Saray Rejimi tükenmişliktir, direniş kendi yasalarını yaratacaktır

Bu bir tükeniş görüntüsüdür.
TC devleti, Muktedir tarafından ele geçirilmiş, ellenmiştir.
Bundan böyle ortaya bir Saray Rejimi çıkmıştır.
MHP ve AK Parti’yi bu yola iten, böylesine acele ile bir “anayasa” değişikliğini gündeme getiren, sadece Erdoğan’ın, “kendini ve ailesini” yargılanmaz hâle getirmek girişimi midir? Bu ilk alternatif gibidir, ama tek başına mümkün değildir. Erdoğan’ın ihtiyaç ve istekleri açık, onu acele etmeye itiyor. Geleceği belirsiz. Ama yine de bu, yeni Çobanlık sistemi için tek başına yeterli neden olamaz.
Yoksa, ABD, Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde, “tek adamlık Çobanlık” sistemine geçmek için, Erdoğan’ın konumunun-durumunun çok uygun olduğuna mı karar vermiştir? ABD, Erdoğan eli ile “anayasa”yı değiştirip, sonra kendi istediği kişiyi mi yerine geçirmek istemektedir? Bu durumda “anayasa” değişikliği, işin sadece bir adımı mıdır? Bu durumda da açıklanması gereken bir kaç nokta var. ABD, evet Türkiye’yi bir tetikçi olarak kullanmaktadır. Erdoğan, hiçbir adımında ABD’ye ihanet etmemiş, tersine, ne istiyorsa yapmıştır (Suriye’de Rusya ile zorunlu yakınlaşması bir yana). Son Suriye’de kimyasal silâh meselesi, Suriye’ye ABD saldırısı sonrasında Erdoğan’ın sevinç gösterilerini, ABD’ye bağlılığının en açık kanıtı olarak görmemek mümkün mü? Demek ki, Erdoğan ABD emrinden çıkmamıştır. Ama yine de, Ortadoğu’da, ABD, artık Erdoğan eli ile ne sağlayabilir? Evet İsrail’in politikalarına destek verebilir Erdoğan. Ama artık Erdoğan’ın, Katar’a ve Suudilere Türkiye’yi satmak dışında bir ilişkisi kalmış mıdır? Müslüman Kardeşler örgütü ile ABD, bölgede iş yaparak, bir gelecek mi kuracak? Kısacası, ABD, bölgede Erdoğan ile uzun bir yol yürüyemez. Ama kısa vadede, Erdoğan’a iş yaptırabileceği de açık. Hele Zarraf meselesi de ABD’nin elinde bir koz iken. Demek ki, ABD için, uzun süreli bir yol olmasa da, Çobanlık sistemi için MHP’yi biraz iterek, Erdoğan eli ile bu sonuca ulaşmayı istemesi mümkündür. Hem Erdoğan ve MHP ikilisi, çökmüş olan “ılımlı İslam” projesinin yerine, milliyetçi-İslamcı bir perspektif ile anti-Sovyet politikaları anti-Rus politikalara dönüştürmeyi denemek uygun olur. Kısacası ABD, bölgede Erdoğan eli ile, kargaşa yaratma politikasını, kaosu besleme politikasını, Türkiye’yi tetikçi olarak kullanma politikasını sürdürebilir. Bir süre daha.
AB, Türkiye’deki ekonomik çıkarları nedeni ile, daha büyük çaplı kapışmaya kadar geri durmayı seçmiştir, bu nedenle referandum sürecinde Erdoğan’a karşı açık tutum almamıştır, hatta Almanya ve Hollanda örneklerinde olduğu gibi açıkça destek vermişlerdir. Ayrıca, AB’nın, ABD planlarına açıktan karşı çıkmadığı da dünyanın bugünkü hâlinde bilinen bir durumdur.
Ama yine de “evet” çıkartılmasını, bunlarla açıklamak eksik olur. Şimdiye kadar, ilkin Erdoğan’ın kendini kurtarma isteğini, ABD ve AB’nin, kontrollü desteğini gördük. Yine de “evet” sürecini bunlarla sınırlı tutamayız.
