Biliniyor, biz, seçimlerin yapılıp yapılmayacağının belirsiz olduğunu hep söyleyegeldik. Bu konuda, en çok devrimcileri, solu uyarmaya çalıştık. Israrımız şuydu; Saray Rejimi, seçimle gitmez. Bu nedenle seçimin yapılıp yapılmayacağı belli bile değil iken, devrimcilerin, daha geniş olarak solun, mücadeleyi seçim gündemine endekslemesi, aslında kendini sağa doğru yatırması anlamına da gelecektir. İşçi sınıfının bağımsız devrimci politikasını savunmak yerine, her ikisi de aynı yerden beslenen, Cumhur ve Millet İttifakları ya da Saray Rejimi ve ona karşı burjuva muhalefet arasında seçim yapmak, aslında kendini de inkâr etmektir.
Dahası bize göre, seçim ancak, ABD’nin isteği ile ya da AB’nin, daha çok da Almanya ve Fransa’nın isteğine, bir nedenle ABD’nin olur demesi ile yapılabilir. Bize göre, ABD emir vermeden seçim yapılmaz.
Ülkemizde her seçim, aslında efendiler (NATO, ABD) tarafından seçilmiş olanların, halka onaylatılmasından ibarettir.
Biz bunları savunuyoruz ama gelin görün ki, Erdoğan, daha şubat başında ilan ettiği gibi, 10 Mart’ta, seçim kararnamesini imzaladı. Ve buna göre 14 Mayıs’ta seçim olacak. Üstelik YSK, deprem bölgesini de gezerek, inceleyerek (hangi ara yapmışlarsa bu incelemeyi), seçimin olabilirliğine karar verdi. Böylece, seçim sürecine girildi.
Çıkan manzara budur.
Gelin, hazır seçim kararı da alınmış iken, sürece yakından bakmaya çalışalım.
1
Türkiye bir sömürgedir. Bunu yokmuş gibi atlamak işe yaramaz. Hani o çok tekrarlanan söz, tam bağımsız Türkiye, eğer Türkiye’nin az bağımlı, az bağımsız olduğu anlamına geliyorsa, fasa fisodur.
Türkiye bir sömürgedir.
Her sömürge ülke, birbirinin aynısı değildir, olamaz.
Türkiye, ortaklaşa sömürgedir. Yedi kocalı Hürmüz deyiminde olduğu gibi. Siyasal olarak ABD’ye bağlıdır, ekonomik olarak ise AB’ye.
Düne kadar bu sorun değildi. Değildi, çünkü SSCB vardı ve anti-komünizm, tüm emperyalist kampı birleştirmişti. O birleşmiş emperyalist kamp, karşımıza NATO olarak çıkıyordu ve o kampı oluşturan belli başlı emperyalist devletler/güçler arasındaki çelişkileri görmek o kadar kolay değildi. Ancak, mesela 1971 krizi gibi olaylar olduğunda, Almanya, Fransa, daha az İngiltere ve Japonya, ABD’ye karşı durmayı denerlerdi. Mesela karşılıksız dolar basıyorsun derlerdi. ABD’de bu itirazları Sovyet yalanları diye geri çevirirdi.
Oysa SSCB artık yok, Rusya ve Çin, sosyalist geçmişleri sayesinde, bağımsız birer büyük güç olsalar da, sosyalist değiller ve kapitalist sisteme entegre olmak için oldukça hevesli idiler. 1990’lar, 2000’ler, ta ki 2008 yılına kadar durum böyle idi.
Bu sürede, 1990’lardan başlayarak, emperyalist kamp içinde, yani ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere (bunlar belli başlı olanlarıdır, İtalya, Kanada vb. çok önemli rolleri olmadığı için sayılmıyor; onları da saymak, belki tekil bir olayda, tekil bir süreçte, mesela Libya gibi, önemli olabilir ama genel anlamda, bu beşliye bakmak yeterlidir) içinde, ABD hegemonyasına karşı, kendi çıkarlarını korumak için, diğerlerinin güç toplamaya başladığını görmeye başladık. 2000’li yıllarda, bu emperyalist güçler arasındaki çelişkiler daha da açığa çıktı. ABD hegemonyası aşınmayı sürdürdü ve hatta bu aşınma hızlandı.
