Suriye savaşı yeni bir evreye girmiştir. Bu savaşın yeni evresi, savaşın bittiği anlamına gelmez. Tersine, daha da büyüyeceği anlamına gelir.
Suriye’de Esad gitmiştir. Şam, HTŞ olarak adlandırılan, içinde 40 civarında İslamî çetenin yer aldığı bir grubun eline geçmiştir.
HTŞ’yi oluşturan grupların, hem her birinin ayrı ayrı istekleri vardır ve olacaktır ama hem de daha da belirleyici bir nokta olarak, her birinin bağlı olduğu “efendileri” ayrı amaçlara, aynı ama ayrı amaçlara sahiptir.
Suriye, sömürgeleştirilecektir. Bu sömürgeleştirme politikasından, sadece Suriye sahasındaki halklar değil, tüm bölgedeki halklar da olumsuz etkilenecektir. Bugün, Esad gitti diye sevinenler, ki üzülmeleri için bir neden yoktur, yarın daha kötü bir süreçle karşı karşıya kalacaktır ve bunda kimsenin şüphesi de yoktur.
Bir yandan, Suriye halkları, yeni egemen olan efendilerin isteklerine uymaya zorlanacaktır. Efendileri, o sahada ne istiyorlarsa, ona uygun bir süreçle karşı karşıya kalacaktır. ABD, İngiltere, İsrail ve Türkiye ya da kısacası NATO, elbette Suriye halkının “özgürleşmesi” için çaba sarf etmiyordu. Esad’ın uygulamaları biliniyor. Ama Batı TV kanallarının Esad’ın işkenceleri konusunda yaptıkları uydurma filmler yalandır ve yalanları da çok kısa ömürlüdür. Biz bu filmi, Irak’ta da gördük, dünyanın başka yerlerinde de. Kısa ömürlü bu filmler, aslında IŞİD ve diğer unsurların, ÖSO ve HTŞ vb. unsurların yaptıkları işkence ve insanlık dışı davranışları aklamak için devreye sokuluyor, sokulacak. Bunlara bakarak, Esad kötülenirken, aslında gizlice, HTŞ ve diğer unsurlar aklanmaktadır. O nedenle, Suriye sahasında şimdi egemen olmaya başlayan güçler, asla halklara özgürlük getirmeyeceklerdir.
Türkiye’nin kime nasıl özgürlük getirdiği biliniyor. En açık kanıtı Kürt halkına karşı katliam politikalarıdır. Ve Batı ne derse desin, biz Türkiye’de yaşayanlar, “demokrasi ve özgürlük” konusunda ne yaptıklarını biliyoruz. Şimdi, Saray Rejimi, tüm özelliklerini, biraz daha da ileri giderek, Suriye sahasına yansıtacaktır. Artık, Türkiye, daha ileri bir işgalci güç olarak sahada olacaktır. Ve doğrusu, Türkiye’yi ABD’nin engelleyeceği abartılıdır. ABD ve Türkiye arasında dün sahadaki Rusya ve İran güçleri nedeniyle oluşan açı farklılıkları ortadan kalkma eğiliminde olacaktır.
İsrail’in, Filistin ve Lübnan’da yaptıklarını biliyoruz. Katliamlara uğramış bir halkın “seçilmiş” liderleri olduğunu söyleyenler, tüm dünyanın gözleri önünde bir soykırım politikasını uygulamaktadır. Katliam görmüş bir halk, devletleri eliyle yeni bir katliam ortaya koymaktadırlar. Bunların, Suriye sahasına bombalamaları, tıpkı “çocukları öldürün, çünkü büyüyünce terörist olacaklar” sözlerindeki gibi anlamlar içermektedir. İsrail, işgale devam etmektedir. Ve İsrail’e karşı HTŞ liderinin açıklamaları, bu sürecin devam edeceğini göstermektedir.
ABD ve İngiltere, yeni düzeni, yeni sömürge örgütlenmesini yapmakla meşguldürler ve bu konuda yapacakları da bellidir. ABD, bir yandan TC ve İsrail’e saldırı emrini vermekte ama diğer yandan da sahadaki her gücü kendi kontrolüne almak istemektedir. Çekiç bir ellerindedir, öbür ellerinde de yemek göstermektedirler. Bu uygulama, Suriye’deki tüm güçlere uygulanacaktır. Türkiye ve İsrail’in denetimi için, herkesin geri adım atması istenecektir. Ve elbette, ABD, gerekli düzenlemeleri yapmakla uğraşacaktır.