Egemen sınıf için, sistemin çözülmekte olduğu açıktır. Egemen sınıf, burjuvazi, tekeller, eski sistemin çözüldüğünü görüyor. Ve bu durumda, bir çıkış yolu olarak Erdoğan eli ile büyük bir “temizlik” hareketine girişip, sonra Erdoğan’ı alaşağı etme planları yapmaktadır. Görünen budur. Bu durumda, egemen sınıf için, kısa vadeli düşünmek dışında yol kalmamış demektir. Kısa vadeli düşünmek; a- sınıf mücadelesini acımasızca bastırmak, b- Kürt hareketini acımasızca bastırmak, c- Ortadoğu’dan kısa vadeli kaynaklar aktarmak ve bu yolla büyümek, d- kârlılıklarını yüksek tutarak dünya çapındaki krizden az etkilenerek çıkmak, demektir. Bu duruma, Çobanlık sistemi uygundur. Sorun olmaz. Ya sonra? Öyle görünüyor ki, egemen sınıf, dünya çapında süren savaş içinde, sonrasını düşünemez hâldedir. Bu süre içinde Saray Rejimi, burjuva hukukunu ayaklar altına alırken, acaba, kendileri de sağ kalabilecek midir? Bir örnek var: TÜSİAD, tarihinde ilk kez, Erdoğan’la ters düştüğü için bir başkanını feda etmiştir. Referandum’da, Yaşar Holding, “kurumsal” anlamda bir rezilliğe imza atmıştır. TC devletinin en üst katlarının hile ile imza attıkları “kurumsal” evet rezilliği ile Yaşar Holding’in “kurumsal” rezilliği birbirine ne kadar benzemektedir. Sandıktan hayır çıktı diye bir kulübe desteğini kesmiş, gelişen boykot üzerine bu kez özür dilemiştir. İşte size burjuva egemenlerin, kısa ve uzun vadeli çıkarları arasındaki çatışma.
Kemal Derviş geldiğinde, hem ABD-AB’nin Ortadoğu politikaları yeni bir devlet yapılanmasını gerektiriyordu, hem de 2001 krizi ile burjuva egemenler yeni bir yapılanmaya ihtiyaç duyuyordu. Adına “demokrasi” dediler ama gerçekte, kanun hükmünde kararnamelerle, işçi sınıfını tamamen ezmek, taşeronlaşmanın yolunu açmak saldırılarını başlattılar. O dönem, AK Parti, Derviş’in programını uygulamaya koydu ve tüm egemenler bu program konusunda hemfikir idi. Bu, gerçekte bir katıksız diktatörlüğe yönelmek iken, görünürde “liberal” özgürlükler “genişletilmekte” idi. Mesela işçi sınıfına, sendikalara, Kürt hareketine karşı azgın saldırılar artarken, turizm özgürlüğü, ordunun yerine sivilleşme eğilimleri, dinî “özgürlüklere” alan açılması gibi uygulamalar, liberallerin övgülerini alıyordu. AK Parti’ye verilen liberal destek, liberal aydınların yanılgısının ürünü değil idi. Çoğunlukla, uluslararası sermayenin istekleri ve ülkemizdeki tekellerin çıkarlarına uygun olarak bir yeni yapılanma sürecinin başlatılmış olması idi. O günlerin kanun hükmünde kararnamelerine karşı çıkılmamasının nedeni budur.
Şimdi ise, egemen sınıflar için durum daha farklıdır. Hem ABD-AB, 2001’deki gibi liberallere güven verecek bir plana sahip değildir, hem de içeirde egemen sınıf, bütünlüklü bir plana sahip değildir. İşte Erdoğan, bu durumu kullanmaktadır.
Eğer Erdoğan’ın Saray Rejiminde “Bonapartizm”i çağrıştıran bir şey varsa, o tam da bu özgün durum nedeni iledir. Yoksa daha derin bir benzerlik yoktur. 2002’de Erdoğan ve AK Parti, sistemin yeniden yapılanması ve BOP eşbaşkanlığı içinde yol almaktaydı ve egemen sınıf, gerçekte o gün de var olan tüm “otoriterleşme” politikalarının arkasında idi. Ama bugün, egemen sınıf, bir bütüncül politikaya sahip değildir.
TC devleti, tüm kodları ile, genlerine işlemiş, soğuk savaş dönemi politikaları ile yönetilmektedir. O kadar ki, anti-komünizm, hâlâ en önemli unsurdur, halklara düşmanlık ve halkları kendine iç düşman görmek hâlâ en önemli unsurdur. Bu iki unsur, Erdoğan çevresindeki eski “solcu” liberal başdanışmanların ana hareket noktasıdır.
TC devletinin bu özgün durumunu anlamak için, Kürt devrimini hesaba katmak gerekir. ABD’nin Ortadoğu politikalarındaki başarısızlık, Kürt devriminin aldığı yol ve ısrarala milliyetçi bir çizgiden uzak durması, Ortadoğu’da mezhepçi İslamcı politikaların tutmaması, eski TC elitlerinin Erdoğan’ın arkasına destek hâline gelmesini koşullamaktadır. Ergenekoncular, Perinçek’in açıklamalarında da açıkça görüldüğü gibi, Erdoğan’ı “milli” çıkış olarak görmektedirler. TC devletinin “ulusal” refleksi, anti-komünizm ve halkların inkârı üzerine kuruludur. O nedenle, TC devletinin elitlerine “Kürt” ve “komünist” dediniz mi, onlara karşı allah allah nidaları ile saldırmalarını garantiye aldınız demektir. Erdoğan’ın bu denli hukuksuzca, bu denli pervasızca davranmasının temelinde, bu gerçeklik yatmaktadır. Hepsi, buna razıdır. Yeter ki Kürtleri yok etsinler, yeter ki komünistleri yok etsinler, Gezi’yi ezsinler.
