Savaş ve emperyalizm üzerine

Sanırım, biz, Kaldıraç Hareketi olarak, “yeni emperyalist paylaşım savaşımı” konusunu dile getirmeye, 1990’ların sonu ile 2000’li yılların hemen başında başlamıştık. Elbette o dönemler bu, birçok insana çok gerçekçi gelmiyordu. Doğrusu, durum bugünden epeyce farklı idi.

SSCB çözüldükten sonra, 1990’lı yıllarda ABD, “tek kutuplu dünya” ile başlayıp, “dünya imparatorluğu” ile devam eden, dünya çapında egemenliğini ilan etmeye başlamıştı. Başlamıştı ama, başta Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa olmak üzere, anti-komünist politikalar etrafında ABD liderliğinde çalışmaya alışmış olan diğer emperyalist güçler, ABD hegemonyasına en başta ekonomik olarak meydan okumaya başlamışlardı.

Ekonomik alan işin temelidir, ama bir kere hegemonya oluştu mu, bu hegemonya salt ekonomik bir olgu değildir ve içinde ideolojik, kültürel, siyasal ve askerî hegemonya da vardır. Bir kere hegemonya oluştu mu, bunun siyasal ve askerî alandan çözülmesi daha büyük olasılıktır. Zira hegemon güç, olayları ekonomik süreçlerin akışına bırakmaz.

Belki biraz bu hegemonya sürecini özetlemeye ihtiyaç vardır.

1900’lerin başlarında başlayan ABD yükselişi, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından daha da ilerledi, İkinci Dünya Savaşı’nda bugünkü “yeni dünya düzeni” denilen ABD hegemonyası şekillenmiş oldu. Bu hegemonya, Dünya Bankası, IMF gibi kurumlar, doların uluslararası rezerv para olması (Bretton Woods kasabasında alınan kararla, Batı dünyasındaki 46 ülkenin, kendi paralarını dolara, doları ise altına endekslemesi ile başlayan sistem) ve nihayet NATO denilen savaş makinasına dayanmaktaydı. Elbette başka kurumlar da sayılabilir. Ama bu kurumlar oldukça önemlidir ve simgedirler. Demek ki hegemonya, öylesine salt ruhsal bir hâl değildir, maddî bir varlıktır ve birçok cepheden tahkim edilmiştir.

ABD, altın karşılığı olmadan dolar basma işini, Vietnam savaşı boyunca ayyuka çıkarttı ve kendi içlerinde G7 ülkeleri bu sürece çeşitli itirazlarını dile getirdiler. 1971-73 krizi, karşılıksız dolar basma sürecini, Nixon’un ağzından itiraf edilmesine şahitlik etti. Ve ABD, yeni bir hegemonik atakla, petro-dolar sistemini devreye soktu, böylece aslında sıradan kâğıt hâline gelmesi gereken dolar, yeniden güç kazandı. Ortadoğu’daki petrol ticareti, olduğu gibi dolara bağlandı ve dolar cinsinden gelirler ABD bankalarında tutulmaya zorlandı. Sanırım, Katar, tam da bu dönemde, İngiliz sömürgesi olmaktan, ABD denetiminde “bağımsız” bir petrol kuyusuna çevrildi. Ortadoğu’daki bazı ülkeler, “petrol kuyusu” statüsünde ele alınmalıdır.

Demek ki, (1) aslında ABD hegemonyası ekonomik olarak çok daha eskiden çözülmeye başladı. Ve (2) hegemonyanın, verili emperyalist örgütlenme içinde ekonomik olarak çözülmesi, tek başına yeterli değildir. Siyasal olarak da çözülmesi gereklidir.

Hegemonya, komünizme karşı savaş örgütlenmesine dayalı idi. Biz bunu, tıpkı Güney Kore’dekiler gibi yakinen biliriz. Her iki ülke de, komünizme karşı mücadelede, ileri birer karakol olarak organize edilmiştir. Komünizme karşı savaş, ABD’nin diğer emperyalist-kapitalist dünyada hegemonyasını istediği gibi arsızca kullanmasına olanak veren bir araç idi de.

