltere ortak planı olan İran’a saldırı planlarını da gözden geçirmelerine neden olmuş olmalıdır. Öyle anlaşılıyor, İsrail bu planlara devam etmekten yanadır, ABD ise, bir kere daha düşünmekten yanadır. Görünen budur.
Bu savaş planının içinde TC devletinin de savaşa dâhil olması vardır. Bu durum, Irak Kürdistan bölgesindeki TC devletinin yerleşim çalışmaları tarafından da doğrulanmaktadır. Aynı zamanda, Azerbaycan-Kafkaslar bölgesinde TC pasaportu verilerek gönderilen IŞİD çeteleri de bunun bir parçası olsa gerek.
Öyle anlaşılıyor ki, 28 Mayıs müsameresi ile seçilmiş olan Erdoğan’ın, yüzündeki çeyrek gülümsemenin nedeni bu savaş planlarıdır. Zira İran ile savaşın sonuçları herkes için açıktır. Bu savaştan bir tek, savaşa uzak ABD ve İngiltere kârlı çıkabilir. Ne İran, ne Türkiye, ne İsrail bu savaştan kârlı çıkmazlar. Ama ABD, kendisine gerekli olan tetikçiyi böylece sahaya sürme hevesindedir. Bunu görmek mümkündür.
Buna bağlı olarak, Saray’ın içinde ama Saray’ın denetiminde olduğu çok tartışılır olan ikinci bir organizasyon daha yapılmıştır: Savaş kabinesi kurulmuştur. Bu savaş kabinesi NATO’ya bağlıdır.
Demek oluyor ki, ekonomi Saray’dan daha az yönetiliyor. Ekonomi, uluslararası konsorsiyumun denetimindedir. Ve elbette savaş kabinesi de doğrudan NATO’nun denetimindedir.
Tüm bu süreci bir yana bırakarak, son dönemde ortaya çıkan pervasızlığı açıklamak mümkün değildir.
Soruyu tekrarlayalım: Acaba iktidar, muhalefetten, kitlelerden, işçi sınıfı ve emekçilerden hiç mi korkmuyor, yoksa artık hiçbir konuda frenleri mi tutmuyor?
Aslında burada, iki kesim sayılmaktadır. Biri “muhalefet” dediğimiz ama tırnak içinde aldığımız burjuva muhalefettir.
İkincisi, işçi sınıfı ve emekçilerdir. Kitleler, mücadele eden herkesi birlikte ele almak üzere, işçi sınıfı ve emekçiler kavramının yerine kullandığımız bir başka vurgudur.
Bunlardan birincisi, yani burjuva muhalefet, Saray için korkulacak yer değildir. Değildir, çünkü Saray Rejimi dediğimiz bu rejim, aslında onların açık desteği ile vardır. Yani Saray’ın mevcut burjuva muhalif partilerden hiçbir korkusu olmaz. Ancak efendi, yani sandıktan önce seçimi yapan ABD-NATO mekanizması, ihtiyaç duyarsa bu burjuva partilerine yeni roller verebilirler. Onlar da buna hazırlanmaktadır.
Öyle ise sorunun bir bölümü yanıtlanmıştır. Zaten, onlardan korkmalarına gerek yoktur. Aynı devlet partisinin değişik yüzleridirler. Elbette her birinin içinde de kaynamalar olmaktadır. Bu da doğaldır. Mesela CHP için, daha çok sağa yaslanıp, daha çok AK Parti gibi olarak iş yapma şansı kalmış mıdır? Zaten yeni meclis, İsveç’in NATO oylamasında görüldüğü üzere, tümden AK Parti meclisi gibidir. İşte bu şartlar altında elbette partilerde bazı kaynamalar olacaktır. Bunun da en çok CHP’de olması anlaşılırdır.
Peki, Saray Rejimi, işçi ve emekçilerden, kitlelerden hiç mi korkmuyor da bu kadar pervasızdır, yoksa artık çareleri mi tükenmektedir?
