28 Mayıs 2023 seçimlerinin üzerinden, yaklaşık 5 ay geçti. Bu 5 aylık süre içinde, aslında, Saray Rejimi’ndeki belli başlı değişiklikler kendini ortaya koymaya başladı.
Seçim öncesi dönemde tüm ciddiyet ve itibarını kaybetmiş olan TC devleti, seçim sonrası dönemde, “itibar” kaybını geri kazanmak için, içeride ve dışarıda bazı yeni hamleler yapmaktadır. Özetle, içeride Soylu gibi yıpranmış kadroların yerine “inandırıcı” kadrolar getirmeye çalışıyor imajı altında, baskı ve şiddeti daha da artırmaya başladı. Dışarıda ise Fidan ve Kalın ikilisi ile, sessizce ABD tetikçiliği gereği, yeni görevlere hazırlıklara hız verildi.
Bu süreci, birçok açıdan tartışmak gerektiği kanısındayız. Doğrusu, tartışmanın takibini ve varsa tartışmaya katılacak başka devrimcilerin “işini” kolaylaştırmak için, maddeler şeklinde yazmayı daha doğru buluyorum. Bu maddelerin her birine bir başlık bulmak gerektiği kanısında da değilim. Nihayetinde, bu maddelere yenileri pekâlâ eklenebilir.
1
“Tek adam rejimi” ya da “AKP-MHP faşizmi” ya da “patrimonyal sultanlık” ya da “İslamofaşizm” ya da “tek adam diktatörlüğü” gibi isimlendirmelerin tümü üzerinde daha önceden defalarca durduk. Bu tanımlamalar, TC devletinde meydana gelen değişimi anlamak için yapılan adlandırmalardır ve her birinde ortak özellik, durumu doğru ortaya koymamış olmalarıdır. Her birindeki “iyi niyet”ten şüphemiz yok. Her biri, devlet organizasyonunda “olumsuza” gidişi anlatmak istiyor olabilir. Ama tam da bu nedenle, biz devletin “demokrasi” hâlini de bir diktatörlük olarak bildiğimiz gibi, bu adlandırmaları hatalı buluyoruz. Ve bu durum bizi ya da bu adlandırmaların sahiplerini, devleti yanlış anlamadan kaynaklı olarak, gerçek anlamda devletin bir kesiminin, burada CHP’nin kuyruğuna takılmaları ile sonuçlanıyor. Bu nedenle, tekelci polis devleti ve saray rejimi adlandırmalarının doğru anlaşılması, bizim tarafımızdan da ısrarla ve net bir biçimde aktarılması gereklidir.
Diyelim ki devlet tartışması yapacaksak, elbette üç soru birbirini takip edecek şekilde ortaya çıkıyor: İlki, bizim bu yeni adlandırmamız, “ne zamandan beri” ve nasıl bir yapılanmayı anlatıyor. Mesela İslamofaşizm dediniz mi TC devletindeki bu değişimi ne zamandan başlattığınız bir sorudur. Mesela AK Parti iktidarı ile başlatıyorsanız, o hâlde öncesi “demokrasi” midir? Dahası, Türk-İslam sentezi epeyce eski olduğuna göre, bu durumu nasıl açıklarız? Egemen, 12 Eylül ile bir devlet organizasyonuna gitti, bu 12 Eylül de “İslamofaşizm” midir? Bu sadece İslamofaşizm için geçerli değil, lütfen, bunu tüm adlandırmalara uygulayın. Öncesi demokrasi mi? Öyle ya, devlet bir sınıfın diktatörlüğüdür ve dün “demokrasi” ise, bu değişimin nasıl ortaya çıktığına bakıyor olmanız gerekir. Yukarıdaki adlandırmaların hemen tümü, aslında 2015-2016, belki 2018 sonrası dönemi analiz eder gibidir. Bunu net olarak ifade etmeleri gereklidir. Bunun öncesi konusunda da bir şey söylemeleri gerekir.
İkinci soru, TC devletinden söz ediyorsak, yukarıdaki analizlerin tümünün sahipleri, tıpkı bizim gibi AK Parti-Erdoğan sürecini bir ABD projesi olarak adlandırmaktadır. Bu durumda, ABD’nin, neden ve ne amaçla bu yeni organizasyonu yaptığını da ortaya koymanız gerekir. Mesela “tek adam rejimi” diyorsanız, neden ABD’nin bunu istediğini ve nasıl gerçekleştirdiğini de açıklamanız gereklidir. Bu durumda, mesela sizin adlandırdığınız şeklin, dünyanın başka yerinde benzerlerinin nasıl ortaya çıktığını da ele almanız gerekir. Kısacası, neden ve nasıl böylesi bir devlet örgütlenmesi oluşuyor sorusuna yanıt bulmamız gerekir. Egemen ne amaçla bunu yapıyor? Yoksa siz öylesine bir “tek adam diktatörlüğü” tarif edersiniz ki, bir bakmışsınız, düzenin egemenleri, Koçlar, Sabancılar sanki bu sisteme karşı imiş gibi bir tablo yaratırsınız.