İşte bu hileli, bu hukuksuz, bu onursuz “evet” zaferinin ardında bu gerçekler yatmaktadır. Bu durum, sadece Erdoğan’ın otoriterleşmesi değildir. Bu, sistemin var olan otoriterleşmesinin tüm yönleri ile açığa çıkması, gizlenemez hâle gelmesidir.
Bu artık, Saray Rejimi’dir.
Saray Rejimi, tam bir hukuksuzluktur. Bu acaba, burjuva egemenler için, kendilerini daha rahat, daha “egemen” vb. hissedebilecekleri bir durum mudur? Devlet olanaklarından faydalanma arzusu, Ortadoğu’daki yasadışı ticaretten pay alma hevesi, kârlarını kısa vadede katlama isteğinin dayanılmazlığı, dünya çapında süren paylaşım savaşımının içinde iştahlarının kabarması, tekelleri, Erdoğan’ın arkasında sıraya sokmuştur. Ama yine de anlı-şanlı tekellerin, Koç’ların, Sabancı’ların vb. inşaat mafyası-çetesi diyeceğimiz yeni “zenginler” karşısında çok da “muteber” bir yere sahip olabilecekleri tartışma konusudur. Erdoğan, inşaat-eğitim-turizm. vb üzerinden, “yeni halifeliğe” önemli kaynaklar bulmaktadır. Doğrusu bu kaynaklar, İslam halifelerinin devlet adına topladıkları vergilerden çok fazladır ve sadece “paralel devlet”e aittir. Bu nedenle, Erdoğan’ın arkasında, “yeni zenginler”, bir çete olarak vardırlar. Burjuva çeteler, kelimenin sınıf anlamında da hayat bulmaktadır. Sadece devlete bağlı çeteler değil, inşaat mafyası gibi çeteler de devrededir. Devlet olanakları ve zenginleşme arasındaki bağları, Koç’ların, Sabancı’ların bizden daha detaylı bildiği de sır olmasa gerek.
Öyle ise, sistem, hep birlikte, bir çözümsüzlük sürecine doğru adım atmaktadır. Erdoğan, tüm bu ortamdan yararlanarak, kendi Çobanlık sistemini kurmaya yönelmiştir.
Elbette bu arada, Erdoğan’a, “İslam” adına görev biçenler de vardır. Gerçekte, İslam’a büyük darbeler indirmek için, Erdoğan’dan daha büyük bir olanak elde etmek zordur. IŞİD, bu sürecin bir parçasıdır. İnşaat mafyasının üzerinden bir “halifelik vergisi” uygulaması devreye konarak, belki fetvalar verecek hocalar bulmak, belki mafya tarzı bir sokak gücü elde etmek, belki Sadat gibi kontr-gerilla organizasyonları kurmak vb. mümkündür. Ama buradan bir halifelik çıkartmak umudu, ancak “çaresiz”lik içinde gelişen körlüktür. Tüm bu süreç, gerçekte, paylaşım savaşımının odak noktalarından birisi olan Ortadoğu’da, dini paylaşım savaşımının bir aleti olarak kullanmak isteyenlere altın tepside olanaklar sunmaktan başka bir şeye hizmet etmez.
Öyle ise, Çobanlık sistemi, referandum ve buradan hayır oylarının fazla olmasına rağmen “evet” çıkartılması, sadece Erdoğan’ın ihtiraslarının bir ürünü değildir. Tümü, hep birlikte bu sürecin arkasından itmektedir. Ve, her birinin farklı planı vardır. Sadece bir yere kadar birliktedirler.
Saray Rejimi, gerçek anlamı ile tükeniştir, çöküştür. Bu nedenle bu kadar “ayıplı” bir zafere sarılmaktadırlar.

SARAY REJİMİ
İşte “karanlıklar nasıl, güneş altında kaçarsa deliğe”, koşuyor hepsi birden bu seferberliğe. Erdoğan, tüm bu dengelerin arasında, sadece ve sadece cebini ve kendini düşünebildiği için, yoktan “zafer”ler çıkartabilmektedir.
Saray Rejimi böyle kurulmaktadır.
Saray Rejimi, hukuksuzluk demektir. Burjuva anlamda hukukun ayaklar altına alınması demektir. Adaletten söz etmiyoruz. Tüm burjuva devletler adaletsizdir. Erdoğan’dan öncesi de adaletsizdir. Ama Erdoğan ile birlikte oluşan, 15 Temmuz darbesi ile allahın lütfunu da alarak şahlanan, şimdi tam anlamı ile şekil bulmakta olan Saray Rejimi, tam bir hukuksuzluktur.
Burjuva hukuk, seçimlerde kullanılacak oy pusulalarının önceden mühürlenmiş olmasını şart koyar. Bu aslında, hileye karşı alınmış, üstelik çok zayıf bir önlemdir. Ama, Erdoğan ve ekibi, bu sıradan, son derece açık kuralı ayaklar altına almaktan çekinmemektedir.
Sadece bu mu?
Elbette değil.
OHAL koşullarında “anayasa” referandumu yapmak, ülkemizde burjuva devletin çürümüşlüğünün en açık kanıtıdır.