Konunun bütünsel ve genel gelişimi, Kaldıraç sayfalarında defalarca ele alındı, hâlen de alınmaktadır. Bu gereklidir. Zira sürekli güç dengelerinin değişimi yaşanmaktadır. Bu nedenle, sürekli olarak konunun ele alınması gereklidir.
Ama bizi, bu başlık altında ilgilendiren nokta, bu sürecin Türkiye’ye, ortaklaşa sömürge bir ülke olarak Türkiye’ye yansımasıdır.
Soru şudur: Türkiye, SSCB çözüldükten sonra, ekonomisine sahip olan Almanya ve AB’nin kontrolüne mi girecek, yoksa siyasal (ordu, bürokrasi, polis, siyasal partiler, yargı vb.) alana sahip olan ABD’nin tam denetimine mi girecek? Yani, Türkiye’nin sömürge olma niteliği değişmeyecek ama sahipleri azalacak. Hangisi, tek ve yeni sahip olacak?
Bu doğrultuda bir savaş sürdüğünü biliyoruz. İtalya, Gladio’yu kendi denetimine almak için, temiz eller operasyonu yapmıştı. Aynı dönemler Türkiye’de, AB eli ile Susurluk olayı patlatılmıştı. Bu yolla, ABD’ye bağlı güçlerin tasfiyesi hedeflenmiş olmalıdır. Ama bunun başarılamadığını, hep birlikte hatırlarız herhâlde. İşte Susurluk da bu sürecin bir parçasıdır. AK Parti bir ABD projesidir diye, tüm sol, tüm liberal sol söylenip durmaktadır. İyi de bu proje neyi hedeflemektedir? Bu proje, aslında ABD egemenliğini sağlamayı, buna uygun olarak yeni zenginler yaratmayı, devlet içinde artık ABD’nin işine yaramayacak güçleri tasfiye etmeyi hedeflemektedir. Proje budur.
AK Parti bir projedir, ABD projesidir ve amacı, Erdoğan’ı zengin etmek, Erdoğan için bir sultanlık kurmak falan değildir. Böyle düşünmek ne devleti ne de emperyalizmi anlamaktır. ABD, Erdoğan için bir oyun sahası açmak üzere mi proje hazırladı, yoksa kendi çıkarları için mi? Sormak bile fazladır, elbette kendi çıkarları için. Suriye, Irak, Libya politikaları TC devletinin politikaları değildir. Alman Stern dergisinin dediği gibi, Erdoğan bir kundakçıdır ve sahibi ABD’dir, eline meşaleyi tutuşturan odur. Erdoğan ve ailesi, işin içine biraz hile katarak, zengin olmayı başarmıştır, bundan başka Erdoğan’ın bir marifeti yoktur.
Demek ki, Türkiye, eğer devrim gündemde yoksa, eskisi gibi sonsuza kadar yoluna devam edemez. Bu biçim bitmiştir. Şimdi, sömürgelerin, yeniden paylaşımı söz konusudur. Bu, emperyalist güçlerin aralarındaki dünya savaşıdır (Bugün bu savaşım yön değiştirmiş, tüm Batı cephesi, Japonya da dahil, Çin ve Rusya’yı sömürge ülkeler hâline getirerek, kapitalist sistemin derin krizini aşmaya çalışmaktadır).
2
Saray Rejimi, bu sürecin bir aşamasında devreye girdi. Saray Rejimi, AK Parti projesi olağan olarak işleyemeyeceği için devreye sokulmuştur. ABD, TC devletini bir tetikçi olarak kullanmaya karar vermiştir. Buna uygun bir örgütlemeyi dayatmıştır. Saray Rejimi, Erdoğan’ın buluşu değildir. Bu yarım yamalak geçiş, aslında olağan yöntemlerin işe yaramaması nedeniyle ortaya çıkmıştır.
Bunun iyi anlaşılması gerekir. Bu sultanizm, bu tek adam diktatörlüğü falan değildir. Bu değerlendirmeler, son derece biçimsel bir tarzda konuyu ele almak anlamına gelir. Kararların Erdoğan’ın ağzından deklare edilmesi, kararların onun tarafından alındığını asla göstermez.
