SSCB çözüldükten, bir anda, beklenmedik bir biçimde Gorbaçov’un sözüm ona durumu düzeltme hamleleri ile, perestroyka sloganları altında dağıldıktan sonra, komünizme karşı birleşmiş emperyalist dünya, Batı dünyası, NATO ve G7 ülkeleri, kendi aralarında dünyanın yeniden paylaşımı dönemini ağır ağır açtılar. Bu, Üçüncü Dünya Savaşı perdesinin açılması da demek idi.
Beş büyük emperyalist güç arasında bir paylaşım savaşımıdır bu. Bunlar, ABD, İngiltere, Japonya, Almanya ve Fransa’dır. Elbette başkaları da var, ama iş büyük ölçüde bu beşlinin arasında süren bir hâl almıştır.
SSCB var olduğu dönemde, tüm soğuk savaş dönemi boyunca, komünizme karşı birlikte hareket eden bu güçler, aynı zamanda, direkt veya dolaylı ABD kontrolünü de kabul etmiş idiler. ABD, burada, sanki, hiyerarşide bir üst pozisyonda idi. Özellikle askerî alanda bunu görmek mümkündür. Ama bu arada, elbette bu emperyalist güçler, kendi sömürgelerini organize etmede “özgür” idiler. Bazı ortaklıklar koşulu ile bu “özgürlük” vardı.
SSCB çözülünce, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya, ayrı ayrı kollardan, ABD kontrolünü kırmaya başladılar. Gladio örgütlenmeleri deşifre edildi, ABD üslerinin kapatılması istendi, dinleme-kulak sistemleri ortalığa saçıldı vb. Böylece, bu güçler, kendilerini daha “özgür” hâle getirmeye çalıştılar.
Aynı anda ABD, dünya imparatorluğunu ve tek kutuplu dünyayı ilan etti. Kissinger’in ağzından, ABD’nin dış politikaya ihtiyacı olmadığını dile getirdiler. Ama uzun sürmedi.
Bir süre sonra, ABD, soğuk savaş döneminde elde ettiği olanaklara dayanarak, “hür dünya” için, yeni bir tehdit ortaya çıkarma işine koyuldu. İslam, radikal İslam bunun için öne çıkarıldı. ABD, bu iş için, çok da emek vermedi, zekâ da gerektiren bir iş değildi. Hazır komünizme karşı yeşil kuşak projesi vardı. Bu projeye biraz şekil verip, biraz copy-paste yaptınız mı, El Kaide gibi bir organizasyona ulaşmanız zor olmazdı. Öyle yaptılar. Müslüman Kardeşler, Gülen hareketi, bugünkü AK Parti, aslında hep bu yeşil kuşak projesi ile ABD’nin İslam’ı denetim altında tutma projesinin devamıdır. İşte SSCB yok olunca, Batı dünyasını, tek kutuplu bir dünya hayali ile ABD şemsiyesi altında birleştirmek için, radikal İslam devreye sokuldu.
Afganistan ve Irak işgalleri, bu süreçte, ABD’nin, paylaşım savaşımını, “ortak” rakipleri olan Almanya, İngiltere, Japonya ve Fransa’ya karşı önde götürme isteğinin bir ürünü idi. ABD, pastadan istediğini alıp, yeteri kadarını vermek üzere bu güçleri kendi şemsiyesi altına çağırdı. Eğer hayır derlerse, savaş gücünü devreye sokmakla tehdit etti. Bu yıllar boyunca kurulan yüzlerce üssün amacı da budur.
Ne ki, ekonomi denlen şey, kendine has bir dayanıklılığa sahiptir. Ve ABD güçlerini sahaya sürerken, Japonya, Almanya ve diğerleri, ekonomik gücünü daha da etkili kullanma ve ABD kontrolünden kurtulma yolunda ilerledi.
Bugün, bu savaşın, bu beşli arasındaki çatışmanın her açıdan kanıtlarını görmek mümkündür.
Libya savaşı, hem ABD’nin Ortadoğu’yu, Büyük Ortadoğu olarak algılamasının sonucudur, hem de Afganistan ve Irak’ta aklı karışan Batılı müttefiklerine bir parmak bal sunma girişimidir. Fransa ve İngiltere, bu sunulan pastanın üzerine atılmakta hiç tereddüt etmediler. Almanya ve Japonya, sürece daha uzak durdu.