Soru şudur: Neden Erdoğan, Saray, tekeller, ABD, hepsi, hepsi, bir referanduma gerek duyuyorlar? Madem en sıradan kuralları ayaklar altına alacaksınız, madem OHAL olmadan seçim yapamayacaksınız, madem “hayır” diyenleri tutuklayacaksınız, madem “evet demek zorunlu” olacak, öyle ise neden referandum yapıyorsunuz? Açıkça, neden, “Erdoğan rüyasında gördü, kendisine ayan oldu ki, evet çıkacak” demiyorsunuz? Böyle dersiniz ve referandum gibi tiyatrolara gerek kalmaz.
Demek ki, Saray Rejimi’nin karakteri budur.
Şimdi, tüm dünya, tüm TC vatandaşları, sandığa giden gitmeyen tüm seçmenler, ister evet, ister hayır oyu versinler tüm seçmenler, sonucun “hayır” çıktığını biliyor. Sizler de biliyorsunuz. Öyle ise, bu tiyatrodan nasıl kazançlı çıktınız?
İşte Saray Rejimi budur.
Saray Rejimi, sadece işçi ve emekçilere karşı baskı ve katliamlar organize edilmesi demek değildir.
Saray Rejimi, aynı zamanda hile ve yalandır.
Saray Rejimi, işçi ve emekçilere, halklara karşı sistematik düşmanlık demektir. Sadece referandum süreci değil, ama özellikle referandum süreci de bunu göstermektedir. Soğuk savaş döneminden kalan, halkları düşman görme, halklara imha ve inkârı dayatma, işçi ve emekçileri düşman görme, anti-komünizmi besmele hâline getirme davranışı, Saray Rejimi’nin ana direkleridir. Referandum sürecinde, öncesinde, Kürt halkına karşı yürütülen katliam politikası, bunun en açık kanıtıdır.
Saray Rejimi, muhalif duruşu, hiçbir biçimde kabul etmemektedir. Saray Rejimi, Erdoğan’ın ağzından çıkan sözlerin yasa hâline getirildiği, ertesi gün bu yasaların başka sözlerle yerle bir edildiği bir rejimdir. Saray rejimi, bu duruma uygun “uzmanlar ordusu” beslemektedir. Adının önünde profesör vb. ekler olan onlarca, yüzlerce besleme-uzman, her gün Erdoğan’ın söylediği şeyleri yorumlamak, uygun bir biçimde açıklamak, aktarmak ile görevlidir. Erdoğan ertesi gün farklı bir şey söylerse, bu durumda, en son söylediği geçerlidir ve ona göre iş yapmaktadırlar. Saray Rejimi’nin “yeni zenginleri” müteahhitlerden oluşmaktadır. Saray Rejimi’nin yeni uleması da, bu besleme-uzmanlardan oluşmaktadır.
Saray Rejimi, tüm gücün kontrol altına alınması için, sürekli düşman yaratma politikasını devreye sokmak demektir. Her dönüm noktasında, bir öcü yaratılarak, herkes sindirilmeye çalışılmaktadır. Saray Rejimi, “sinmemiş” insanları sevmez.
Saray Rejimi, karanlıktan beslenir. Bu nedenle, aydınlığı sevmez. Bu nedenle basını tam olarak kontrol altına alır ve basın, AK Partili Saray Rejimi’nin elinde bir karanlık üretme makinasıdır.

SARAY REJİMİ ve DİN
Erdoğan’ı bu kesmez.
Derler ki, günahları fazla olanlar, onları affettirmek için, Allah’a daha fazla dua ederler, beş vakit namazlarına 5 daha katarlar. İşi abartırlar.
Kuraldır, dini bu denli abartıp, gösteriye dönüştürenler, gerçekte, “dindar” imajını vermeye çalışan üçkâğıtçılardır. Mutlaka bir şeyleri gizlemek istediklerinden, bu yola başvururlar.
Öyle ya, din, gerçekte, kişi ile yaratan arasında, mümkün olduğunca gözlerden uzak, insanın kendisine ait bir şeydir.
Oysa günümüz İslamı, tümü ile demesek de neredeyse tümü ile, “ibadet” gösterisinin sergilendiği bir alana sahiptir. Suudi prenslerinin yaşam biçimi, dünyada herkesçe biliniyordur. Ne mütevazilikleri vardır, ne herhangi bir “kontrol”leri. Kibir, gösteriş ve sınır tanımaz isteklerini arsızca gerçekleştirmek, onları en iyi tanımlayacak şeylerdir.
Suudi prenslerinin bu yaşamı biliniyor. Ama bu sadece Suudi prenslerine ait değil. İslam dünyasında bu gösteriş, bu mala tapınma, bu arsızca sınırsız isteklere bağlılık her yerde geçerlidir.
Suudi gurbetinde, Viagra’dan ölenlere tören yaparak, onlara kutsiyet yükleyerek zaten bu denileni en açık biçimde ikrar etmiş olurlar.
Bu aslında bir çürümedir.