Öyle beşli çete ile de sınırlı bir hâl değildir bu. Bu, tüm sermaye sınıfının iradesinin yansımasıdır. Onların çıkarlarının, olağanüstü metotlarla korunmasıdır.
Saray Rejimi’ni devreye sokan iki gelişme daha var. Birincisi, bölgesel bir hâl almış olan Kürt direnişidir. Bunu göz ardı ederek, Saray Rejimi’nin karakteri açıklanamaz. MHP-AKP faşizmi, doğru bir değerlendirme değildir. Evet, bu güçlerin faşist karakterini ortaya koyar, ama Saray Rejimi’nin gerçek karakterini örtme ihtimali vardır.
İkinci gelişme, Gezi Direnişi ile başlayan direniş sürecidir. Buna, halkın, işçi ve emekçilerin uyanışı süreci de diyebiliriz. Elbette bu Kürt devrimi gibi bilinçli, örgütlü bir süreç değildir. Kıyaslanamaz. Gezi kendiliğinden gelişen bir sosyal patlamadır. Ama sistemin, Kürt karşıtlığı üzerinde kurduğu dengeyi bozmuştur. CHP dâhil, birçok sol örgüt dâhil, Kürt karşıtlığı konusunda birleşmektedirler. İşte Gezi süreci, aslında direnişlerin devamlılığı ile, bu Kürt karşıtlığını, milliyetçiliği kırmaya başlamıştır. Direniş, kitlelerin öğrenmesinin de yolunu açmıştır, açmaktadır. İşte devletin kimyasını bozan da budur. Eskiden, Kürtlere karşı savaş için her yolu deneyen TC devleti, şimdi Batı’da da bir savaş yürütmek zorunda kalmaktadır. Önemli olan bu savaşın karşısında işçi sınıfının örgütsüz olması değildir. Potansiyel bir güç olsa da, yani henüz fiilî bir örgütlü devrimci siyasal güç olarak kitlesel bir biçimde mücadelede yerini almamış olsa da, işçi sınıfı, kadınlar ve gençler sistem için büyük tehdittir.
Deprem süreci buna örnektir.
Sahaya, ordu ve polisi sokmayı, ordu ve polisin içinden halka yakınlaşmaların oluşması ihtimali düşünülerek yapmamışlardır. Bu, beceriksizliklerinin sonucu değildir. Tersine, bu egemen akıldır. Egemen, insanî davranmaz, egemen kendi egemenliğini kurtarmak, sürdürmek için hareket eder. Bu nedenle yüz binlerce insana, iki ya da üç gün yardım götürmemişlerdir. Gönüllüleri engellemişlerdir ve SADAT güçlerini, IŞİD güçlerini devreye sokmuşlardır. Bu nedenle diyoruz ki, sahada devlet yok, devlet nerede yanlıştır. Devlet tam da budur. Sizi, halkı göz göre göre enkazın altında ölüme tek edendir, katliamcıdır. İşte devletteki bu korku, onları bu yola itmektedir. Saray Rejimi, tam da budur. Olağanüstü bir devlet örgütlenmesidir. Bu nedenle yasa dinlemez, kendi yasalarını da çiğner.
3
Biliyorum, hâlâ seçime gelemedim. Biraz sabır.
ABD, çözülmekte olan hegemonyasını kaybetmemek için, tüm gücü ile savaş politikalarına yönelmiştir. Bu sadece ABD’nin, X ülkeye savaş açması değildir. Hayır. Bu tüm kapitalist dünyanın ve ardından da tüm dünyanın savaş politikalarına yönelmesi demektir.
ABD, emperyalist efendiler, hedefe Rusya ve Çin’i koyarak, kendi kurallarını ayaklar altına alarak, bir savaş örgütlemektedir. Savaşı dayatmak, onlar için bir seçenek olmaktan çıkmıştır, adeta zorunluluktur.
ABD, kendi hegemonyasını efendice, suhuletle bir kenara bırakmayacaktır. Bu nedenle savaş ABD için adeta zorunlu bir seçenektir.