SSCB çözülünce, elbette, tüm emperyalistler kutlamalara giriştiler. Bu konuda ortak duygular içindeydiler. Ama aynı zamanda, ekonomik olarak ABD ekonomisini zorlayan diğer 4 emperyalist güç, ABD kontrolünden kurtulmaya çalışıyordu ve ekonomik savaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Ekonomik savaş, 1990’ların ortasında ve 2000’li yılların başında çok açık olarak ortaya çıkmıştı. Birçok şirket karşılıklı olarak cezalandırılmaktaydı. Elbette bu ekonomik savaş (tekelci rekabet, bu durumda bir savaşa dönüşür), salt ekonomik alanda kalamazdı. Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa, ABD kontrolünden kurtulmak için, bazı askerî üsleri bile kapatmaya başlamıştı. Almanya’daki üs sayısı, 80’li rakamlardan 32 adete kadar inmişti. Japonya’da bazı üslerin kapatılması için, gösteriler ortaya çıktığında, bugün ABD emrinde çalışan Japon devleti, bu gösterilere sert müdahalelerde bulunmuyordu.

ABD, bu süreci elbette biliyordu.

ABD, 1990’lı yıllarda, dünya imparatorluğu için, bazı askerî operasyonlara başladı. Savaş politikaları devreye sokuldu. Irak, Afganistan savaşları hatırlanmalıdır. ABD, bu yolla, emperyalist rakiplerinin önünü kesmeye, askerî gücünü devreye sokarak kontrolünü sürdürmeye çalışıyordu. Rakiplerinin önünü hızla kesmeye hevesli idi. Ama bu savaş politikaları tutmuyordu.

Bu sefer, radikal İslam, ABD eli ile anti-komünist mücadelenin paramiliter güçleri olarak organize edilmiş bazı güçler, Batı dünyasını ABD hegemonyasına ikna etmek için tehdit olarak sahaya sürüldü. Avrupa’da patlayan bombalar hatırlardadır.

Yugoslavya paylaşılırken, hepsi bir parça alabilmişti. Ama Doğu Avrupa’da ABD’den çok Almanya öne çıkıyordu. Afganistan ve Irak savaşları ise buna son verdi. Ama buna rağmen, ABD istediğini elde edemedi. Libya, yeniden Yugoslavya tarzında ortak paylaşma savaşı olarak devreye sokuldu. Bu, tüm Batı’ya bir çeşit taviz vermek idi. Böylece onlar, bu savaş politikalarında ABD ataklarına sessiz kalmaya devam edecekti.

Ve ardından savaş bir level daha yükseltildi. Suriye savaşı başladı. Artık ortaya bir plan konulmuştu. Suriye savaşı bunun kanıtıdır. Çin ve Rusya’nın sömürgeleştirilmesi, paylaşılması hedefi ile Batı ABD politikalarına yeniden ilgi göstermeye başladı. Suriye savaşı, süreci tamamlamaya yetmedi. Ama Ukrayna savaşı, Avrupa’nın ABD’ye teslim olması sonucunu, hemen ilk aylarında verdi.

Ukrayna savaşının en belirgin sonucu, Avrupa’nın ABD’ye teslim olması, Almanya en tipik örnek olarak Almanya’nın ve tüm Avrupa’nın iradesini kaybetmesidir.

Suriye ve Ukrayna savaşı sonrasında, beş emperyalist güç arasındaki savaş, geri çekilmiş oldu ve savaş Rusya ve Çin’e karşı, bu iki büyük gücü sömürgeleştirme amaçlı savaşa dönüştü. Böylece iki cephe oluşmaya başlamış oldu. Batı ve Rusya-Çin çevresi. Batı, aslında kendi içindeki çatışmaları, paylaşım savaşımını ancak kontrollü bir biçimde geri çekmiştir. Yoksa savaşın bu yönü ortadan kalkmış değildir.