Her ikisi de doğrudur. Yani hem işçi sınıfından, emekçilerden, kitlelerden korkmuyorlar hem de zaten başka da çareleri yoktur. Yani hem güçlü oldukları için böylesine pervasızlar hem de güçsüz oldukları için bu denli pervasızlar.
Unutmamak gerekir ki Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Yani olağan örgütlenmiş bir devlet, tüm yüzünü böylesine çıplak olarak ortaya koymaz, gerek duymaz, maskelerini taşır. Adı üstünde, olağanüstü koşullarda olağanüstü bir burjuva devlet örgütlenmesi ortaya çıkıyor. Ve elbette bu olağanüstü devlet örgütlenmesi, kendiliğinden ortadan kalkmıyor. Olağanüstü örgütlenme ne kadar uzun sürerse, “olağanüstü” koşullar o kadar olağan hâle gelir. Uzağa gitmeye gerek yok. İçinde yaşıyoruz. Kürt halkına dayatılan savaş koşulları, dün olağanüstü idi, bugün ise sıradanlaştı, olağan hâle geldi. Elbette koşullar değişmedi, olağanüstü öncesine dönülmedi ama içinde yaşayanlar için o koşullar, “normal”in bir parçası hâline geldi, getirildi.
Şimdi, Saray Rejimi’nin “kurumsallaşması” ya da “faşizmin kurumlaşması” gibi analizlere yönelmek, egemen sınıfın devletini doğru anlamamak olur. Egemen sınıf, bir devlet şeklinde örgütlüdür ve Saray Rejimi’nden önce de öyle idi. Onun da, bugünkünün de kurumları vardır. Ve akılda tutulsun lütfen, “kurumsal eksiklik” diye gördükleriniz acaba emperyalist efendilerin “kurumlarını” yok saymanızdan kaynaklanıyor olmasın?
“En kötüsüne gelmedik, daha kurumsallaşacak, burası son çıkıştır, haydi sandığa” vurguları hafızalardadır. Sandığa gitmeyi savunmak ayrıdır ama devletin ne olduğunu saklayıp, “en kötüsü henüz gelmedi, seçim son çıkıştır” demek ayrıdır. İlkinde olsa olsa taktik bir hata olur, ikincisinde ise, devletin kuyruğu hâline gelirsiniz.
Devlet sınıf savaşımına göre şekil alır. Elbette, eğer işçi sınıfı boyun eğerse, eğer kitleler hareket etmezse, eğer mücadele edenler olmazsa, sistem kendini daha rahat hissedecektir. Devletin, sınıf savaşımına göre örgütlenmesinin en yakın örneğini, Kürdistan devrimine karşı savaşımında da görebiliriz. Uzağa gitmeye gerek yok. Eğer biz durursak, eğer biz seyredersek, devlet kendini daha iyi hissedecektir. Değil mi? Elbette. Öyle ise ne yapmalıyız, sandıktan sandığa, o da sandık önümüze ne zaman konur ise o zaman, oy vermekle mi yetinelim? Bu mudur?
Öyle ise, Saray Rejimi’nin kendiliğinden gideceğini söylemek devlet ve sınıf savaşımı konusunda hiçbir şey bilmemek demek olur. Eğer uluslararası koşullar bize büyük bir yardımda bulunmazsa, Saray Rejimi, seçimle gitmez.
Saray Rejimi seçimle gitmez.
Diyeceksiniz ki, ortada böylesi bir seçim yok ki! Evet haklısınız. Ortada, yasalara göre, 4 yılı aşkın bir süre sonra seçim var. Olsun, biz şimdiden söyleyelim ki, seçim havası içinde söylediklerimiz ortada kaynamasın, başka gözle okunmasın. Ortada bir genel seçimler yok, ama Saray Rejimi seçimle gitmez.
Devlet, egemen sınıfın, diğer sınıfları baskı altında tutmak, egemen sınıfın çıkarlarını savunmak, onları tüm toplumun çıkarı imiş gibi sunmak üzere organize ettiği makinadır. İster olağan olsun, ister olağanüstü örgütlenmiş olsun, devletin bu aslî işlevi değişmez. Sadece bunu yerine getirmek için kullandığı araçlar, yollar vb. değişir.