Afganistan, Irak, ardından Libya, en son Suriye savaşı, ABD’nin dünya hegemonyasını sürdürme isteğinin ürünüdür. Ama sıra Suriye’ye gelince, Rusya ve Çin, devreye girmiştir, sahaya inmiştir. Rusya sahaya indikten sonra, ABD, savaş politikalarından geri adım atmamıştır. Kuşkusuz ABD içinde, bu savaş politikalarını, en azından bu hâli ile ve en azından bugün yanlış bulanlar vardır. Ama sonuçta ABD devleti, bu savaş politikalarını devreye sokmuştur.
ABD, basitçe, NATO güçleri ve Japonya’yı, kendine tehdit olmaktan çıkartarak, denetimine almakta ve Rusya ve Çin’i, paylaşma planlarını onlara sunmaktadır.
Böylece savaş, başka bir biçimde sürmektedir.
Ukrayna’da, Ukrayna ve Rusya savaşmıyor. Hayır. Tersine, tüm NATO ve Rusya-Çin çarpışıyor. Çin’in Ukrayna’ya doğrudan müdahil olmamasının nedeni, Rusya’nın bu savaşa yetmesi ve ayrıca her ikisinin de savaş politikalarını beslemekten kaçınmasıdır.
ABD bu yolla Avrupa’yı denetim altına almıştır, Almanya, Fransa artık bir eksik güç hâlindedir. Kendi iradeleri ortadan kalmış gibidir.
ABD, bu savaşı, açık bir dünya savaşı şeklinde yürütmüyor.
Aslında bu Üçüncü Dünya Savaşı’dır.
Ama savaşı yürüten ABD, bu savaşı, vekâlet savaşları biçiminde yürütmektedir. Ukrayna halkı savaşın bedelini öderken, Neonaziler savaş sahasındadır. Ukrayna devleti, çeteleşmiş bir devlettir. IŞİD güçlerine benzemektedir. IŞİD de böylesi bir savaş aparatıdır.
TC devleti, Saray Rejimi şeklinde örgütlenerek, bu savaşçı politikalara dayanmaktadır. Saray Rejimi, sadece rantçı, sadece yağmacı değildir, aynı zamanda da savaş politikalarına dayalı bir örgütlenmedir. Tüm burjuvalar, tüm tekeller, kanla birleşmiş kârın tadını almıştır ve savaş politikalarını desteklemektedirler.
4
İşte bizim ABD evet demeden Erdoğan gitmez dememizin nedeni budur.
Biz, bu görüşümüzü defalarca şöyle de ifade ettik: İdlib biter, Erdoğan gider.
Bu görüşlerimizin nedeni, savaş politikalarıdır.
ABD, ülkemizde, savaş politikalarından geri durmak istemiyor. Evet savaş politikaları ile kazanamıyor ama kaybetmeyi de önleyebiliyor. Savaş politikaları, tüm bölgede, ABD’den uzaklaşma eğilimlerini besliyor. Hegemonyanın çözülmesi de budur. Şanghay İşbirliği Örgütü, Ortadoğu’yu da etkiliyor. En son, Çin ile Suudi Arabistan arasındaki kapsamlı ekonomik anlaşmalar bunun işaretidir. En son, Şubat 2023’te, İran ile Suudi Arabistan arasında anlaşmalar gündeme gelmiştir. Bu anlaşmalar, örneğin Yemen savaşının sonu anlamına bile gelebilir.
Bu durumda, ABD, mesela Kılıçdaroğlu seçeneği ile, bu savaş politikalarını yürütemez. Kılıçdaroğlu’nun gelişi demek, Suriye politikasının zorunlu değişimi demektir. Almanya bunu elbette ister. Ama, kendi iradesini Avrupa’da ABD’ye teslim etmiş iken, Almanya’nın Kılıçdaroğlu aracılığı ile Suriye savaşını sona erdirmesi ne kadar gerçekçidir? Sorudur ve önemlidir.
Şimdi, ABD ve AB arasında ortak bir mutabakat olmadan seçim mümkün değildir. Seçimimsi bir şey olabilir, ama oraya henüz gelmedik, yazının ilerleyen bölümlerinde oraya da geleceğiz.
Acaba, ABD, bu savaş politikalarından geri çekiliyor olabilir mi? Öyle ya, Erdoğan seçim tarihini ilan etmiştir. Bu durumda Erdoğan’ın seçilme şansı zayıf olduğuna göre, seçilse bile meşruluğu tartışma konusu olacağı için, acaba ABD, savaş politikalarından geri adım mı atıyor?