17-25 Aralık olayları patlak verdiğinde, Hayrettin Karaman’ın, geçmişinden elde ettiği saygınlığı kullanarak, birkaç dolar karşılığında yayınladığı “fetva”lar, bu çürümenin en açık kanıtıdır. Karaman hoca efendi, tereddütlerini gidermek için ne kadar dolar aldığını, başındaki yeşil sarık ile yeşil dolarlar arasında nasıl git-gel yaşadığını bilemeyiz ama, şöyle buyurdu, “Halife de %10 almakta idi.” Yani İslam’da var demiş oldu. Halife, İslam’ın devlet örgütlenmesinde vergiyi böyle toplardı, doğrudur, ama önceden herkes bilirdi. Yoksa alınan rüşvetleri, yakalanınca “vergi” diye mi isimlendirirdi? Biz halifelerden hiçbirinin bunu yapmadığını biliyoruz. Ama Hayrettin Karaman hoca efendi, yeşil sarıklıdır ve “ilim irfan sahibidir” herhâlde. Ondan iyi de bilemeyiz. Çıksın, halifelerin tümü rüşvet alırdı ve oran da %10 idi desin, diyecek bir şeyimiz kalmaz. Hayrettin Karaman hoca efendiye döneceğiz.
IŞİD, İslam adına cihat ilan etmektedir. IŞİD’in cihadı, İslam’ı kirletmektedir. IŞİD’in cihadı, Ortadoğu’da, emperyalist güçlerin ABD emperyalizminin ve Batılı emperyalistlerin varlığına karşı İslamî bir direniş geliştirilmesini önlemek içindir. IŞİD İslami, elbette tüm Ortadoğu’yu ABD adına karıştırmak içindir. Elbette IŞİD, en başta, ABD, İngiltere ve İsrail güçlerinde beslenmiş, büyütülmüştür. IŞİD, emperyalist güçlere, haksızlıklara, sömürüye, talana vb. karşı mücadele etmek için yoktur. Tersine IŞİD, ABD ve emperyalist güçler adına, Ortadoğu’da gelişecek her türlü direnişi yerle bir etmek, halkları kırmak ve birbirine kırdırmak, mezhep savaşlarını beslemek için yaratılmıştır.
Şimdi, IŞİD’in İslam inancına zarar verdiğini söylemek için, İslam konusunda Hayrettin Karaman kadar ilim irfan sahibi olmaya gerek var mı?
Kendini peygamberin hayatından kesitlerle örnekleyerek ifade etmeye çalışan Erdoğan’ı, Çobanlık sistemi kesmez. 15 Temmuz gecesinden kendisinin nasıl kurtulduğunu, bizzat kendi ağzından, peygamberin Hira mağarasındaki saklanmasına, örümceklerin mağaranın girişini ağları ile örmelerine benzetmesi, bunun kanıtıdır. Erdoğan’ı artık Çobanlık kesmez. Gözü daha yükseklerdedir. Zaten, bu noktaya kadar, ABD’nin açık, AB’nin kerhen, egemen sınıfların, Ergenekoncu eski devlet elitlerinin ve ordunun çaresizlikten, müteahhit çetesi ve mafya çetelerinin ise menfaaten desteklerini alarak gelebildi. Şimdi, hep birlikte, Müslüman Kardeşlerin, Katar’ın ve Suudi krallığının desteği ile, İran’ın Şia yayılmacılığına karşı, halifelik peşindedir. Bir de halifeliğin en iyi çözüm olduğunu, ABD’li efendilerine kabul ettirebilirse, yolu açıktır diye düşünmektedir.
Erdoğan’ı bu kesmez.
İşte o nedenle, hile ve yalana dayalı bir zaferi, onursuzca kabul etmektedir.
Saray Rejimi, bu hile ve yalanlarını, açığa çıktıklarında, göklerin yüksek katından gelen mesajlarla örtmekte, AK’lamaktadır.
Saray Rejimi, İslam’ın acımasızca kullanılması da demektir.
Tam burada, Hayrettin Karaman’a dönmemiz gerekir.
Referandum sürecinde Karaman, peş peşe yazılar yazdı. Kaybetme korkusundan mıdır, yoksa “kazanmaya” olan acil ihtiyaçtan mı bilinmez, Karaman, dilinin altındakilerin tümünü çıkarttı.
Ülkemiz Sünni İslamı’nın “fakih”lerinden biri olan Karaman, “hayır”cılar ile gayrimüslimlere davranış üzerine son derece “nazik” tehditler savurdu. İslam tarihinde, Müslüman olmayan, Hıristiyan ve Yahudilere nasıl şefkat gösterildi ise, referandumda hayır oyu vereceklere de aynı şekilde muamele edilmesi gerektiğini buyurdu. Dinin, bu denli, siyasal olaylara alet edilmesi, aslında 17-25 Aralık sürecinde de ortaya çıkmıştı.