Ve üçüncü soru, tüm bu değişimlerin dünya kapitalist sistemindeki karşılığını da ortaya koymanız gereklidir. Yani, dünya kapitalist sisteminde devlet, günümüzde nasıl gelişiyor, dünden bugüne kadarki evrimi neyi gösteriyor? Örnek olsun, Hitler faşizmi yenildiğinde acaba tüm kapitalist dünya çapında “demokrasi”ye mi geçti? Egemenin faşizm ile elde ettiği deneyim buharlaştı mı? İşte bunlara da yanıt vermeniz gerekir.
Biz, tekelci polis devleti analizi yapıyoruz. Bunu, (a) devletin sınıf savaşımına göre şekillendiği, (b) dünya kapitalist sisteminin tekelci aşamasında devlette birçok değişimin meydana geldiği, artık “burjuvazi”yi temsil eden gücün tekeller olduğu temellerine dayanarak yapıyoruz. Ekim Devrimi’nin varlığı aslında bu iki etkeni de özgün tarzda birleştiriyor. Çünkü Ekim Devrimi, hem dünya çapındaki sınıf savaşımı için oldukça önemlidir hem de kapitalizmin emperyalizme dönüşmüş olduğu bir dünyada, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımının tam da ortasında ortaya çıkmıştır.
Ekim Devrimi, bir yandan dünya çapında süren paylaşım savaşımına bir geçici “son” verdi ve diğer yandan dünyanın bir bölümünde işçi sınıfının iktidarını gerçekleştirdi. Bu durum, emperyalist cephenin, zaten tekelci aşamadaki kapitalist devletin yeniden örgütlenmesi çabalarını hızlandırdı. Bunun ilk biçimi olarak faşizm, Almanya ve İtalya’da iktidara geldi. Emperyalist cephe, Hitler’i, doğrudan Sovyetler’i boğmak üzere SSCB’nin üzerine sürdü. Sadece Almanya’nın Fransa’yı işgalini düşünün, gerisini anlamak kolaydır. Fransa’nın Alman işgaline gösterdiği bu “anlayış” abartılı değil midir? ABD, gerçek anlamı ile Hitler’in tüm kadrosunu kendi bağrında bir araya getirmekle rastlantısal bir iş yapmadı. Tekelci kapitalizm çağına, sosyalist devrimlerle sarsılan sistemin sürdürülmesi için, kendine bir yol buldu. Bu bir yandan ABD hegemonyasının tescili demek oldu ama aynı zamanda, devletin, faşizmin tüm dişlilerini içerecek bir “burjuva devlet” (siz buna burjuva demokrasisi derseniz bize uyar çünkü her devlet, egemenleri için bir demokrasi, diğer sınıflar için bir diktatörlüktür) olarak organizasyonunu sağladı. İşte tekelci polis devleti budur. Burada tekelci sözü, devletin sınıfsal karakterini ortaya koymak içindir. “Polis” vurgusu, hukukçuların kullandığı “yasaların çiğnenmesi” anlamında değil, tersine devletin tüm yönleri ile bir iç savaş örgütü olarak kontrol mekanizmalarını örgütlemesi anlamındadır.
Biliyorum, “tekelci polis devleti” konusunda okumak, birçok bizim cephenin aydını için (gerçek anlamda entelektüel olanlar hariç) biraz zahmetli görünüyor. Ama Tekelci Polis Devleti çalışmasını, bu makalelerde, okunmuş olarak kabul edip öyle tartışmamız gereklidir. Okunabileceği de kesindir. Aksi durumda, bu makalede tekelci polis devleti analizi ile ilgili daha kapsamlı açıklamalara yönelmemiz gerekir. Ki bu, konuyu bir hayli güncel durumdan, Saray Rejimi’ndeki değişimden uzaklaştırır.
Böylece çağımız burjuva devletini, tüm kapitalist dünya için, biz, tekelci polis devleti olarak adlandırıyoruz. Bu devlet, her kapitalist ülkede elbette kendi gelişim seyrine uygun özgünlükler taşır. Sömürgelerde de bu tekelci polis devleti ortaya çıkar, gelişmiş emperyalist merkezlerde de.
İşte TC devletinin, 2016’dan başlayarak aldığı yeni şekle, olağanüstü örgütlenmeye biz Saray Rejimi diyoruz. Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesidir.