Sanmıyoruz.
Bunu anlamak için, Ukrayna’ya, Tayvan’a bakmak gerekir.
Ukrayna’da savaşı yoğunlaştırma hamleleri vardır. Varşova’da şov yapan Batı ittifakı, NATO güçleri, aslında bir kere daha ABD politikalarına evet demiştir. Şimdi, hem Romanya hem de özellikle Polonya savaş sahası hâline gelme eğilimindedir.
Rusya, Suriye ve Türkiye arasında barış görüşmeleri için devreye girmektedir. İyi ama, TC devleti açısından bu atılması mantıklı adım, ABD’ye rağmen atılabilir mi?
Normal şartlar altında, Kılıçdaroğlu ve burjuva muhalefetin, Suriye’den çekilmeyi telaffuz etmesi gerekir. Suriyelileri vatanlarına göndermenin başka koşulu yoktur. Ama burjuva muhalefet, Saray’ın tüm savaş politikalarının koşulsuz arkasındadır. Yine, normal olarak, Putin’in Erdoğan’ı desteklediğini söyleyenler, aslında Putin’in Kılıçdaroğlu’nu desteklemesi gerektiğini söylemelidirler. Kanımızca, bu konuda da sol ve liberal sol yanılmaktadır. Putin ya da Rusya, Erdoğan’ı desteklemekle zerre kadar ilgili değil gibidir. Onların esas ilgisi, NATO’yu dağıtmaktır. Bu açıdan Suriye’de TC devletinin bir işgal gücü olarak varlığı, aslında TC devletinin kuyruğunu kaptırmış olması demektir. Başı ABD’de, kuyruğu Rusya tarafından Suriye’de yakalanmış durumda olan TC devleti, bu nedenle kıvranmaktadır.
Aynı nedenlerle, Kılıçdaroğlu, NATO’yu övmekte, NATO demokrasi demektir diye buyurmaktadır. Bu ülkede, en azından 1950’den beri her katliamda NATO’nun eli vardır. Bunu görmezden gelerek NATO demokrasi demektir demek, aslında kendi rengini tam olarak açığa vurmaktır.
Özetle, ABD’nin savaş politikaları rafa kalkmıyor ve bu durumda bir tetikçi olarak TC devleti ABD adına iş görecektir. Bu nedenle de Saray Rejimi’nin devamı, ABD ve efendiler için, NATO için bir zorunluluktur.
Erdoğan’ın kaybetmesi hâlinde, Kılıçdaroğlu ve Akşener (Şakacı Abla) ne kadar Erdoğan’a garantiler verse de, Erdoğan’ın kaybetmesi hâlinde ortaya çıkacak halk tepkisi, Erdoğan’ın yargılanmasına, Saray Rejimi’nin yargılanmasına yol açacaktır. Zaten sol da buna inanarak, Kılıçdaroğlu’nu desteklemektedir.
Savaşı görmeden seçimi görmek budur. Ve yanılgı doludur.
5
Seçim acaba olacak mı?
Sorudur ve bizce hâlâ yerindedir. Tüm faaliyetlerini seçim gündemine kilitleyerek, Kılıçdaroğlu umudunu yükseltmeye başlamış olan sol, liberal sol, bu soruyu duymak bile istememektedir. Oysa yerindedir.
Hatırlanacaktır. Birçok yazar, birçok aydın, birçok siyasal sol figür, 7 Haziran-1 Kasım süreci yolu ile Saray’ın baskıyı artıracağını düşünmekteydi. Muhtemelen hâlâ böyle düşünenler vardır. Biz ise, evet bir baskı sisteminin devreye sokulacağını ama zaten olağanüstü hâlde iken, bu baskı sisteminin daha farklı olacağını, diğerinin direnişlere başlamış ve sürdürmekte olan işçi ve emekçiler nezdinde işe yaramayacağını söylüyorduk, hâlâ söylüyoruz. Bize göre, daha çok siyasal yasaklı kişiler-partiler ve suikastler devreye sokulacaktır. Hâlâ bu olasılık çok ama çok yüksektir.
Bu durumda önümüze üç senaryo çıkmaktadır.