Ama Karaman’ı bu yazı kesmedi. Hayırcıları, Osmanlı yönetimi altında hoşgörü ile muamele edilen gayrimüslimlere benzetmesi, gerçekte, Osmanlı hayallerinin de ürünüdür. Erdoğan’ın akıl hocası ve başındaki sarığın yeşilinden çok dolardaki yeşile aşık olduğu artık aşikâr olan Karaman’ın bu söyledikleri, bizim Erdoğan’ı “çobanlık” sistemi kesmez, Erdoğan burada durmaz tezimizi doğruluyor. Şimdi hep birlikte, halifelik baskısı gelecektir. Ve bunun müteahhitlerin, İslamcı mafyanın, rızklarını devlet ihalelerine bağlamış olanların, Ortadoğu yağmasından pay almaya hevesli işadamlarının, Gülen ile ihracata açılmakta eksik kalmış olup da şimdi Erdoğan ile hamleler yapmaya çalışanların, camilerde “işyerinde fazla önlem almak allaha şirk koşmaktır” diye hutbe verenlerin işine geleceği de açık. ABD için bu durum, Ortadoğu’da işine gelecekse neden olmasın. Öyle ise saygın fakih Hayrettin Karaman’ın ikinci yazısına geçebiliriz.
Bu yazı din adına daha iddialıdır. Onun için aktaralım; “Bizi hedefe yaklaştıracak olan bir adımı daha ‘evet’ diyerek atmak, ‘farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran her fiil farzdır’ kuralının çerçevesine dahildir.”
Tersinden okursanız, “hayır” oyu vermek, günah veya haram anlamına gelmektedir. Farz, islamda, Allah’ın yapmayı zorunlu koştuğu şeyleri anlatır.
Şimdi, diyelim ki, ülkenin çoğunluğu, mesela %65’i hayır demiş olsun. Bu durumda, bu sayılmaz, sizi gidi günahkârlar sizi diyerek, sandıktan çıkanları hile ile evet hâline getirmek, “günah” olabilir mi?
Olamaz. Çünkü, “farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran” bir eylem olmuş olur. Öyle ise, hile her zaman farzdır. Hele hele bugünkü durumda tamamen farzdır.
Acaba IŞİD’in eylemleri “farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran” fiiller olarak ele alınamaz mı? Bizce alınabilir. Zira sonunda halifelik iddiası var.
İşte burada, dar-ül harp meselesi yeniden devreye girmektedir. Bugün üzerinde yaşadığımız bu topraklarda bir şeriat devleti olmadığına göre, henüz yoktur, öyle ise, bu topraklar bir harp sahasıdır. Dar-ül harpta iseniz, yapacağınız her türlü kötülük de mübahtır.
Ünlü ve saygın fakih Hayrettin Karaman, sıradan bir politik olayda, bir anayasa referandumunda, evet oyu vermeyi allahın emri hâline getirirken, ülkenin yöneticilerinin sandıktan çıkan hayır oylarını yok hükmünde ilan edip, bir zafer bulmaları, sonra bu zaferi yaradana adamaları kadar doğal ne olabilir? Sıradan bir olayda, evet oyu vermeyi dinî bir sorun ve allahın emri çerçevesinde ele alan bir mantığın, IŞİD militanlarının eğitilmesi meselesini doğal karşılaması şaşırtıcı olabilir mi?
Demek ki, Erdoğan’ı bu zafer kesmez. O daha halifelik yolunda nice gazalara yelken açacaktır.
Hayrettin Karaman, İslam adına böyle konuştuğunda, gerçekte İslam adına onu uyaranların çıkması normal olmalıdır. Ama yok.
Erdoğan, Muktedir, Hira mağarası deneyiminden geçmiş kişi, “Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nden şunlar şunlar geçer, şunlar geçemez diyor muyuz? Ya bizde tarafsızlığın daniskası var ya!” diye konuşmuş. Bunları bir çocuk aklı söylemez diye mi düşünüyorsunuz? Peki, ya Hayrettin Karaman’ın farz açıklamasından sonra, Erdoğan’ın söylediklerini yine çocukça diye mi ele alıyorsunuz?
Saray Rejimi, biraz da böyle olacaktır.
Okullar ne zaman tatil edilecek? Saray bilir.
Hangi köprüden kimler geçecek? Saray bilir.
Nereye cami yapılacak, nereden cami kaldırılacak? Saray bilir.
Sabahları kaçta kalkılacak? Saray bilir.
Akşamları hangi içki içilerek yatılacak? Saray bilir.
Kahve falına bakmak günah mıdır? Hayrettin Karaman’a sorulacak.
Kürt sorunu var mıdır? Saray bilir.
Kürt var mıdır? Saray bilir.
Kaç çocuk yapılacak? Saray bilir.
İşte OHAL rejimi de zaten bunun için vardır.
Yeni çobanlık sistemi ile OHAL artık sürekli hâle getirilmiştir. Bundan böyle, meclisin yasa yapıp yapmamasını ancak ve ancak Saray bilir. Saray’dan daha iyi yasa yapabilecek olan var mıdır?
Saray Rejimi, dinin, İslam’ın acımasızca, kurnazca, hayasızca kullanılması demektir.

CHP, MHP SARAY’IN FİGÜRANLARIDIR
Saray Rejimi, en başından bir ABD projesi olarak başlamış olan AK Parti projesinin, biraz farklılıkla devamıdır.