Saray Rejimi, parlamentonun işlevsizleştirilmesi, yargının tamamen bir baskı aygıtı hâline getirilmesi, basının buna uygun tüm perdeleri indirerek egemenin emrinde bir açık silah olarak kullanılması, siyasal partilerin “parti” olmaktan çıkarak tek parti hâline getirilmesi vb. demektir. Ülkemizde bu olağanüstü örgütlemeyi, Saray Rejimi örgütlenmesini, biz, üç etkene bağlıyoruz; ilki, Batılı beş emperyalist güç (ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya -kendisi doğuda olsa da-) arasında dünyanın yeniden paylaşım savaşımının SSCB çözüldükten sonra öne çıkması (demek önceden de bu paylaşım savaşımı var ama 1990’lardan başlayarak öne çıkmaya başlıyor) ve ülkemizde de bu paylaşım savaşımının yoğunlaşmasıdır. Kendisi NATO üyesi olan bir sömürge ülke olarak Türkiye, siyasal olarak kontrol edildiği ABD’nin mi olacak yoksa ekonomik olarak kontrol edildiği Almanya’nın mı sorusu, bu süreç içinde gündeme gelmiştir. Susurluk’tan bu yana devlet içindeki tüm çatışmaların bu temel üzerinde ortaya çıktığı artık kabul ediliyor olmalıdır. Sadece ABD-Almanya cepheleşmesinden söz ederken, yanlış anlaşılmasın, Fransa, Japonya, İngiltere’yi unutmuş değiliz. Özeti budur o kadar. Yoksa bu güçlerin de bu paylaşım savaşında bizim ülkemizde etkisi vardır ve bunlara bu güçlerden ABD ve İngiltere hattına eklenmek üzere İsrail de eklenmelidir (Çünkü ABD, Türkiye’de aynı zamanda İsrail ile etkilidir ve İsrail’in Türkiye içindeki gücü hafife alınamaz). İkincisi, Kürt devrimidir. Kürt devriminin bölgesel-uluslararası bir karakter kazanması da içindedir. Kürt devrimi TC devletini çözücü bir etkiye sahip idi. Üçüncüsü ise Gezi ile başlayan ve TC devletinin kimyasında değişikliklere yol açan, direniş hareketidir. Bu üç etken, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesinin temelidir. Bu nedenle, Saray Rejimi dediğimizde bunu vurguluyoruz ve asla öncesine “demokrasi” vb. demiyoruz. Tekelci polis devleti de elbette egemen için bir demokrasidir. Ama Saray Rejimi de egemenler için bir demokrasidir. Saray Rejimi, ülkenin AK Parti öncesindeki zenginlerinin, egemenlerinin de çıkarınadır, yeni zenginlerin de.
Diktatörlüğü vurgularken, tek adam rejimi denildiğinde, sanki öncesinde bir demokrasi varmış sonucu çıkmaktadır. Oysa zaten emperyalizme bağımlı bir ülkede, bir ABD projesinden söz edenler, zaten buna “tek adam” vb. derken dikkat etmek zorundadır. Samimi mi değiller yoksa devlet konusunda kafaları mı karışık, bu sonucu değiştirmez. Hangi nedenden gelirse gelsin, devletin yanlış analizi, ona karşı mücadele eden işçi ve emekçilerin ellerini kollarını bağlar. Seçimler buna sadece bir örnektir. Faşizm analizleri ise, devleti yanlış tanıma risklerini aynı biçimde içermektedir. AKP-MHP faşizmi, CHP ve diğer burjuva partileri “aklar” nitelik almaktadır. “İslamofaşizm” ise, aslında işi komikleştirmekte, kafa karıştırmaktan öteye bir anlam taşımamaktadır. Hatta bu karikatürize etme, sonuçta, bugün ABD’nin hedeflerinden biri olan İran konusunda amacı aşan analizlere de yol açar. Sanki İran bir kapitalist ülke değilmiş gibi düşünmeye neden olur.
Olağanüstü örgütlenmiş bir TC devleti, iki şeyi öne çıkartmaktadır; biri milliyetçilik ve bu Türkçülük şeklindedir, ikincisi ise dindir. İslamî çetelerin ABD emrinde hareket ettiği gerçeği, Yeşil Kuşak Projesi’nden beri biliniyor. Yani TC devletinin ideolojisinde, ne Türkçülük ne de İslamcılık yeni değildir. Bu konuda 12 Eylül zaten önemli bir adımdır da. Suriye savaşı, bu İslamî çeteler ile TC devleti arasında köklü ilişkilerin ortaya çıkmasına da olanak sağlamıştır. ABD adına tetikçilik yapan TC devletinin İslamî ve İslamcı çeteleri kullanması, normal bir İslam’la ilişkisinin çok ötesinde bir anlam taşır. İran’ı bir kapitalist ülkeden çok bir “İslamcı” ülke olarak ele almak, aynı nedenle tek yönlü bir bakıştır.