İlki, seçimlerin savaş nedeni ile ertelenmesi. Hazır Erdoğan seçim 14 Mayıs’ta olacak demiş iken, seçime niyetlenmiş iken, iki füze ile TC devleti bir savaşın içine girerse, tüm burjuva muhalefet, yani Millet İttifakı, ulusal çıkar dürtüsü ve söylemi ile seçimin iptaline onay verecektir. Bu olasılıklardan biridir.
İkincisi, Erdoğan’ın seçimi çalmasıdır. Bu çalma, hileler yeterli olmazsa, sandıkları yok ederek gerçekleşebilir. Biliyoruz, mesele sandığa atılan oylarda değildir, mesele sandıklardan çıkan oylardadır. Bunun binbir yolu olduğu açıktır.
Üçüncü senaryoya geçmeden, burada bir duralım.
Diyorlar ki, bu yolla Erdoğan kazanırsa, meşru olmaz.
Bize çok garip geliyor. Aklını peynir ekmekle yemek bu olsa gerek. Sanki, 7 Haziran’da Erdoğan meşru mu idi? Ya da referandum sonuçları meşru mu idi? Ya da İnce seçim gecesi adam kazandı derken, Erdoğan’ın kazanması meşru mu oldu?
Hiçbir yasayı dinlemeyen, her yasayı çiğnemekte beis görmeyen bir Saray Rejimi, seçim yasalarına, sandıktan çıkacak olana kendini bağlı mı hissedecektir?
HÜDA PAR, acaba neden devreye sokulmaktadır? HÜDA PAR, eğer ittifaka alındı ise, bununla Erdoğan’ın oyu mu artacak? Sanki HÜDA PAR ittifaka alınmamış olsa idi, yine de Erdoğan’a oy vermeyecek miydi? Öyle ise neden HÜDAPAR’ı alıp, AK Parti içinde bazı çevreleri rahatsız etmektedirler? HÜDA PAR’ı ittifaka açıktan almak, getireceğinden fazla oy kaybettirmez mi? Zira getireceği oy yoktur, çünkü o oylar zaten onlarındır; her hâl ve şart altında. HÜDA PAR’ı sahneye çıkarmak, deyim uygun düşerse, tehdit etmek amacı ile değil, ama silah göstermektir. Bu da seçim konusunda sandıkları yok etme olasılığını düşündürmelidir. Gel ki bizim solun, Kılıçdaroğlu’nu kurtarıcı olarak görmesi nedeni ile gözleri de görmez, akılları da çalışmaz hâldedir. Ama yine de bunun üzerine düşünmeye davet ediyoruz.
Aynı şekilde deprem bölgesinde devletin açık iç savaş taktikleri ile devrede olması, düşündürmelidir. Bu oy için yapılamaz. Bu, Saray’ı saran korkudur ve doğrusu korkarak kaçmıyorlar, korkarak saldırıyorlar. Çakıcı’nın adamlarının jandarma komutanını ziyaretini açıktan ortaya koymaları, tam da bu iç savaş tutumunun göstergesidir, katliamcı devlet politikalarının savunulmasıdır. Deprem, bir afet değildir, depremde yaşananlar, deprem sonrasındaki devletin tutumu, katliam politikalarının ta kendisidir. Onun için meşruluk diye bir tartışma Saray Rejimi’nde yoktur. Kaldı ki, burjuva muhalefet, devletin sesini duyduğunda defalarca susmuştur, bunun onlarca kanıtı vardır. Burjuva muhalefet, meşru olmayan seçimlerde sokağa mı çıkmıştır? Tersine, kendini halkın tepkisini söndürmekle görevli saymaktadırlar. Halka, sokağa çıkmayın, iç savaş çıkar demektedirler.
Üçüncü senaryo da var elbette. Seçim sonrasında başlayacak süreç, mesela bir darbe ile Saray Rejimi’ni tahkim edebilir.
Bu olasılıkları artırmak mümkündür.
Ama saymak yerine, net olarak şunu söylemek gerekir: Saray Rejimi, seçimle gelmemiştir ve seçimle gitmeyecektir. Mesele Erdoğan meselesi değildir. Erdoğan yerine başka bir isim koyarak işi sürdürmeleri olanaklıdır.