Demek özgürlük ve demokrasi dediklerinde anlayacağımız budur. Irak, yakındır. Irak, yakın bir örnek olarak, bu filmin bir başka versiyonunun gösterildiği yerdir. Ve şimdi, daha vahşi, daha sefil hâli ile bir film sahneye konulmak istenecektir. Belli ki Suriye, bağımsız bir ülke olmaktan çıkıp, sömürge hâline gelecektir.
Bu arada ise, ABD ve ortaklarının, İsrail ve Türkiye’nin sahadaki uzantıları kendi içinde ayrışmaya başlayacaktır. Bu durum, belli ki Kürtlere karşı ortaklaşa savaşmalarına neden olacak gibidir. Ama yine de kendileri kendi aralarında yeni çatışmalara girişecektir. Bu bir yağmadır ve Suriye’nin nasıl yağmalanacağı, bir hayli dramatik olacak gibidir.
Yağmacılık konusunda Türkiye ve İsrail daha az istekli değildir. Her ikisi de, bu yağma politikalarına kapı açacaktır, açarlar da.
Türkiye, şimdi, yeni-Osmanlıcılık hevesleri ile, daha ileri gitmenin yollarını arayacaktır. Bunun tüm eğilimleri ortaya çıkmıştır. Erdoğan, açık olarak, Türkiye’nin yüzölçümünü vererek, bunun yeterli olmadığını ifade etmektedir. Bu ise, Saray Rejimi’ni daha da geliştirmek demektir. Doğrusu, ABD’nin, İran ortadan kalkana kadar, bu politikaya destek vereceği de açıktır.
Suriye sahasının bu yeni hâli, İsrail ve Türkiye’nin sınırdaş olması gibi bir durum olarak da ele alınabilir. Evet, henüz biraz abartılıdır ama durum, vekil güçleri hesaba katılırsa aşağı yukarı böyledir.
Dikkat edilirse, İdlib üzerinde bir tartışma hiç yapılmamaktadır. Oysa bu güçlerin ana karargâhı İdlib idi. Bu sahada ne olmuş ise, onun bir benzeri, daha plansız olarak, tüm Suriye sahasına olmaya başlayacaktır. Ve sahada, TC ordusu, TC polisi vb. vardır. TC tarafından işgal edilmiş, 2018’de işgal edilmiş sahalarda, zaten bir “sistem” vardır ve bu sistemin Suriye’nin diğer sahalarına sızması da olanaklıdır.
Şimdi, Suriye’nin paylaşılması süreci başlamıştır. Bu paylaşımın, olur da bir iç direniş gelişirse, paylaşımın önünde durup durmaması bir yana, durdurulmasının tek yolu budur. Bu da şimdilik ufukta görünmemektedir.
Öyle ise Suriye’nin sömürgeleşmesi süreci yaşanmaktadır ve böyle gideceği de açıktır.
Suriye savaşının sona ermediği, ermeyeceği sonucu buradan çıkar. Burada Kürtlerin, eğer olur da ABD ile aralarına mesafe koymayı başarırlarsa, daha bütünlüklü hareket etme kabiliyeti olacağını söylemek mümkün olur.
Demek oluyor ki, Türkiye için savaş büyümüştür.
Demek oluyor ki, İsrail için savaş büyümüştür.
Demek oluyor ki, ABD ve NATO, şimdi Ortadoğu’da yeni bir konum elde etmiştir.
Bu üç tespit doğru ise, Ortadoğu’daki savaşın daha da büyüyeceği açıktır.
Savaşın yeni hedefi İran’dır. İran’a saldırı, Lübnan ve Irak’a da müdahale demektir, öyle olacaktır.
İran hedef hâline gelmiş ise, bu halklar için tam bir kan gölü demek olacaktır. ABD ve NATO’nun bu noktada durması mümkün değildir. Ve elbette ABD, hem İsrail’e hem de Türkiye’ye ihtiyaç duyacaktır. Bunun da kendi içinde bir al-ver süreci olması kadar doğal bir şey yoktur.
Savaşın İran cephesi ise, muhtemelen moralsizdir. Ve bu yeni durumu realize etmesi, buna uygun konumlanması zaman alacaktır.
İşte tam da bu noktada, savaşın, dünya çapında süren savaş ile bağlantısı, önemli hâle gelmektedir. Daha doğrusu, dünya çapındaki savaş ele alınmadan, sadece bu sahaya bakarak bir sonuca ulaşmak mümkün değildir.
Savaşın uluslararası cephesinde ise, bir uçta Çin’e karşı savaş var, diğer uçta Ukrayna üzerinden Rusya’ya karşı daha açık bir savaş var. Bu savaş, zaten tüm açıklığı ile ortaya çıkmaktadır. Sadece uzun menzilli füzelerin Rusya topraklarına karşı ateşlenmesi değildir söz konusu olan. Rus generalin suikastla öldürülmesi örneğinde görüldüğü gibi, savaş çok daha kapsamlıdır. Rusya ve Çin cephesi ise, henüz sessizliğini korumaktadır.