Ama Libya “zaferi” de, Batı’nın ABD hegemonyasını tekrar eski tarzda kabul etmesine yetmedi.
Ve sıra Suriye savaşına geldi.
Suriye savaşı, hem İslamî radikalizmin başka türlerinin IŞİD tarzının ortaya çıkması demek idi, hem de görülmemiş bir yıkım makinası olarak ABD gücünün devreye girmesi demek idi. Kısacası ABD, çok ama çok iddialı idi. İngiltere ve İsrail, elbette ABD ile hemen aynı safta yer aldı.
Ama işler istenildiği gibi gitmedi. Suriye, bir direniş sahası olmaya başladı ve Suriye halkları, süreci tersine çevirdi.
ABD-İngiltere ve İsrail önderliğinde, bu yağma ve yıkım savaşına tetikçi olarak destek veren Türkiye, bugün yaşadığı birçok sorunu, bu yolla elde etti. Bugün bu sorunlar Türkiye’nin boyunu aşmış durumdadır.
Suriye savaşı, aslında, Büyük Ortadoğu Projesi’nin hayata geçirilmesi hedefini güdüyordu. Bu nedenle, önce zayıf görülen Suriye halledilecek, sonra sıra İran’a gelecekti.
Bugün durum tersinedir. Suriye direniyor ve savaşın kazananı konumundadır.
Ama, yine İran’ı hedefe koyma konusunda ABD-İngiltere ve İsrail üçlüsü çok ısrarcıdır. Ve Trump, açık olarak İran’ı hedef tahtasını koyduğunu ilan etmiştir. Nükleer anlaşmadan tek taraflı ve uluslararası hukukta az görünür bir tarzda çekilmiştir. Şimdi de, İran’a karşı ilan ettiği ambargoları delecek Batılı tekellere, “ya İran’la iş yapın ya da Amerika ile” diye buyruklar vermektedir.
ABD, bir yandan Rusya ve Çin’e karşı ekonomik bir savaş ilan etmiştir. Bu savaşı, İran’ı da içine alacak şekilde genişletmektedir. Diğer yandan ise, Ortadoğu’da, açık, silâhlı çatışmalar şeklinde bir savaş zaten mevcuttur.
SSCB’nin var olduğu soğuk savaş dönemi de dahil, SSCB’siz dönem de dahil, ABD, sürekli olarak savaş kundakçılığı yapmaktan geri durmamıştır. Elbette ekonomisinin militarist karakteri bunun bir nedenidir. Ama yine de ABD’nin dünya liderliği iddiası, bu kundakçılığın önemli bir kaynağıdır.
Ve Suriye savaşı, ABD’nin dünya liderliği hayallerini gömdüğü savaştır, tarih bunu böyle yazacaktır.
Bu savaşı bu nedenle önemsemek gerekir. Suriye savaşı, hem bölgesel, hem de dünya çapında bir savaştır.
Bu savaşta, TC devleti, ABD emrinde bir tetikçi olarak iş tutmuştur. Kendi komşusuna karşı açık saldırgan ve işgalci bir tutum almıştır. IŞİD gibi karanlık güçleri açıktan desteklemiş, onlara lojistik destek sağlamış, onlarla ticaret yapmış, onlara kol kanat germiştir. Bu, bu yolla, Suriye’yi Afganistan’laştırırken, kendisini de Pakistan’laştırmıştır. Savaş, TC devletini tamamen bir çete devletine dönüştürmüştür.
Bu savaşta ABD tarafının yenilgisi, elbette Türkiye’nin de yenilgisidir. Kuyruğunu Rusya’ya kaptırmış Türkiye, bir yandan Rusya’yı da idare eder pozisyona girmektedir. Ama eline geçen ilk fırsatta, ABD adına yeni tetikçilikler yapmaktan geri durmayacaktır.
ABD, İngiltere ve İsrail üçlüsü, Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi için, İran’a karşı operasyon hazırlığındadır. Bu süreç, tüm Avrupa’ya, İran’a karşı ABD’nin yanında tutum aldırmaya yetmiyor. Tersine AB ülkeleri, başta Almanya, bu savaşı istemediğini açıkça ilan ediyor.
Aslında, 24 Haziran seçimleri öncesinde, muhtemelen son haftasında, AB ve ABD arasında, NATO şemsiyesi altında bir anlaşma gerçekleştiği ve Erdoğan’ın böylece, sandıklar dahi sayılmadan seçildiği anlaşılıyor.