Savaş politikalarını görmeden, seçim üzerine ham hayaller kurmak büyük bir risktir.
6
Şimdi, Şakacı Abla’ya bakabiliriz. Akşener, birdenbire, sanki Kılıçdaroğlu’nun adaylığı onun için sürprizmiş gibi, sanki gerçekten İmamoğlu olsa kazanacakmış gibi, Kılıçdaroğlu kazanamaz ama İmamoğlu kazanır gibi bir tutumla masadan niye kalkmıştır?
Öyle ya, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı bir sürpriz değildir. Hele hele Akşener için hiçbir biçimde sürpriz değildir.
Şakacı Abla, bir anda masadan kalkar gibi yaptı. Bir taşla birkaç kuş vurma taktiğidir bu. Kendini rezil etme pahasına bunu niye yaptı? İmamoğlu ve Yavaş cumhurbaşkanı yardımcısı gibi bir kampanya yürüterek masaya dönmek, çocukça değil ise, masadan kalkma işi bir şaka olmalıdır.
Şakacı Abla, bir anda masadan kalkar gibi yaptı ve hemen sol partiler, açıktan Kılıçdaroğlu’na destek vermeye başladılar. Böylece HDP’nin aday çıkartması olasılığı da azaltılmış oldu. Sol, Kılıçdaroğlu’nu açıktan savunmaya başladı. Böylece sol, Kılıçdaroğlu’nun arkasına dizildi. Sanki, bu hamle olmamış olsa idi, sol yine Kılıçdaroğlu’nu desteklemeyecek miydi? Elbette destekleyecekti. Ama bunu daha cesurca yaptılar ve aradaki şerh düşme olasılıklarını ortadan kaldırdılar. Sol, Kılıçdaroğlu’nu sola çekmek yerine, kendisi sağa, daha da sağa kaymaya meyletti.
Bu hamlenin amacı, iç savaş politikaları, savaş politikaları içinde anlamlıdır. Savaş naraları yükselirse ve seçim iptal edilirse, sol kendini bağlamış oldu ve sesini yükseltme, direnişe geçme olanağını yok etmiş oldu. Örgütlü güçler olmadan direnişin gelişmesi çok güçtür. İşte savaş ve iç savaş politikalarını görmeden, seçimi görmek dediğimiz şey budur.
Bu, iç savaş politikalarının içindedir. Saray Rejimi baskı ve şiddet ile giderken, burjuva muhalefet, öteden beri, halktaki öfkeyi oyalayarak, sahte umutlarla, seçimi bekle diyerek bastırmakla görevlidir. Bu süreç bir kere daha işletilmiştir. Ve etkili olduğu açıktır.
Şakacı Abla, ayrıca, bu hamle ile, İYİ Parti içinde Kılıçdaroğlu’na, Alevi olduğu için oy vermeyecek olanlara, alternatifsizliği de göstermiş oldu. Böylece, Şakacı Abla, Kılıçdaroğlu’nun kendisine verdiği milletvekili desteğinin karşılığını da ödemiş oldu. Şimdi, İYİ Parti içinde oy vermeyecek olanların bir bölümü de Kılıçdaroğlu’na oy verecektir.
7
Türkiye, son derece ciddi bir ekonomik ve siyasal krizin içindedir. Uluslararası alanda ABD’nin tetikçisi rolü, TC devletini savaş politikalarına bağımlı hâle getirmiştir. Ne ekonomik krizin, ne de bu savaş politikalarının, burjuva siyaset içinde bir çözümü yoktur.
Bu durum, TC devletinin, burjuva muhalefeti de dâhil, Saray Rejimi de, tüm güçlerinin halktan korkusunu artırmaktadır. Bu nedenle, halkın, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin direnişini daha sert yöntemlerle ezme isteği devrededir. Bu istek, aynı zamanda halkın, işçi ve emekçilerin, birikmiş öfkesinin de kontrol edilmesini bir politika olarak uzun zamandır devreye sokmalarının da nedenidir. Bu ikili politika, iki temsilcide ifadesini bulmaktadır. İlki Saray Rejimi eli ile, ikincisi ise, sözüm ona, ona muhalif olan burjuva muhalefet eli ile devreye sokulmaktadır. Böylece, sanki kitlelere bir alternatif sunulmaktadır. Bugün, ortada bir neden yokken, seçimin iptal edilmesi, daha ciddi tepkilere yol açabilir. Oysa uygun bir yol ve yöntemle seçimlerin iptal edilmesi, bir ulusal felaket senaryosu ile etkili olabilir. Bu açıdan, solun CHP kuyruğuna eklenmesi, kendi bağımsız politikalarını devre dışı bırakması gereklidir. Bunu sağlamaya çalıştıkları açıktır.