Dünya kapitalist sistemi içinde “demokrasi”, en az yüz yıldır bizim kabul etmemizi istedikleri tarzda bir “demokrasi”, zaten yoktur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında “demokrasi”, ABD emperyalizminin başında olduğu uluslararası kapitalist sistemin karşı-devrim saldırılarının bir maskesidir. “Demokrasi” ile yönetilen ülkeler, mesela Kanada mıdır? Parlamentosunda Nazi suçlularını ayakta alkışlayan bir ülkenin demokrasisinden mi söz ediyorsunuz? Yoksa CIA’nın varlığını unutup ABD demokrasisinden mi söz ediyorsunuz? İngiltere, Fransa ve Almanya’nın demokrasisinden mi söz ediyorsunuz? Bu ülkelerin uluslararası suçları saymakla bitmez. Bu ülkelerin iç savaşa göre örgütlenmiş gizli gladio örgütlenmeleri, övgüye değer demokrasilerinin bir parçası mıdır? Batı eksenli bir bakışla, emperyalist ülkeleri, dünyanın her yanını kana bulamalarına rağmen “olumlu” bir demokrasi örneği olarak görmek elbette ki hatadır.
SSCB çözüldükten sonra, hele hele 2008 ekonomik krizinden bu yana, dünya kapitalist sisteminin tek tek yöneticilerine bakın, hangisi bir faşistten daha temizdir? Hitler, bunların yanında “çocuk” kalmaz mı? Hitler, bunların, deyim uygun düşerse, embriyonu olabilir. Aynı biçimde baskı ve şiddet mekanizmalarına da böyle bakmak gerekir. Günümüz dünyasında, İkinci Dünya Savaşı’nda yenilen faşizm, günümüz devletlerinin “demokrasi”lerince içerilmiştir.
Dünya kapitalist sistemi, SSCB var iken, komünizm korkusu ile, içeride devlet örgütlenmelerini “demokrasi” şalı ile örtüyorlardı. Bu örtü artık ortadan kalkmıştır. İngiltere’nin, Almanya’nın, Fransa’nın, ABD’nin, Kanada’nın vb. Neonazi örgütlenmelere verdiği desteğin arkasında ne var? Modern burjuva devlet, tekelci polis devletidir ve tekelci polis devleti, tekeller çağının faşizm sonrası devletidir. Buna “demokrasi” denmesinde bir zarar yoktur. Tekellerin demokrasisi. Ama bu durumda bize, evrensel bir “demokrasi”den ve onun sahibi Batı’dan ve Batı değerlerinin güzelliklerinden söz etmemeniz gerekir. Sömürgeci bir devletin, demokrasi diye bir devlet çarkı, bize, işçi ve emekçilere, övgü ile örnek gösterilmektedir. Bu da ancak, sömürgelerdeki “solculara” kabul ettirilebilir bir sunumdur. Kendine güvenini kaybetmiş bir sömürge kişilik, “beyaz adam”ın egemenliğini demokrasi olarak kabul edebilir.
2
Bu konuyu daha uzun ele almaya gerek yoktur. Daha doğrusu, biz, Kaldıraç Hareketi olarak bu konuda yeterli metin ortaya koymuş bulunuyoruz. Dünya devrimci hareketine organik olarak bağlı birçok entelektüel, bu gerçeği ifade edecek oldukça çaplı eserler ortaya koymuştur.
Buradan Türkiye’ye dönebiliriz.
Seçim öncesinde, solun tam olarak sağa yatması, solu bir anlamda alan olarak boşaltması, tam da bu devleti yanlış anlama temeli üzerinde gerçekleşmiştir.
CHP’yi Saray Rejimi’nin bir parçası olarak görmemek ya da CHP’yi gerici bir parti olarak görmemek, bu körlüğün ürünüdür. CHP saflarında yer alan birçok genç, elbette sol eğilimlidir. Tıpkı AK Parti’ye oy veren işçilerin hâlâ işçi olması gibi. Bir burjuva partinin işçi ve emekçilerden oy alması, aslında solun, devrimci hareketin güçsüzlüğünün ürünüdür. Bunun gibi, gençlerin CHP’yi sol olarak ele almasının bir yanılgı olması gibi. CHP gerici bir partidir, devletçidir ve bu sadece bugüne ait değildir. Bugün, tek devlet partisi vardır ve buna da artık parti denemez. Devlet partisinin kendini farklı tabelalarla ifade etmesi, durumu değiştirmez. Hemen hepsi birer çete örgütlenmesidir, hepsi aynı merkezden yönetilmektedir.