Savaşın ana hedefi, Rusya ve Çin’in sömürge hâline getirilmesidir. Bu, hedef, aslında 2008’de başlayan kapitalist sistemin krizinin aşılmasının yolu olarak görülmektedir. Ve bu yolda ABD, savaş politikalarına daha fazla yüklenecektir.
Kaldıraç’ın 281. sayısında Deniz Adalı, Trump dönemini değerlendirirken, iki şeye vurgu yapmıştır: Birincisi, bu gerçekten yeni Trump dönemi midir, diye sormaktadır. Çünkü Trump’ın resmîleşmemiş olsa da yeni kabinesi, eski yönetimin yani Biden yönetiminin devamı gibidir. Bu ABD tekellerinin bir anlaşmaya vardıklarını gösterir. İkinci vurgusu Trump’ın kurtulduğu suikast gibi bir hamle ile dönemini bitirmek zorunda kalma ihtimalidir. Dolayısıyla, açık olan şudur ki, ABD yönetimi devredilene kadar kalan 1 aylık süre içinde daha şiddetli bir saldırıyı devreye sokarken, yeni yönetimin de Çin’e karşı savaşı geliştirecektir.
Demek oluyor ki Suriye savaşının yeni aşaması, savaşın bittiği anlamında ele alınmamalıdır, tersine daha şiddetleneceği anlamında ele alınmalıdır. Rusya ve Çin, bu sürece henüz bir yanıt vermiş değildir. Doğrusu ne adım atacaklarını da kestirmek, en azından bizim için zordur. Ama sömürge olmayı kabul etmeyecekleri açık olmalıdır.
BRICS cephesinde yaratılan gelişmeler, savaşın bu yeni aşamasında gölgede kalacak gibidir. Ama biliyoruz ki, ABD hegemonyası çözülmektedir ve bu çözülüş devam edecektir.
Avrupa, krizi daha da derin yaşamaya başlayacaktır. Almanya bunun en açık örneğidir. Scholz iktidarının durumu bunu göstermektedir. Ama dahasının yaşanacağı da açıktır.
Demek oluyor ki, 2025 yılı barış için bir gelişme yaşanacak bir yıl olmayacaktır.
Bu şartlar altında Türkiye’nin içinde bulunduğu, ekonomik, siyasal ve toplumsal kriz daha da ağırlaşarak devam edecektir. Evet, Türkiye tekelleri, alışık oldukları yağma ve rant politikaları içinde Suriye sahasına dalmaya çalışacaktır. Ama bu krizi çözmek anlamında bir ekonomik avantaj bile sağlamaktan uzak olacaktır.
Sonuçta krizin derinleşmesi süreci sürecektir. Gelişmeler, bunu, yani krizi hafifletecek gibi değil, tersine derinleştirecek gibidir.
Bu koşullarda, mesele, tüm dikkati bölgedeki halkların ve işçi sınıfının mücadelesine yöneltmektedir.
Bir yandan, her bir parçada, bölgenin her bir ülkesinde, Kafkaslardan Balkanlara, oradan Ortadoğu’ya tüm parçalarda halkların anti-emperyalist mücadelesine bakmak gerekir, diğer yandan ise, bu anti-emperyalist mücadelenin işçi sınıfının devrim ve sosyalizm mücadelesi rotasına dayanmasına dikkat vermek gerekir. Zira işçi sınıfının kapitalist çarkı parçalaması dışında bir anti-emperyalist mücadele sonuna kadar gidemez.
Mesele açıktır:
1- Kapitalist sistem tükenmiştir, bitmiştir, geleceği yoktur. Kapitalist sistemin geleceği, tüm insanlığın, gezegenin yok edilmesi demektir. Bu bir gelecek olarak ele alınamaz.
2- Ama kapitalist sistem, bir müdahale olmadan, kendi kendine yıkılmaz. Onu yıkacak bir güç gereklidir. Bu güç, hayatı üreten, bizzat üreten işçi sınıfıdır. Bu nedenle, işçi sınıfının devrimci hattı olmadan, kurtuluş mümkün değildir.
Savaş, her zaman bir iç savaş demektir.
Bölgedeki her ülkede iç savaş derinleşecektir. Ve işçi sınıfı bu savaşı durduracak tek güçtür. Bu nedenle işçi sınıfının devrim ve sosyalizm hattı, her zamandakinden çok daha önemlidir. Bu sadece Türkiye için geçerli değildir. Bu Suriye için de geçerlidir, Balkanlardaki her ülke için de, Ortadoğu’daki her ülke için de.