Eski bir sözdür, Osmanlı’da hile bitmez. Saray Rejimi, Allah’ın cebinden peygamberi çalma konusunda mahirdir. Bu nedenle iş bitti havasına girmek, hele hele devrimci hattı terk etmek büyük hata olacaktır. İşçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin, kısacası direnenlerin iradelerini örgütlemek esastır. Bu irade başkalarına teslim edilemez.
Bu durum, solun Ecevit’in kuyruğuna takılmasını andırmaktadır. Farkı şudur, Ecevit daha sol bir tutumun işaretlerini veriyordu, şimdi ise Kılıçdaroğlu, daha da sağa yaklaşmaktadır.
Biz devrimci sosyalistler, direniş hattını örgütlemekle yükümlü, görevliyiz. Yapmamız gereken budur.
Biliyoruz ki, Saray Rejimi’ni alaşağı etmenin, bir genel direniş örgütlenmenin olanakları vardır. Elbette zordur. Ama zaten devrimin kendisi de kolay bir süreç değildir.
Ham hayallere kapılarak, salt seçim gündemi ile mücadele sürdürülemez. Bu büyük hata olur. Bunun yerine, var olan, baskı ve şiddete rağmen sönmeyen direniş çizgisini geliştirmek gereklidir. Bu direniş hattı, daha örgütlü olmak zorundadır.
Gerçekte, Erdoğan, zaten meşru değildir. Sadece diploması nedeni ile değil. Sadece hastalığı nedeni ile değil. Aynı zamanda seçimleri çalmıştır. Atı alan Üsküdar’ı geçti sözü, bir itiraftır. Ama aynı zamanda Erdoğan’ın adaylığı da yasal değildir. Ortada öyle bir tablo vardır ki, 100. yılında TC devletinin seçim yasaları bile belli değildir. Öyle Suriyelileri oy kullandırarak vb. seçim kazanmak değildir mesele. Bunu zaten yaptılar. O seçimler de meşru değildir. Mesele 10 bin oy, yüz bin oy meselesi değildir. Gerçekte Saray Rejimi’nin adayı kim olursa olsun, demokratik bir seçimde alacağı oy yüzde 10-20 bandındadır. Mesele paramiliter güçlerle, iç savaş koşullarında, olağanüstü hâl koşullarında, tüm yasal prosedürleri ortadan kaldırarak bir seçim senaryosuna bu denli kilitlenmektedir. Kimse aptal değildir. Erdoğan çoktan kaybetmiştir. Dünyanın hangi Batılı ülkesinde demokratik seçimler olmaktadır? Bu devir çoktan kapanmıştır.
Savaş politikalarını görmek önemlidir. İçinde yer aldığımız coğrafyada ABD emperyalizmi, her türlü savaş oyunlarını devreye sokmuştur. Balkanları, Kafkasları, Karadeniz’i, Akdeniz’i, Ortadoğu’yu karıştırmak için sayısız olanağa sahiptirler.
Efendilerin, emperyalistlerin, onların uşaklarının insanî değerleri yoktur. Kapitalist sistemde insanî değer yoktur. Kapitalizm, insanlığı yok ederek, insanı insan olmaktan çıkartarak hayat bulmaktadır.
Bu nedenle, işçi sınıfının, direnmek dışında yolu yoktur.
Sistemi alaşağı edecek güç, işçi sınıfı, devrimci işçilerdir. Bugün, ülkemizde, bunun olanakları vardır.
Seçimleri çok çok aşan bir savaş sürmektedir. Bu koşullarda, işçi sınıfının devrimci öncülere ihtiyacı vardır.
Cepheler son derece nettir. Biz devrimci sosyalistler, işçi sınıfının devrimci hattını hiçbir koşulda terk etmeyeceğiz.