İşte, bundan 20 yıl önce biz Kaldıraç Hareketi olarak emperyalist paylaşım savaşımından söz ederken var olan durum, şimdi bambaşka bir şekle bürünmüş durumdadır.

Hâlâ birçokları, bize, “savaş çıkmaz” diye inanmak istedikleri şeyi sunmaktadır. Sanki onlar böyle derse, yani “iyi düşünürlerse”, iyi şeyler olur ve dünya savaşı çıkmaz.

Oysa savaş var. Sizin evinize bombalar düşmüyor diye, sizin çocuklarınızın cesetleri gelmiyor diye savaş yok diyemezsiniz. O durumda bu var olan savaşı nasıl tarif edeceksiniz? Yoksa bu “çıldırmış adam”ların işi midir?

Bugün, dünyada birçok yerde kapsamlı savaşlar var. Ukrayna, Ortadoğu, Çin çevresi, Avrupa’nın içi savaş arenası hâline gelmiştir, gelmektedir. Ve nükleer savaş tehdidi, sanıldığı gibi sıradan bir durum değildir. Uzun bir süredir, seyreltilmiş uranyum kullanılmaktadır. Bu aslında küçük çaplı nükleer savaş da demektir.

İşte bu noktada bir soru ortaya çıkıyor: Bize savaş çıkmaz, çıkarsa dünya yok olur, bu emperyalist efendiler de akıllı adamlardır, bu kadar da kötü değildirler vb. diyenler, acaba neyi göremiyorlar? Gel ki, görmek istemeyen gözden daha körü yoktur. Ama biz yine de sorumuza dönelim.

Göremedikleri şey, kapitalizmin ne olduğu ya da emperyalist egemenliğin ne anlama geldiği ya da tekelci hâkimiyetin ne anlama geldiğidir. Sanki, savaş “mantıksız” insanların işidir, diye düşünüyorlar.

Biz devrimciler, hemen hemen her birimiz, sık sık şu soru ile karşı karşıya kalırız: Bu kapitalistler, gece gündüz yeseler dahi bitiremeyecek bir servete sahip oldukları hâlde, neden daha çok ve daha çok kazanmak istiyorlar? Soru anlamlıdır. Ama soru bize kapitalist denilen şeyi anlamadıklarını göstermektedir. Sanki, kapitalist bizim gibi insandır, diye düşünürler. Madem çorba yiyeceğiz, madem köfte yiyeceğiz vb. o hâlde bu açgözlülük nedir? Bunlar soruyu soranın kendi hâlini yansıtmaktadır. Oysa kapitalist, insan değildir, insan hâline girmiş sermayedir. Ve sermaye, karakteri gereği büyümek, kendini çoğaltmak, artı-değer yaratmak zorundadır. Sermayenin doğası budur. Sermayenin kendini büyütmesi, artı-değer yaratması, işçilerin sömürülmesi ile mümkündür. Yani işçi sınıfının sömürüsü yoksa, kapitalist ya da sermaye de yoktur. Bunu anlamadık mı, neden bu kapitalistlerin asla yetinmediklerini anlayamayız. Değil mi ki kefenin cebi yok ve öbür tarafta para işe yaramıyor. Ama zaten onlar öbür dünya için yaşamıyorlar, cenneti bu dünyada kurdukları için, işçi sınıfına, toplumun çoğunluğuna cennet vaatleri için öbür dünyayı hatırlatıyorlar. Ve milyonlarca insan, öbür dünyada cenneti bulmak için, bu dünyada cehennemi yaşamayı kabul eder hâlde yaşamaktadır.

Aynı biçimde, tekelci hâkimiyet, tekelci egemenlik, kapitalist emperyalizm anlaşılmadığı için, savaş, “mantık”sız bulunuyor. Çocukça bir düşünüş tarzıdır ve ancak Anadolu irfanında, iki insan ilişkisi için düşünülebilecek olumlu düşün yaklaşımının kalkıp da emperyalist sistem ve savaş meselesine uygulanması mümkün olabilmektedir. Çocukçadır, eğer bilerek kafa karıştırılmak istenmiyorsa.