Bu projede, en başından beri, CHP ve MHP, esas kadroda, figüran oyunculardır, hep öyle olmuşlardır. MHP bölümünü artık biliyoruz. MHP, artık bir tabela partisidir ve belki Saray sıkılana kadar, bu tabela korunacaktır. MHP, son 15 yıllık süreçte, tıpkı Erdoğan gibi, dün savunduklarının tam tersini savunmaktan geri durmamıştır. Son, “fiilî durumu anayasal hâle getirme” çıkışı ile, muhtemelen Bahçeli’ye dönük bazı tehditlerle, çobanlık sistemini, Saray Rejimi’ni, herkesten çok savunur pozisyona girmiştir. Bu durum, Bahçeli’nin son kullanım tarihi demektir. Bundan böyle Bahçeli ile işlerinin olmayacağı açık. Zaten, ne MHP diye bir parti kalmıştır, ne de Bahçeli diye bir lideri.
Ama Saray Rejimi’nin CHP’ye olan ihtiyacı, CHP’nin oynayacağı rol hâlâ sürmektedir. Daha seçim sonuçları resmen ilan edilmeden, daha şaibe iddiaları ayyukta iken, CHP’nin eski ve mevcut genel başkanlarının tutumu, tam bir korkaklık, tam bir zavallılık değil ise, açıktan açığa rolleri gereğidir.
Şaibeli seçim diye söze başlayan CHP’nin genel başkanı, birdenbire kameraların ses sisteminin alamayacağı bir tarzda karnından konuşarak, “sokağa çıkma” çağrısı yapmıyor. Erdoğan’ın, “kasetle geldi, CD ile gidecek” tehdidinden midir acaba, Kılıçdaroğlu, halkın en meşru hakkı olan oylarını koruma hakkına dönük olarak “sokak” eylemleri çağrısı yapmıyor. CHP lideri acaba, “bu devlet bizim, sokağa çıkma çağrısı yaparsak, işin boyutu referandumu aşar da devrime doğru bir ilerlemeye mi yol açar, işçiler sokağa mı çıkar” diye mi korkmaktadır?
Ne referandum ama!
Zafer ilan eden Erdoğan’ın yüzü solmuş, neşesi kaçmış, “zafer” derken kendini ele verecek tarzda yenilgisini ifade ediyor. Arkada Damat Berat ve Saray oğlanı Jöleli, Erdoğan’ın gücünün simgesi midir?
Ve aynı zamanda, CHP lideri, “hayır cephesinin sözcüsü” edaları ile, seçim şaibelidir derken, YSK’yı suçluyor ama halka, oylarınıza sahip çıkmak için sokaklara çağrısı yapamıyor. Kendisini en şehvetle Abdülkadir Selvi savunuyor.
Bu kadar da değil.
CHP’nin eski lideri Baykal, daha maç bitmedi, diyor. Kurumuş bir yürek, acınası bir beyinle birlikte olunca, böyle mi oluyor? Baykal, maç bitmedi, 2019’da ikinci yarı var, diyor. Yani Baykal, açıktan seçim sonuçlarını, YSK ilan etmeye korkarken, tanıdığını ilan ediyor. Daha şaibe üzerine iki laf etmeden, hemen 2019’da aday olduğunu ilan ediyor.
Bu tiyatronun en ucuz figüranları kim diye bir yarışma açılsa, Bahçeli, Baykal ve Kılıçdaroğlu arasında karar vermek, jüri için çok zor olacaktır.
Eğer, eski Doğu Avrupa ülkelerinden birinde seçime hile karıştı diye muhalefet lideri halkı sokağa çağırmış olsa, CHP’nin bu, al birini vur ötekine iki lideri, muhtemelen, “demokrasi halk tarafından korunuyor” derdi. Ama, açık hile ile, sandıklara atılan hayır oylarının evete çevrilmesine seyirci kalıp, “devleti koruyoruz” diye numara yapmaya çalışanlar da bunlardır.
Kılıçdaroğlu, biz halka söz verdik, oylarına sahip çıkacağız, diyor, sandıklara sahip çıktık ama YSK bizi aldattı, diyor. Ne ucuzluk, ne çapsızlık, ne karaktersizlik! Öyle ise parti teşkilâtınla YSK’yı bas, kitleleri YSK’nın önüne yığ, parlamentodan çekil, seçimin tekrarını iste, sokaklara çıkanlara destek ver.
Kılıçdaroğlu şöyle diyor; gelecek sefere inşallah. şimdi ana sorunumuz, Saray’ın dediği gibi, halkın bu sonucu “hazmetmesini” sağlamaktır. İşte bu nedenle Kılıçdaroğlu, gazı kaçmış soda gibi fıslıyor, Baykal pişmiş patates gibi maçın ikinci raundunu bekle çağrıları yapıyor.