İçinde yaşadığımız coğrafyada, Türkiye işçi sınıfı fizikî olarak gelişmiş bir güçtür. Bu güç, henüz örgütlü değildir. Ama bu bugüne aittir. Tarihin hızlı aktığı bugün, yıllar günlere sığmaktadır. Ve bu “güçsüzlük” hâli, bu örgütsüzlük hâli, kalıcı bir durum değildir, sabit değildir. Mesele, bunu kavramaktan geçmektedir.
Savaş, işçi sınıfının karnını doyurması demek değildir. Savaş, işçi ve emekçi çocuklarının, işçi ve emekçilerin egemen adına cepheye sürülmesi demektir. Savaş, kan ve gözyaşı demektir. Egemenler kasalarını doldururken, işçi ve emekçilere açlık, işsizlik, yokluk ve ölüm düşmektedir. Bunu tüm dünya tarihi doğrulamaktadır.
Mesele, devrimci hattı korumaktadır. Bu devrimci hat, Birinci Dünya Savaşı döneminde de ortaya konulmuştur; işçi sınıfının vatanı yoktur, işçi sınıfı kendi egemenleri adına savaşmayı reddetmelidir. İşçi sınıfı, bulunduğu ülkede, bulunduğu coğrafyada kendi egemenine karşı, devrim ve sosyalizm için savaşmalıdır.
Bu savaş bulutları içinde, bu kaos içinde, gelişmekte olan devrimi, alttan alta süren ve artık her gün daha açık hâle gelerek su üstüne çıkan sınıf savaşımına gözü dikmek temel alınması gereken yoldur.
Bölgenin her ülkesinde, ne denli zayıf olursa olsun, savaş bulutları içinde ne denli göze görünmez hâlde bulunursa bulunsun, gelişmekte olan direnişe bakmak gereklidir. Bu direniş, herhangi bir dinî, herhangi bir “ulusal” kimlik temelinde zafere ulaşamaz. Elbette her türlü kimlik önemlidir. İnsanların nasıl ve ne için savaşa başladığı elbette önemlidir. Ama zafere giden yol, emperyalizmin kovulması ise, bu yol kapitalist egemenliğin tüm unsurları ile yok edilmesi demektir. Ve bunun dışında bir çıkış yolu yoktur.
Evet bu zorlu bir yoldur. Hele ki işçi sınıfının bu denli örgütsüz olduğu, güçlerin bu denli dağınık olduğu bugün temel alınırsa, çok zordur. Ama sınırların silikleştiği, halkların iç içe geçme sürecinin arttığı ve kapitalist sistemin tüm dünyada sorgulandığı bugün, devrimci direnişin de olanakları, en azından nesnel olarak artmaktadır.
Bu noktada ülkemizde işçi sınıfının rolü, tüm bölgeyi etkileyecek şekilde artmaktadır. Bu bir nesnelliktir. Mesele, bizim, biz devrimci sosyalistlerin bu durumu, tüm yönleri ile kavraması ve buna uygun politikalar geliştirmesidir.
Politika güç ile yapılır. Öyle ise, bizim açık görevimiz, işçi sınıfını devrimcileştirmek, sosyalizm bayrağı altında örgütlü bir güç hâline gelmesini sağlamaktır. Kitlesel direniş hattı, bu açıdan doğru ve derinlemesine kavranmalıdır. Kimin, hangi gücün, hangi güce karşı nasıl zaferler ilan ettiğini bir yana bırakmalı. Bunlar daha çok değişecek gibidir. Ama işçi sınıfının savaştan, bir ülkenin işgalinden, bir coğrafyanın daha sömürgeleşmesinden bir çıkarı olmaz, olamaz. İşçi sınıfı, tüm halkların kardeşliğini temel alarak, tüm bölgeyi sarsacak bir sosyalist devrime gözünü dikmelidir. Temel olan sınıf savaşımıdır. Bu sınıf savaşımının iki cephesi vardır. Biri, ülkede ve dünyada burjuvazidir ve diğeri ise ülkemizde ve dünyada işçi sınıfıdır. Bizim için zafer, ancak işçi sınıfının kazanımları, işçi sınıfının nihaî zaferi demek olan sosyalizm yolundaki kazanımları, iktidarın alınması, burjuva devletin alaşağı edilmesidir. Burjuva egemenlik, yeryüzünde fazladan ömür sürmektedir. Bu egemenliği yerle bir etmek üzere, dünyanın her köşesinden gelişmekte olan direnişin bir parçası olarak ülkemiz işçi sınıfı, tarih sahnesine bir devrimci güç olarak çıkmalıdır.
Devrimci sosyalistlerin görevi, bunu başarmaktır.