Tekel, bilindiği gibi pazarın kontrolüne dayanır. Pazarın kontrolü, öyle masum bir iş değildir. Mesela tekeller yoksa mafya yoktur. Mafyayı doğuran tekellerdir, tekelci egemenliktir. Aynı biçimde modern medyayı yaratan tekelci çağdır, tekelci hâkimiyettir. O modern medya, emperyalist ideolojinin ana üretim kaynaklarından biri hâline gelmiştir ve çok gelişmiş bir toplumsal manipülasyon aracıdır. Tekellerin pazarı kontrolü denilen şey anlaşılmadan, ideolojik ve kültürel hegemonya ya da cep telefonları ile insanların her açıdan kontrolünün yapılması anlaşılamaz. Telefonların, internetin işlevi, insanların birbiri ile iletişim kurmasının kolaylaştırılması değildir. Tersine, bu iletişimin tüm kontrolünün tekellerin denetimi altında yapılması içindir.

Tekel olmadan, emperyalizm, yani kapitalist sistemdeki emperyalizm olmaz. Feodal dönemdeki sömürgecilikten farklıdır kapitalist dönemdeki sömürgecilik. Elbette her ikisi de sömürgeciliktir.

Tekel aynı zamanda silahlı mafya örgütlenmesidir.

Tekel aynı zamanda korkunç boyutlarda kara para sistemi demektir.

Tekel aynı zamanda hâkimiyet ve kontrol demektir.

Tekel aynı zamanda kitlesel üretim ve tüketim toplumu demektir.

Yani aynı zamanda modern medya sistemi demektir. Modern medya, sadece basını, sadece TV kanallarını, sadece sosyal medyayı içermez, aynı zamanda devasa boyutlardaki oyun, eğlence ve reklam sektörünü içerir. Ve bu alanın kendisi de tekelci karakterdedir. Google, bu nedenle herkesi izler ve bu, dünya çapında kapitalist devletin tekelci polis devleti hâline gelmesi de demektir. Burada “tekelci”, burjuvazinin tümünü temsil eden tekelleri, “polis” ise bu modern denetim araçlarını ve devletin iç savaşa göre örgütlenmesini ifade etmektedir. Bizim vurgumuzla tekelci polis devleti, modern kapitalizmde, tekeller çağında burjuva demokrasisidir ve bu devlet, faşizmin dişlilerini içermiştir. Sadece Nazilerin metotlarını almamıştır. Ukrayna ve Suriye savaşında ortaya çıktığı gibi, Neonazi çeteleri, barış zamanında da beslemektedir. Almanya, Fransa, Japonya, İngiltere ve ABD’de de bunu, bu Neonazi paramiliter örgütlenmeleri görmemek körlük değilse, bilinçli bir manipülasyondur.

İç savaş örgütlenmesi budur. Olağanüstü devlet örgütlenmesinin bir bölümü, bu devlette, olağan hâle getirilmiştir. Artık ipsiz sapsız çeteleri paramiliter gruplar olarak örgütlemek için, olağanüstü koşulları beklemezler. Tüm NATO üyesi ülkelerdeki Gladio benzeri örgütlenmeler bu değil midir? Batı kapitalist dünyasında bu örgütlenmeler, bugün su üstüne çıkmaktadır. Buna bakarak, aslında orada “demokrasi”nin ortadan kalktığını söylemek, eksik söylemektir. Çünkü bu örgütlenme, Batı sisteminin tümünde vardır, dün de vardı. Sömürge ülkelerde bu sistem, zaten sömürgeci devletin uzantısı olarak vardır. Yani, daha katmerlidir ve sömürge devlet, emperyalist egemenlik karşısında bir bağımsız varlık değildir.