CHP, eğer, milletvekili dokunulmazlığına destek vermemiş olsa, (ki sadece anayasaya uygun davranmış olurdu), HDP milletvekilleri dışarıda olmuş olsa, Hayır, daha da güçlenecekti. Demek ki, CHP; açıktan AK Parti’ye yardım etmiştir. Kılıçdaroğlu ve Baykal, 15 Temmuz gecesi, bir tank bulup üstüne çıkacaklarına, Yenikapı’ya yolcu olmamış olsalardı, belki biraz daha insan omurgasına benzer omurgaları olabilirdi.
Referandum göstermiştir ki, sandık, artık bu ülkede bitmiştir. CHP, MHP ve AK Parti, birer parti olarak zaten bitmiş idi, bir kere daha bunu gördük. Parlamento, artık işi olmayan, anlamsız, süs hâline gelmiş bir kurumdur.
Saray Rejimi, bunların üzerine yükselmiştir.

“HAYIR” BİR DİRENİŞTİR
İşte tüm bu koşullar altında, hayır bir direniştir. Hayır, insan olmaya devam etme isteğidir, kulluğun reddedilmesidir.
Hayır, boyun eğmemek demektir.
Hayır, İslam’ın, dinin bu denli hunharca kullanılmasına karşı durmak demektir.
Hayır, gazetecilerin hapsedilmesine, herkesin bir günde terörist ilan edilerek “devlet terörünün” egemen ve dinen kutsal kılınmasına, milletvekillerinin hapsedilmesine, insanların iradelerine ipotek konulmasına, gençlerin sokaklarda kurşunlanmasına, çocukların ırzına geçilmesine, kadın cinayetlerine ve cinsel ayrımcılığın her türüne karşı olmak demektir.
Hayır, bir yandan şiddet ve baskılara karşı koymak, diğer yandan “farz” yalanlarına karşı durmak demektir.
Hayır, iş cinayetlerine “fıtrat” yaklaşımı ile açıklama getiren kömür dağıtıcısı, sadaka verici devlete karşı durmak demektir.
Hayır, özelleştirmelere, ülkenin tüm fabrikalarının rant alanı hâline dönüştürülerek yağmalanmasına, taşeronlaştırma ile, işçi ve emekçilerin yaşamlarının çekilmez hâle getirilmesine, ucuz emek cenneti olmaya karşı durmaktır.
Hayır, doğanın yağmalanmasına, inşaat şirketlerinin tüm yaşam alanlarına fütursuzca dalmasına, ihalelerle hayatlarımızın çalınmasına, Katarlı şirketlere ülkenin parsellenerek satılmasına, dur demek isteğidir.
Hayır, paralı eğitime ve eğitimin özelleştirilmesine, çocukların imam hatip veya özel paralı eğitim makası içinde parçalanmasına karşı durmak demektir.
Hayır, sömürünün, talanın, yağmanın her türüne karşı direniş demektir.
Ve tüm baskılara rağmen, devlet terörüne rağmen, meta zoru uygulamalara rağmen, dinî fetvalara rağmen, ekonomik tehditlere rağmen, akıl almaz yalanlara rağmen Hayır kazanmıştır.
Evet demenin bir devlet teşviki, evet demenin bir şike, evet demenin bir parasal kazanç, evet demenin bir farz ilan edildiği koşullarda, evet’in kaybetmesi, sıradan bir olay değildir.
Erdoğan ve danışmanları, şürekası, hileli bir “evet”in üzerinde, yalanın üzerinde, “farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran fiil” açıklamalarını dayanarak yaparak elde ettikleri “zafer”in üzerinde oturmak zorundadırlar.
Hayır, Kürt halkının direnişidir.
Hayır, Gezi Direnişi ruhunun genişleyerek sürmesidir.
Hayır, işçilerin dipten gelen dalgasının habercisidir.
Hayır, bir direniştir.
Gezi Direnişi’nin ikinci aşamasıdır. Gezi Direnişi, ikinci aşamada da kazanmıştır.
Bu “zafer” üzerine kurulu, “anayasal” hâle getirilmiş Saray Rejimi, kimseyi kurtaramayacaktır.
Bahçeli, Saray Rejimi’nin kuklasıdır.
Kılıçdaroğlu’nun artık Erdoğan’ı ve Saray Rejimi’ni kurtarma şansı yoktur.
Referandum, Hayır’ın zaferinin tanınmamasıdır.
TC devleti, Saray Rejimi, açık olarak sandık ve seçim sistemini rafa kaldırmıştır. Parlamento işlevsiz, seçim sandıkları bir tiyatrodur.
Referandum’dan önce, bir anayasa vardı, 12 Eylül hukukuna dayalı bir anayasa vardı. Bu anayasaya, en başta Erdoğan, Cumhurbaşkanı uymamakta idi. Fiilî olarak anayasa uyulmayan bir anayasa idi. Referandumdan sonra, artık bir anayasa da yoktur. Referandumdan geçememiş bir anayasal düzenleme ile anayasa varmış gibi davranmak, Kılıçdaroğlu ve CHP ekibinin tüm yardımlarına rağmen hayat bulamayacaktır.
Artık, direniş, kendi yasalarını yaratacaktır. o