Seçim sürecinde, devlet ikili bir oyun oynamıştır. Saray Rejimi, bir olağanüstü devlet örgütlenmesi olduğu hâlde, durumu toparlamak ve çözülüşü durdurmak konusunda başarısızdır. Bu nedenle yeni süreçte, durumu toparlamak için, bir yandan baskı ve şiddeti artırırken, içeride ve dışarıda savaş politikalarını sürdürürken, diğer yandan gelişen tepkiyi kontrolleri altına almak için CHP’yi kullanmışlardır. CHP’nin başarısından çok, solun direniş ve devrime olan güvensizliği nedeni ile, sonuç da almışlardır. Kitlelerin tepkisi, kitlelerin devlet çarkını çıplak bir makina olarak her yönü ile tanımaya başlaması, çok büyük değerdedir. Ama devrim her zaman devrimci öncüler gerektirir. Bu nedenle devlet, solu kendi denetimi altına almak için hareket etmiştir. Bir oy bize bir oy Kılıçdaroğlu’na, sanıldığı kadar masum ve o anlık bir slogan değildir. Bu tutum, kitlelerde biriken öfkenin devrimci kanallara akmasını önlemek işini görmüştür. Böylece kitlelerde bir çıkış yolu yok hissi uyandırılmıştır.
Sonuçları açısından bakıldığında, sol hızla sağa kayarken, düzenle birleşirken, kitlelerde var olan direniş ve mücadele eğilimi durdurulamamıştır.
Kılıçdaroğlu’nun kendini zafer kazanmış hissetmesi, bir açıdan doğrudur. Çünkü efendilerinin ona verdiği görev, bu son yıllarda, Erdoğan’a verilen görevden daha ağırdır. Bu nedenle, seçimin “Erdoğan kazandı” ile sonuçlanmasında, Kılıçdaroğlu ve CHP’nin katkısı, AK Parti’den ve diğer herkesten fazladır. Öyle ise Kılıçdaroğlu’nun bir kutlama yapması kadar doğal ne olabilir? MHP liderinin, CHP kurultayı için, “sınıf arkadaşımı üzmeyin” demesi, her açıdan yerindedir.
Kısacası her şey açıktır.
Ama görmek istemeyen gözden daha kör bir göz olabilir mi?
Şimdi, solun, özellikle de tabanının, sol içindeki samimi ve dürüst kadroların bir kere daha düşünmesi gereklidir. Burada yapılan hata, basit ve sıradan bir hata değildir. Bu tutumun değil devrimci olmakla, solcu olmakla dahi bir alakası yoktur. Nasıl ki bir solcu, bir Marksist, ırkçılığı, ne ad altında olursa olsun savunamaz ise, bu durumda da öyledir, bir solcu, direniş hareketine karşı Kılıçdaroğlu alternatifini propaganda edemez. Eder elbette, bu durumda safı işçi sınıfının safı değildir.
Şimdi seçim bitmiştir. Üzerinden 5 ay geçmiştir. Ve sistem kendini “rehabilite” etmektedir. Buna küçük çaplı bir “restorasyon” denilmesi de mümkündür.
3
Seçim sonrası Saray Rejimi’nde bazı değişiklikler ortaya çıkmaya başlamıştır.
Ekonomik alanda ülke bir uluslararası konsorsiyuma teslim edilmiştir. TC ekonomisi iflas etmiştir. Tıpkı yakın dönemdeki Arjantin gibi. Ama savaşın ortasında bu iflas, uluslararası efendilerin, emperyalist ülkelerin bütünsel olarak işine gelmemektedir. Hem alacaklılar alacaklarını nasıl alacak sorusu da ortadadır?
TC devletinin borçlarını çevirme, yani borcu borçla ödeme olanakları da kalmamıştır. Bu nedenle, var olan ve faiz oranları maksimum %11 olan borçlar, bu konsorsiyum tarafından yönetilmek üzere ele alınmıştır. Ağustos, eylül, ekim aylarındaki borçlar, faiz oranları %25 olan yeni borçlarla doğrudan yani para Türkiye’ye girmeden ödenmektedir. Hazine Bakanı ve MB başkanı, bu konsorsiyumun memurlarıdır. Bunların yanıbaşında birer yabancı “uzman” olduğu da kesindir. Bu görevliler, enflasyon vb. gibi rakamları daha gerçeğe yakın açıklamak zorundadır. Buna bağlı olarak, kredilerle piyasayı canlı tutma süreci sona ermektedir. Ve tıpkı Düyûn-i Umûmiye döneminde, Osmanlı’nın son dönemlerinde olduğu gibi, bazı kamu gelirleri, bu konsorsiyumun emrine verilmiştir. Bu nedenle, vergiler, haraçlar vb. artırılmıştır. Bu anlamda, “zamları biz yapmıyoruz, Allah yapıyor” derlerken, gerçeğin bir parçasını örtülü olarak söylediklerini kabul etmek mümkündür (Bu konuda Hakkı Taşdemir’in yazıları açıklayıcı detaylar içermektedir).
Böylece artan devlet gelirlerinin bir bölümü borçların ödenmesine gitmektedir.
Ekonomik olarak Saray Rejimi’nin savaş bütçesi de oluşturulmaktadır. Savaş bütçesi elbette birçok harcamadan çok daha fazla öne çıkmak zorundadır. Hatta son dönemde NATO tarafından açıkça yönlendirilen savaş sanayiinin geliştirilmesi ülkemiz için de incelenmeye değerdir.