Emperyalizm sömürgesiz var olamaz. SSCB çözüldüğünde, birçok tanınmış “aklıevvel”, işçi sınıfı bitti demeden önce, “emperyalizm sömürgesiz var olabilir mi” diye sormaktaydı. Baştan aşağıya emperyalizmi aklama girişimidir. Gorbaçov, bu sözcükleri kullanıyordu ve sözüm ona “olumlu” düşünen adam rolündeydi. Oysa açıktır ki bu, emperyalist hegemonyayı aklama girişimidir.

Emperyalist denilen ülke, sömürgesiz var olamaz. Bunu bilmek gerekir. Emperyalist güç, sömürgeleri üzerinde kurduğu tahakküm ile emperyalisttir. Eğer sömürgeleri yoksa, bu ülkelerin emperyalist olmasının ne anlamı vardır? Kestirmeden söyleyin baylar, “emperyalizm yoktur” deyin ve bitsin. Maskeler insin.

Sömürge politikası, çağımızda ille de işgale dayanmak zorunda değildir. Ama zor, her zaman devrededir. Salt ekonomik diye bir şey yoktur, var olamaz. Biz, ekonomik, siyasal ve askerî yönleri, aslında anlatabilmek, anlayabilmek için birbirinden ayırırız. Yoksa bunlar her zaman birbirinin biraz olsun içindedir.

Ekonomik çıkarların yoğunlaşmış ifadesi siyasettir. Politika, siyaset dediğimiz şey budur. Elbette, egemen sınıflar, siyasal politikalarını en başta kendi devletleri ile ortaya koyarlar. Bu nedenle de, aslında kendi ekonomik çıkarlarını, bir avuç tekelin ekonomik çıkarlarını, “ulusal ekonomik çıkarlar” olarak ifade ederler.

Nasıl ki devleti, herkesin ortak devleti , “devlet baba” gibi sunuyorlarsa, egemenliklerini “ulusal egemenlik” olarak ifade ediyorlarsa, ekonomik çıkarlarını da, “ulusal ekonomik çıkarlar” olarak ifade ederler. Bu çıkarlar, hiçbir düzeyde, halkın, işçi sınıfının çıkarları değildir. Tersine, onların sömürülmesine dayalı çıkarlardır.

Türkiye’nin ekonomik çıkarları, işçi sınıfının ekonomik olarak sömürülmesi, halkın boğazlanması demektir. Birçok “uzman”, adına ister solcu desin ister sosyal demokrat, ister demokrat, ister cumhuriyetçi, isterse ulusalcı vb. desin, eğer ulusal ekonomik çıkarlardan konuşmaya başlamış ise, gerçekte, egemenin ekonomik çıkarlarını, bilerek ya da bilmeyerek gizlemek için yola çıkmış demektir.

Türkiye’nin Kıbrıs’taki ekonomik çıkarları, Türkiye’nin Suriye’deki ekonomik çıkarları diye bir şey yoktur. Bu, tekellerin, emperyalist efendilere bağlı tekelci sermayenin çıkarlarının, örtülü tarzda ifade edilmesi demektir. Ancak bu anlamda kullanılabilir. Yoksa Türkiye’de yaşayan işçi ve emekçilerin çıkarlarını kastetmiyorlar.

Örneğin, bugün bir insan özgürlükten söz ediyorsa, şu soru ortaya konulmalıdır: Kimin özgürlüğünden söz ediyoruz? Mesela zenginlerin, para babalarının yağmalama özgürlüğünden mi söz ediyoruz? Mesela kapitalistlerin sömürü sistemini sürekli kılma özgürlüğünden mi söz ediyoruz? İşçilere bu özgürlükte düşen şey, açlık, işsizlik, daha ağır çalışma ve yaşam koşulları vb.dir. Kadınlara düşen öldürülmektir. Bu nedenle kadın cinayetleri, sistemin yarattığı politik cinayetlerdir.