Bu anlaşma, muhtemeldir ki, İran ve Suriye meselesini de içermektedir. İran konusunda muhtemelen ABD, Suriye meselesinde de muhtemelen AB geri adımlar atmıştır. Ama elbette biz bunun detaylarını bilmiyoruz. Anlaşılan o ki, ABD, bugün, kendi adamı Erdoğan seçilmiş olduktan sonra, anlaşmayı bozma eğilimindedir.
Rahip Brunson olayını bir bahane olarak kullanan ABD, acaba Türkiye’yi İran konusunda tetikçi olmaya mı teşvik ediyor? Erdoğan, Brunson olayından, “oların doları varsa bizim de allahımız var” tarzı ile yararlanmayı hedefliyor. Böylece, ekonomik krizi, tümü ile dışardan kaynaklı bir şey hâline getirip, kendini ak-u pak ilan etmek istiyor.
Türkiye, sıkıştıkça, İran’a karşı operasyon yapma yoluna girecek mi? Erdoğan’ın bunu istediğinden şüphe duymaya bile gerek yoktur. Kendisi BOP eş başkanıdır ya da eş başkanı idi. Bunu unutmamak gerekir. ABD politikaları ve onun gerekleri dışında konuşmalar yaptığı söylenebilir, ama ne ABD’ye, ne de İsrail’e karşı tek bir adım atmamış, tersine, hep onların istediğini yapmıştır, yapmaktadır.
Demek ki, İran meselesi gündeme ABD, İngiltere ve İsrail projesi olarak taşınmaktadır. İlk adım olarak, Ürdün, Mısır, BAE ve Suudi Arabistan’dan oluşan bir ittifakı, İran’a karşı operasyon için birleştirmiş durumdadırlar. Suudi Arabistan’ın bölgede, İsrail ile geliştirdiği ilişkiler, oldukça boyutlanmış gibidir. Muhtemeldir ki, Erdoğan bu ilişkiyi kıskanmaktadır. Bu ittifak, gerçekte, İran’a karşı savaş hazırlığının bir adımıdır.
İkinci adım, ambargo ile ekonomik sıkıştırmadır. Bu ekonomik sıkıştırmanın, içeride yaratacağı rahatsızlık, muhtemeldir ki, İran’ı daha çok AB’ye yakınlaştıracaktır. Bu ise, İran’ın bölgesel gücünü kısıtlama konusunda bir adım demektir. İran, içeride ekonomik sorunlarla boğuşurken, dışarıda da çevresi sarılmaktadır.
Üçüncü adım, Türkiye üzerinden planlanıyor gibidir. Türkiye, kendi ekonomik sıkışmışlığını aşmak için, Erdoğan ve Trump oyunları ile, İran’a karşı operasyona ikna edilmek isteniyor. Bu açıktan bir operasyon olabilir mi? Yoksa bu operasyon, daha çok Azerilerin vb. kullanılması ile mi mümkündür? Öyle görünüyor ki, bu konuda pazarlıklar sürmektedir. Türkiye ve Erdoğan, bu konuda ikirciklidir. Erdoğan, ABD politikalarına her zaman yatkın olmuştur. Kuyruğu Rusya’nın elinde ise, başı da ABD’nin elindedir. Bundan şüphe duymamak gerekir. Bu nedenle, Erdoğan’ın İran’a karşı savaştan yana olması, ülke için büyük kayıplar anlamına gelse de, yapılabilirdir.
Suriye savaşı bunun en somut örneğidir.
Türkiye, Suriye savaşı öncesinde, Suriye ile, çok yönlü ilişkilere sahip idi. Birlikte, iki ülke bakanlar kurulları toplanıyordu. Ekonomik anlamda Suriye’de Türkiye mallarına bir talep vardı. Ve ilişkiler, gelişme potansiyeli açısından son derece olumlu bir havada idi. Buna rağmen, akıl sağlığı yerinde olan bir “milli ve yerli” politikacı, ABD emri ile, tüm bu ilişkileri savaşa heba edebilir miydi? İşte etti. Sabah yola çıkacaktı ve öğlen namazını Emevi Camii’nde kılacaktı. Sabah yola çıktılar, onca kan döktüler, IŞİD çetelerini ortalığa saldılar. Kadın çocuk demeden katlettiler. Ağza alınmayacak kadar vahşilikler sergilediler. Ve sonuçta, o camide o namazı kılamadılar. Buna rağmen, Suriye savaşında angajmanları hiçbir zaman bitmedi. Her yeni ABD saldırısında, hevesle ABD’nin saldırılarını alkışladılar.