Yeni hükümet, NATO’nun savaş kabinesidir.
Tek adam rejimi diye inleyenler, bu sayede kendilerini başarılı addedebilirler. Ne de olsa Erdoğan’ın etkisi azaltılmıştır. Bazı, kamuya dönük, içeride ve dışarıda açıklamalar dışında Erdoğan’ın rolü azalmıştır. Yeni örgütlenmede, Saray yerine daha etkin kullanılan bir NATO mekanizmasının kurulmuş olması, teorik olarak uygun görünmektedir. Bunu nasıl yaptıklarını şimdilik bilmiyoruz. Ama bu konuda işaretler vardır. Kalın, Fidan ve yeni içişleri bakanları doğrudan başka bir merkeze bağlıdır.
İçeride ve dışarıda savaş politikasına uygun olarak, yeni İçişleri Bakanı, Kılıçdaroğlu ve CHP’nin de “saygın” bulduğu bir kişidir. Tıpkı Kılıçdaroğlu ve CHP’nin Şimşek ve MB başkanını “liyakatli” bulmaları gibi. Alttan alta CHP, devlette bir düzelme sürecinin başladığını söylemektedir. Buna solun bazı kesimlerinin, bazı Batı demokrasisi hayranı “aydın”ların da meylettiğini görmek mümkündür.
Yeni İçişleri Bakanı ile birlikte, baskı ve şiddet daha da artmaya başlamıştır. Cumartesi Annelerine bakın, gerisini konuşmaya gerek yok. Ya da her bir direnişe bakın, işçilere nasıl saldırdıklarına bakın yeter. Yetmedi mi o zaman Gezi Davası’nın sonuçlarına bakın.
Yeni İçişleri Bakanı, bazı çetelere karşı operasyonlar yapmaya başlamıştır. Hepsi göstermeliktir.
AB’nin önceliklerinden biri (ki yeni savaş kabinesi, ABD-AB anlaşması ile, NATO çerçevesinde oluşmuştur), Soylu ile alenen görevlendirilen yeşil pasaportlu savaşçı uygulamalarının sınırlandırılması idi. Soylu’nun görevden alınmasını bu çerçeve içinde okumak gerekir. Bu aynı çerçeve içinde, yeni Bakan, bazı çetelere karşı operasyonlar yapmaya başlamıştır. Bunu alkışlamakta acele edenler, gerçekte, TC devletini tanımayanlardır. Susurluk dâhil, o günden bu yana, birçok devlet içi hesaplaşma yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Bu devlet içi hesaplaşmalar, içeride yeni bir organizasyon için uygun görülüyor olmalıdır. Bu açıdan buna bir çeşit “restorasyon” denilebilir. Aslında “restorasyon” bile fazladır. TC devleti, bu yolla yeni bir nefes alma peşindedir. Ama bunun işe yarama ihtimali son derece düşüktür.
Ekimin ilk günlerinde, “ayakkabı numaralarını biliyoruz”, “hepsini bitirdik” dedikleri Kürt hareketinin İçişleri Bakanlığı girişinde, çok sayıda ölümle sonuçlanan saldırısı, aslında, ne denli yalana sığındıklarının göstergesidir. Cumartesi Annelerini, Boğaziçi öğrencilerini, Suruç katliamını protesto edenleri vb. terörist ilan edenler, Kürt hareketine karşı kimyasal silahları dünyanın gözü önünde kullanmaktadır. Kutsal Batı değerlerinin savunucusu, demokrasi aşkıyla NATO’ya övgü düzenler, gerçekte kimin terörist olduğunu da açıklamalıdırlar.
Demek oluyor ki ne emperyalist güçlerin paylaşım savaşımındaki rolleri ve bunun yarattığı çözülme, ne Kürt devriminin ve ne de direniş hattının yarattığı çözülme sona ermiyor. Evet, her birinde farklı hâller ortaya çıkmaktadır. Ama TC devleti, bu yolla kendine bir nefes borusu yaratamayacaktır.
4
Bu arada, Diyanet İşleri Başkanlığı da dâhil bazı yeni ayarlamaların gündeme geleceğini söylemek ileri bir tahmin olmaz. Külünk ile Erbaş arasındaki mahkemelik hâller aslında bunun habercisidir.
Yeni NATO savaş kabinesi elbette İslam’ı ve milliyetçiliği kullanmaktan vazgeçmeyecektir. Ama bir bütün olarak devletçe desteklenen İslamcı grupların arasındaki savaşa, tıpkı çeteler arasındaki savaşlara olduğu gibi, savaş politikaları çerçevesinde bir sınır konulmak istenmektedir. Yani “kutsal savaş” amacı için bazı çatışmaların sınırlarının çizilmesi söz konusudur. NATO çerçevesinden bakılınca, bu çeteler, bu tarikatlar vb. arasındaki “egemen sınıf içi çatışmalar” belli bir sınır içinde tutulmak istenmektedir.