Öyle sınıfsal bağlamından kelimeleri “arındırarak” analizler yapmak, sanıldığı gibi masumane bir çaba değildir ve doğrusu bunu yapanlar, sürekli iyi para kazanırlar. Nedeni egemen sınıfın bu konudaki teşvikidir. Hatta bunu edebiyatta, sanatta da görebilirsiniz. Bize roman diye sürekli mistik metaforların alt alta dizilerek dayatılması, bu işin bir parçasıdır. Tüm bunlar, işçi sınıfının, halkların aklını karıştırmak içindir.

Ekonomik çıkarların yoğunlaşmış hâli politikadır, siyasettir.

Siyasal çıkarların yoğunlaşmış ve silahlarla sürdürülme hâli de savaştır.

Emperyalizm savaşsız var olamaz.

Eğer öyle olsa idi, egemen sınıf, sömürü sistemini sürdürebilmek için baskı ve şiddete, yani devlete ihtiyaç duymazdı. Bir avuç kapitalistin, toplumun çok büyük çoğunluğunu yönetebilmesi, savaşın başka bir biçimi değil midir?

Egemen, kendisi suç işliyorsa bunun adı “hukuk” olmaktadır.

Ama işçi sınıfı ayağa kalktığında, hukukun dışına çıkmış, terörist olarak adlandırılmaktadır.

Hırsızlık hukuk demektir. Ama ekmek çalmak, hukuksuzluktur.

Kadının köleliği hukuk demektir ama köleliğe karşı çıkması, isyan olarak değerlendirilmektedir.

Tüm bunları yaparken devlet, egemenin siyasal aracı olarak, aslında topluma karşı, örtülü veya açık bir savaş yürütmektedir.

Devlet cinayet işlediğinde hukuktur ama devlete karşı isyan terörist faaliyet olarak ele alınmaktadır. Sizce bu savaş değil midir?

Gelelim emperyalist egemenlere.

Emperyalist egemenler, tekeller aracılığı ile ülkeleri sömürge ülkeler hâline getirmektedir. Bu, salt ekonomik bir faaliyet değildir. Bu aynı zamanda kültürel bir faaliyettir, aynı zamanda siyasal bir faaliyettir ve aynı zamanda askerî bir faaliyet demektir. Hele bir sömürge ülkedeki işçi ve emekçiler, halklar silaha sarılmaya görsün, o zaman savaşın kendisi kimsenin tarifine ihtiyaç duymadan ortaya çıkar.

Diyelim ki Hatay’da deprem sonrasında ortaya konan devlet pratiği, tekellerin yağmasını korumak içindir ve bu silahlı güçlerle, yasalarla, mahkemelerle, basınla vb. korunmaktadır. Yoksa halk için bir şey yapılmamaktadır.

Bugün, NATO denilen örgüt, bir savaş örgütüdür. Kime karşı savaş yürütmektedir? Görüyoruz, Yugoslavya’yı hatırlayalım, dağıtılmıştır, paylaşılmıştır. Topraklarında ABD üsleri, boşuna mı vardır? Bu ABD üsleri, oradaki halkı mı korumaktadır? Üslerin olduğu ülkelerdeki halka anlatılan budur. Oysa hiçbir emperyalist güç, tarihte hiçbir zaman bir halk için bir şey yapmamıştır, yapmaz. Buna, sömürgeleştirmeye, özgürlük demişlerdir. Afganistan’ı alın, Irak’ı alın. Yakınımızdadır, Saddam kendi adamlarıydı ve sonunda 1 milyon çocuk ölmüş veya sakat bırakılmıştır. Acaba, camilerde ABD askerleri neler yapmıştır? Kaç Iraklı kadın, işgal nedeni ile tecavüze uğramıştır? Libya’yı unutmayın. Suriye’yi de. Irak’a demokrasi götürdüler. Hiç şüphemiz yoktur. Onların demokrasi dediği budur. Ve demokrasi denildi mi, sormalıyız; kimin için demokrasi? Tekeller için dünya gayet demokratik bir yerdir. Onlar özgürdürler, çünkü egemendirler. Doğayı yağmalamakta özgürdürler, insanı kirletmekte, insanı köleleştirmekte, sömürmekte özgürdürler, her türlü faaliyetlerini özgürce yaparlar.