İran konusunda Türkiye’nin tutumu, sadece daha fazla korku duyduğu için temkinlilikle dolu olur. Ama bu TC devletinin tutumudur, Erdoğan’ın tutumu, ABD ne isterse o olur, tutumudur.
Tüm bu cephenin hazırlıklarına rağmen, tüm bu savaş kundakçılığına rağmen, ABD, İngiltere ve İsrail’in kazanma şansı yüksek değildir. Bu nedenle Türkiye’ye tetikçilik görevi vermek istiyorlar. Mehmetçik başına para önerdiklerinden bir dirhem şüphemiz yoktur. Kore savaşında 23 sent fiyat biçilen Mehmetçiğin, bugün daha ucuza gideceği de açıktır. Tüm bu ekonomik süreçler, ranta alışmış ve özledikleri cenneti bu iktidarla bu dünyada bulmuş olanları ikna etmek için oldukça uygun bir zemin hazırlıyor.
Suriye savaşı, hâlâ önemini korumaktadır.
İdlib’in düşmesi, Suriye ordusu tarafından geri alınması, önemli bir merhale olacağa benzemektedir. Bunun gerçekleşmesi hâlinde, ABD’nin ve diğer tüm yabancı güçlerin Suriye topraklarını terk etme süreci başlayacaktır. Bugün hâlâ, İdlib’deki güçlerin en büyük destekçisi, her açıdan Türkiye’dir. ABD, muhtemelen Türkiye’ye, İdlib ile Suriye ve Rusya’yı meşgul etme görevi vermiş olmalıdır. İdlib, bugün çetelerin yığınak yaptığı bir yer hâline gelmiştir. Ve İdlib’in Suriye ordusunca geri alınması, süreci başka bir noktaya getirecek, Suriye savaşının sonunu gösterecektir.
Demek oluyor ki, İran’a saldırı için, ABD, İngiltere ve İsrail, onların gizli ortağı Saray Rejimi ve Erdoğan’ın çok da aceleleri var. İdlib’in kıştan önce düşmesi ihtimali yüksektir. Bu durumda, İran’a saldırı için, ABD, İngiltere ve İsrail, kısa vadeli bir plan yapıyor olmalıdır. Suriye savaşının sonunda ABD’nin çekilmesi, Kürt sorununun Suriye içinde farklı bir tarzda yol alması vb. bölgede kaosu azaltacak, IŞİD güçlerini etkisiz hâle getirecektir. Bu durum, ABD, İngiltere ve İsrail için, zemini elverişsiz yapacaktır. Bu savaş kundakçıları, bu işgalciler, her zaman karışık, kaos içinde yol alan durumları tercih ederler.
İran savaşı, Suriye savaşının daha da büyüğü olacaktır. Suriye’nin aksine, İran bu savaşı, sadece kendi içinde karşılama eğiliminde olmayacaktır. Sadece İsrail değil, taraf ülkelerin tümü bir saldırı sahası hâline gelebilecektir.
İsrail’in bu saldırıya çok hevesli olduğu açık.
İsrail, hangi araçlarla Türkiye’yi bu saldırı için ikna etmeyi deneyecektir? Bu soru ciddiye alınmalıdır.
Tüm bunlar Ortadoğu’da paylaşım savaşımının çok daha kızışmakta olduğunu göstermektedir.
Suriye savaşı, giderek dünyaya yayılmaktadır.
Ve aynı zamanda Suriye’de direnen halklar, Ezidisi, Kürdü, Süryanisi, Ermenisi, Arabı, Çerkesi vb. bölgede aynı zamanda bir direniş kültürünün gelişmesini de temellemektedir. Bu direniş, elbette anti-emperyalist bir karakter aldığı ölçüde, kökleşecek, yolunu açacaktır.
Önümüzdeki dönemde, biz, aynı zamanda direnişin daha da genişlediğine tanık olacağız.
Tüm bölgeyi bir devrimci hava sarmaktadır. Tüm bölge halklarında, emperyalist güçlerin tümünden kurtulma isteği, kök salmaktadır. Ve tüm bölgede sosyalizmin üzerine daha ciddi düşünme dönemi başlamıştır. o