Ülkemizde burjuva devlet, çok uzun süreler boyunca, sürekli olağanüstü örgütlenmelere yönelmiştir ve seçimle “darbe”ler ortadan kaldırılmış değildir. 12 Eylül bunun en somut kanıtıdır. İkincisi, ülkemizdeki burjuva devlet, aynı zamanda bir sömürge devlettir, ABD emperyalizmine bağlıdır. TC devletinin tarihi, görmek isteyen her göz için açık ve nettir. Bu nedenle, “Saray Rejimi seçimle gitmez” önemlidir.
Saray Rejimi, evet Gezi Direnişi nedeni ile, kimyası bozulmuş hâldedir. Ve bu durum, hâlâ Saray’ın duvarlarını titreten bir korkudur. Ama egemen, devleti aracılığı ile çok iyi biliyor ki, eğer işçi sınıfı devrimci bir örgütlenmeye sahip değilse, ondan korkulacak bir şey de yoktur.
Burjuvazi, egemen, Saray Rejimi, Gezi Direnişi’nden öğreniyor. Bu nedenle, ne kadar örgütsüz olursa olsun, hiçbir yasa dinlemeden, her türlü hak arayışına karşı copu ile, TOMA’sı ile, askeri ile, polisi ile, mahkemeleri ile, basını ile saldırıya geçmektedir. Baskı ve şiddet, amansızca bir saldırı, sürekli devrede tutulmaktadır. Sürekli gençleri, hakkını arayan işçileri, kadınları tehdit etmekte, polislik teklifi ile yıldırmaya çalışmakta, ailelerini tehdit etmektedir. Öğrendikleri budur. Dahası, egemen, solun sağa kaymasını sağlamak istemektedir. Bu nedenle, Erdoğan’a karşı ittifak numarası ile, solu CHP’nin kuyruğuna takmayı başardılar. Ve o CHP kuyruğunun, Erdoğan’a çıktığı da açığa çıkmıştır.
Bunlar Saray Rejimi’nin bitmez entrikalarından birkaçıdır.
Ve artık biliyoruz ki, sadece seçimlerle, sisteme karşı mücadele edilemez. Saray Rejimi seçimle gitmez. Saray Rejimi’ni korkutan şey açıktır: Kürt halkının direnişinden korkuyor, Gezi Direnişi’nden korkuyor. Ya ikisinin birleşik hareket etme ihtimali? Hele hele, örgütsüz olan kitle eylemlerinin yarın örgütlü hâle gelme ihtimalinden korkuyor. Bu nedenle, kitlesel hareketlere, daha küçük iken saldırıyor. Bu yolla, umutsuzluk, bıkkınlık yaratmak istiyorlar.
Ama bu arada, ülkenin %80’i için yaşam sürdürülemez hâle gelmektedir. Artan vergiler, haraçlar, geniş kitlelerin yaşamını tehdit etmektedir.
Ve bu koşullarda, Gezi ile başlayan direniş hattı sürmektedir. Tüm örgütsüzlüğe rağmen bu direnişin gelişmesi, büyümesi ve kök salması tek çıkış yoludur.
Saray Rejimi korku içinde yaşamaktadır.
Ve onun korkularını gerçekleştirecek şey, kitlesel, devrimci bir direniştir. Kitlesel devrimci direniş hattı, açık ve nettir. Bu hattın dışında bir çıkış yolu yoktur.
Birleşik emek cephesi, doğrudan çıkışı gösterecek bir rota olmakla kalmaz; aynı zamanda, direnişin, birleşik ve koordineli gelişiminin de garantisidir.
Birleşik emek cephesi, gelişmekte olan, tüm saldırılara rağmen durdurulamayan direniş hattının, kökleşmesi, yaygınlaşması, örgütlü hâle gelmesinin de yoludur.
Devrimci hareketin önündeki görev budur.