ABD hegemonyasını ele aldığımızda, aynı şeyi düşünmek gerekir.

Egemen, kendi egemenliğini gönüllü olarak, rıza ile devretmez. Bunun örneği yoktur. Dünya işçi sınıfı, dünyanın çok büyük kesiminde sömürüyü ortadan kaldırdığında, eğer varsa güçsüz bir kapitalist ülke, dünyanın çoğunun sosyalist olduğu bir dünyada, büyük çaplı savaş olmadan devrilebilir. Buna da zor olmadan bir devrim denilemez.

ABD hegemonyasının aşınması, bu hegemonyanın kendiliğinden ortadan kalkacağı hayalini beslememize neden olmamalıdır.

Ukrayna’da, Çin çevresinde, Ortadoğu’da ortaya konan savaş pratiği, hiç de savaştan kaçınma politikası değildir.

Filistin soykırımı, tüm dünyanın gözleri önünde yaşanmaktadır. Kürt halkına karşı katliam politikaları dünyanın gözü önünde yaşanmaktadır. Tüm dünyada işçi sınıfının yaşam koşulları bellidir. Ve bunlar ortada iken, savaş olmaz diye “iyi niyeti” aşan bir propaganda emperyalist amaçlara hizmet etmektedir.

NATO, ABD ve İngiltere önde olmak koşulu ile, Fransa, Almanya ve Japonya devrede olmak koşulu ile, Ukrayna’da, nükleer provokasyonlar organize etmekten geri durmamaktadır. Nükleer santrali ele geçirme planları, tam da budur. Ve burada, aslında savaş konusunda bir temkinliliğe ait hiçbir şey yoktur. Tersine Rusya ve Çin, savaşı bir yerde durdurma isteğindedir. Kovboy gelmiş ve komşunuzun ırzına geçmek istemektedir ve siz korkudan ya da kovboydan yana olduğunuzdan, yahu komşu direnme, yapsın da bu savaş bitsin diye propaganda yapmaktasınız. Gerçekten böyle mi gelir barış? Rusya ve Çin’e karşı yürütülen propaganda tam da böyledir. Irak’a karşı savaşı, aynı nedenlerle, daha kolayca destekleyenlerin, sonradan ABD adına neler yaptıklarını hatırlıyoruz. Irak kolay lokma idi. Savaşı ABD’nin askerî olarak kazanacağı açık idi ve bu koşullarda ABD saldırısına karşı çıkmak, bu beylere, çok ama çok riskli görünüyordu. Onlar da ABD safında saf tutmuşlardı.

Savaş, emperyalist dünyanın doğal politikasıdır. Yani, savaş, emperyalist egemenliğin bir gereğidir. Yoksa emperyalizmin savaşsız da olabileceği hayali, tecavüzcüden tatmin olacağını ummakla ilgilidir ve bunda artık “iyi niyet” aranamaz. Bu çocukluğu aşan bir tutumdur, emperyalistlerden yana tutum almakla aynıdır. Bu, İsrail’in, Filistin halkını tümden yok etmesi sonucunda “barışın” geleceğini savunmakla aynı anlamdadır. İsrail’in saldırıları bitsin, nasıl, tüm Filistinliler öldürülsün. Bunu savunuyorlar.

Emperyalist egemenlik, ekonomik, siyasal, hattâ kültürel, ideolojik ve savaş politikalarına bağlı olarak ayakta durmaktadır. Zira savaş, ekonomik ve siyasal mücadelenin silahlarla sürdürülmesidir. Efendilerin, egemenlerin varlıkları, kendilerine yetmiyor. Çünkü kapitalist, bir insan değildir, sermayenin insan hâline girmiş şeklidir. Emperyalistler için, hiçbir zaman durmak yoktur. Savaş politikaları geçici değildir.