Kısacası NATO, Aya Sofya’yı cami yapın kabul ama her tarikatın bir kapısını kemirmesine de müsaade edemeyiz, demeye getiriyor; her biriniz vurgunlar vurun, yağmalar yapın, parsalar toplayın ama bizim planlarımızı tehlikeye atacak adımlar da atmayın, demeye getiriyor. Ne de olsa savaş, acil ve “kutsal” bir hâldir.
Bu açıdan, buna tam bir “restorasyon” denemez. Ama bir çeşit düzenlemedir. Savaş planlarına uygun, son derece hızlı ve acil bir hazırlıktır bu.
Bu çerçevede yeni bir milliyetçilik devreye sokulacaktır. Irkçı tutumların yanı sıra, solu da içine alacak, devletçi, Kemalistlerle solu birleştirecek bir milliyetçilik hazırlıkları olduğunu da düşünmek gerekir. Zira savaş zaten bunun için bir iç hazırlık sürecini de beraberinde getirmek zorundadır. Özellikle CHP kongresi sonrası bu hazırlıkların hız kazanacağı varsayılabilir. Bu da, savaş planlarının son derece hızlı yürütülmekte olduğunun kanıtıdır.
CHP, şimdi tüm solu, yeni bir yerel seçim gündemi ile arkasında tutmaya çalışacaktır. “İstanbul’un rantını yedirmem” diyen Kılıçdaroğlu, aslında tıpkı Saray gibi rant peşindedir. CHP belediyeciliği bu açıdan AK Parti belediyeciliğinden zerre kadar ayrılmaz. Bir şehre, şehir yaşamına “rant” diye baktınız mı ve bu bakışı bir suç olarak ilan etmediniz mi gerisi zaten kendiliğinden sizi aynı yere çıkartacaktır.
CHP, solun önüne laiklik meselesini koyacaktır. Solun CHP kuyrukçusu, bir oy bana bir oy ona diye propaganda yapmayı Saray karşıtlığı olarak sanan kesimleri, elbette laiklik meselesini “sarılacak bir yeni sarmaşık” olarak göreceklerdir. Bunun için birkaç İslamî saldırı yeterli olacaktır ki her gün zaten bunlara şahit oluyoruz. Sanki Sivas katliamını yapanlar devlet değil anlayışındaki gibi, şimdi de İslamcı saldırıları devletin dışında bir gücün yaptığına inanarak, var güçleri ile Kemalist laik cumhuriyet savunusu yapacaklardır. Oysa TC devleti, en başından beri asla laik olmamıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı diye bir kurumun var olması, tek başına bunun somut kanıtıdır. Diyanet İşleri Başkanlığının lağvedilmesini savunmaktan bile geri tutum almaktadırlar. Nasıl ki sanki demokrasi vardı da “demokrasiyi kurtarmak için son çıkış” diye bize seçimi anlattılarsa, şimdi de bize “laikliği korumak son çaredir” diyeceklerdir.
5
Bu arada, Bilal Oğlan her fırsatta öne çıkmaktadır. Sadece Suudi Arabistan ziyaretinde öne çıkışı ya da Erdoğan tarafından veliaht olarak takdim edilişi değildir söz konusu olan. Bilal Oğlan, bir yetişkin olduğunu göstermek üzere devreye girmiştir. Kalkıp, eylem yapan öğretmenlere, “sanki bu öğretmenler, öğretmenliği ulvî amaçlar için yapıyorlar” türünden sözler etmektedir. Ona göre, öğretmenler para için çalışmaktadır. Ama Bilal Oğlan, babasının iktidar döneminin öğretmenleri ne hâle getirdiğini unutuyor. Ulvî, içten gelen amaçlar için iş yapmak konusunda kendisini örnek alacak olsalar, zaten ortada ne ahlâkî bir değer kalmış olur ne de ulviyet. Kendisi işlerini vatan ve millet aşkı ile yapmaktadır. Açlıkla, barınma sorunu ile, ücretlerini alamamakla uğraşan öğretmenleri aşağılamak için bulunabilecek en iyi figür Bilal Oğlan olmalıdır. Gölge Milli Eğitim Bakanı olduğunu biliyoruz da, bu durum, daha ileri bir hamle olmalıdır.
Bilal Oğlan, politik bir figür olarak, İmamoğlu’nu eleştirirken, kendi kitlesine “bana bakmayı unutmayın” demektedir.
Bu arada ise TÜRGEV’e milyarlar aktarılmakta, TÜRGEV büyük paralar kazanmaktadır. Dahası, TC devletinin “Varlık Fonu”nun başına Bilal Oğlan ekibi getirilmektedir.
Bu durum, sadece Erdoğan ailesinin ve Saray çevresindekilerin servetlerini koruma işi değildir. Bilal Oğlan yeni bir kendine güvenle hareket etmektedir. Yeni dönemin ahlâk timsali Bilal Oğlan, yeni hamlelerle öne çıkmaya eğilimlidir. Kendisinin tez elden cumhurbaşkanı yardımcısı olması uygundur. Ayrıca, ülkenin daha eğlenceli bir ülke olmasını sağlamasa da, Saray’ın daha eğlenceli bir yer olmasına yardımcı olacağı kesin gibidir.
Nihayetinde bir savaş süreci, iktidarı hızla eskitecektir. Planlanan İran ile savaş ise, bu savaşın yıkıcı etkisi, düşünülenden çok daha fazla olacaktır. CHP’nin Ekmeleddin vakası, İnce vakası, son olarak da Kılıçdaroğlu vakası düşünülürse, Bilal Oğlan’ın şansının daha da açık olduğuna karar vermek zor olmasa gerektir.
6
Tüm bunlar yeni bir anayasa tartışmaları ile birlikte ele alınırsa, Saray Rejimi’nin eksiklerinin giderilerek daha da güçlendirilmesi isteği, bunun gerçekleşmesi ayrı bir konu olsa da, açık olarak kendini göstermektedir. İşte “restorasyon” olarak adlandırılması ne kadar mümkün sorusu bir yana, kastettiğimiz süreç böylece tamamlanmaktadır.
Yeni anayasa, Kılıçdaroğlu’nun şartlı desteğini almışa benzemektedir. Kılıçdaroğlu’nun bu açıdan işi bitmemiş gibidir.
Mesele Saray Rejimi’nin, eksiklerinin giderilerek, “güzelleştirilmesi”dir. Kılıçdaroğlu’nun “her şey ülkemiz için” diyerek buna destek vereceği kesindir. Zaten başkaca yolu da yoktur. “Devlete sordum” diyen bir kişidir kendisi ve devlet derken, kimi kastediyorsa, onların isteğini yapacağı da kesindir. Kendisine Erdoğan tarafından gönderilen danışmanlarla iş yapan birisi olma hâlinin gereği budur. Devlet görevlisi olsanız bile, size göstermelik olarak karşı çıktığınız kişinin gönderdiği danışmanları kabul etmeniz ancak “olağanüstü” hâllerin itirafıdır.
Evet, bu ülkeye bir anayasa gereklidir. Bu anayasa, işçi ve emekçilerin iktidarı, sosyalist devrimin zaferi ile yapılacaktır. Ve başına, dünyanın tüm işçileri birleşiniz, insanın insana kulluğuna son veriniz yazılacaktır.
Saray Rejimi altında bir anayasa tartışmasını kabul etmek, kendine bilim insanı diyen insanların işi olamaz. Bu tartışma, ancak, işçi ve emekçilerin Saray Rejimi’ni devirmesi koşulu ile anlamlıdır.
Bir savaş kabinesi, bir çeşit modern Düyûn-ı Umûmiye altında, Saray Rejimi koşullarında, emperyalist sömürgecilerin egemenliği altında inleyen işçi ve emekçiler için yeni anayasa tartışmaları, ancak devrimci bir iktidarın, sosyalist bir iktidarın hedeflenmesi ile anlamlıdır. Bunun yolu da bellidir, iktidarı alacak olan işçi sınıfı elbette kendi yeni anayasasını yapacaktır.
Bugün ülkemizin gerçek gündemi, savaşa ve sömürüye karşı direniş hattını geliştirmek ve örgütlemektir. Bugün devrimci işçilerin ana görevi, direnişi yönetmek üzere, birleşik emek cephesini örgütlemektir. Bunun yolu direniş hattına sahip çıkmaktan, daha örgütlü ve daha yaygın bir direniş örgütlemekten geçmektedir. Kadınların, gençlerin, işçilerin direnişine gözünü kapatanların, Saray’ın gündemi ile hareket edenlerin halka, işçi ve emekçilere söyleyecek tek sözleri yoktur.
Sınıf mücadelesi gelişmektedir.
Cepheler netleşmektedir.
Devrimci işçiler, kadınlar ve gençler daha sıkı bir biçimde mücadeleye hazır olmak için, daha sağlam örgütlenmeler yaratmak zorundadırlar. İnsan olmanın, insan olarak kalmanın tek yolu, bu mücadelenin bir neferi olmaktır.
Saray Rejimi, sistem gibi çürümüştür ve çürüme her geçen gün daha da derine inmektedir. Bu çürümüş varlığa son vermek, bu topraklardaki burjuva egemenliğe son vermekle mümkündür. İşçi sınıfı bunu yapacak potansiyele sahiptir. Bunun kolay olmayacağını biliyoruz ama başka da yol yoktur. İşçi sınıfı kendi sınıf gücünün bilincine varırsa, işçi ve emekçiler devrimcileşirse başaramayacakları hiçbir şey yoktur.