Emperyalizm, savaşsız var olamaz.

Emperyalist egemenlik, dünyanın genişlemesine ve derinlemesine sömürülmesini gerektirir.

ABD ya da Batı emperyalizmi, dünyayı yeni bir savaşın içine sokmuştur ve bu savaş, emperyalist egemenlik bir sosyalist devrim dalgası ile yıkılana kadar sürecektir. Gerçekten barış isteyen varsa, emperyalizme karşı, kendi ülkesindeki egemene karşı, her yol ve araçla savaşmak zorundadır. Bu nedenle barış cephesi, aynı zamanda sosyalist devrim cephesidir. Ve sosyalist devrim, işçi sınıfının ayağa kalkması ile gerçekleşecektir.

Savaşın genişlediği, yayıldığı, derinlik kazandığı görülmektedir.

Ortadoğu’da olan budur.

Ukrayna’da olan budur.

Tayvan’da olan budur.

Ve yakında Avrupa’nın merkezlerinde olacak olan da budur. Bu nedenle Avrupa’da şu ya da bu yolla savaşa karşı protesto gösterileri yapanlar, karşılarında kendi devletlerini bulmaktadırlar. Bu zaten savaşın açık ifadesidir.

Her savaş, nihayetinde bir iç savaştır. Kiminde daha açık, kiminde daha örtülü şekilde. Ama eninde sonunda bu iç savaş kendini gösterecektir.

Bu savaşın her cephesinde ABD emperyalizmi, Batı emperyalizmi, NATO devrededir. Yakın dönemde yaşanan tüm savaşlarda ABD’nin ve NATO’nun var olması, rastlantı değildir. Dünyanın her yerinde savaşı kundaklayan ABD ve Batı’yı görmeden, NATO’yu görmeden, savaş konusunda konuşmak, barış dileklerini dile getirmek, dolaylı yoldan emperyalist efendilere hizmet etmek demektir.

“Ben demokrasiyi, Batı değerlerini savunuyorum, bunun bedeli NATO’ya evet demek ise, evet” diyen aydın bozması kişiler, aslında NATO’nun ne olduğundan ya haberdar değildirler ya da NATO tedrisatından geçmiş kişilerdir. Bizim ülkemizde, dünyayı boş verin, NATO’nun içinde yer almadığı katliam veya darbe yoktur. 1 Mayıs katliamı, Maraş, Çorum, Sivas vb. hepsi NATO üyesi olan Türkiye’de gerçekleşmiştir. Saymakla bitmez. Bunlar mı sizin demokrasi dediğiniz? Bu mudur medeniyet, bu mudur insanlık değerleri? Sizin savunduğunuz şeyin içinde işçi sınıfının, kadınların, gençlerin geleceği nerededir?

Bugün dünyanın hemen her yerinde yükselmekte olan direniş, gerçekte, savaşa karşı en önemli güçtür. Dünya proletaryası, henüz ayağa kalkmış değildir. Ama dünya işçi sınıfının ayağa kalkması dışında hiçbir yolla, savaş önlenemez. Emperyalist egemenlik yıkılmadıkça savaş durmayacaktır. ABD’nin, Avrupa’nın, emperyalist metropollerin işçi sınıfı sahneye çıkmak zorundadır. Ve gelecek, onların, dünya proletaryasının ellerinde şekillenecektir.

Nâzım şöyle diyor:

“Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz

ya dünyamıza inecek ölüm”

İnsanın insan tarafından sömürülmesine son vermek, aynı zamanda insanın doğa ile (ve elbette doğanın kendi bilincine varmış hâli olarak da insanın kendi kendisi ile) yeniden ve bir üst düzeyde barışması da demektir.

Dünya işçi sınıfının marşı olan “Enternasyonal”de şöyle der: Bu kan denizinin ufkundan kızıl bir güneş doğacak.

Dünyanın bütün işçileri, devrim ve komünizm bayrağı altında birleşin!

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz