Ama gerçekte bu sadece Erdoğan’ın savaşı mıdır?
Bu savaş, aynı zamanda tüm devletin, yüzlerce yıllık geleneğinin yeniden boy atması mıdır? Halkları kendine düşman gören egemenlerin, halkları bastırmak, kendi egemenliklerini ebedi kılmak için, eski metotları yeniden, modern yollarla devreye sokması mıdır?
Düne kadar, AK Parti-Erdoğan ile daha çok ordu olmak üzere devlet kadroları arasında var olan kavga, birden bire rafa kaldırıldı. Dün Erdoğan’a ateş püsküren, onun vatan hainliğinden dem vuranlar, bugün, halkın hafızası ile alay edercesine, Kürt özgürlük hareketine karşı savaş kışkırtıcılığında Erdoğan’la yarışıyorlar.
Bugün, devreye sokulan savaş, elbette Erdoğan’ın özel isteklerinin, saltanat arayışının, başkanlık arayışının bir sonucudur. Ama sadece onun değil.
Bu savaş, aynı zamanda, TC devletinin, ABD başta olmak üzere emperyalist güçler adına Ortadoğu’da yürüttüğü tetikçiliği, tetikçisi olduğu yağma savaşının içeriye ilk yansımalarından biridir. Dünya gericiliği, ülkemizde ve bölgemizde, insanlığın, özgürlük ve barışın gelişimini istemiyor. Bu nedenle, topyekûn bir savaş yürütüyorlar. IŞİD’in arkasındaki güçler bunlardır.
Bu savaş, Kürt devrimini boğmak, Gezi süreci ile birlikte su üstüne çıkan Anadolu’nun tüm tepkisini bastırmak ve bölgede mayalanmakta olan özgürlük, eşitlik, sosyalizm, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya arayışını yok etmek üzere geliştirilen karşı-devrimin bir yeni örgütlenmesidir.
Bu üç neden üst üste, savaşın boyutlanmasını sağlamaktadır.
Erdoğan’ın ihtirasları, muktedirin bitmez başkanlık düşleri, bu savaşı ölçüsüz, kuralsız hâle getirmektedir.
Suruç saldırısı, savaşın yeni boyutuna en net işaret eden bir saldırıdır ve Kobanê nezdinde gelişmekte olan her devrimci hareketi boğmak için karşı-devrimin gelişimidir. Bu yeni gerici saldırının, bu yeni karşı-devrimin ülkenin her alanına yayılacağı kesindir. Amaçları budur.
Suruç saldırısı ilk değildir. Ağrı’da başlayan, arkasında Efkan Ala ve ekibinin olduğu açık olan saldırı, Adana-Mersin’de HDP binalarının bombalanması, Diyarbakır’da miting alanına bomba yerleştirilmesi, savaşın bu yeni uygulamalarını ortaya koymaktadır.
Aynı anda devlet, işçi-memur eylemlerine, devrimci harekete, aydınlara, gazetecilere vb. de saldırıyı artırmaktadır.
1915 katliamının 100. yılında, TC devleti, yeni katliamlar planlamaktadır. Bugün, Kürt halkının örgütlü bir gücü olması, bu nedenle büyük bir olanaktır. Bu nedenle, sürekli olarak PKK’ye silâh bırak çağrısı yapılmaktadır. Suriye’de IŞİD’i destekleyenlerin, neler yapabilecekleri konusunda, bugün değil, bizim, 1915’ten, hatta daha öncesinden de fikrimiz vardır.
Ancak tüm bu savaş süreci, gerçekte, ne Erdoğan’a, ne de TC devletine yardımcı olacaktır.
Erdoğan, 7 Haziran seçimlerini tanımamaktadır.
Burhan Kuzu, okuduğu hukuk kitaplarına ihanet ederek, halka, “bu kadar da olur mu, bu muhalefetin nesine oy verdiniz, bu kadar hizmeti olan bir başkana neden oy vermediniz” diye azarlamalara girişmektedir. Erdoğan ve çevresi, halkın 7 Haziran’da ortaya koyduğu iradeyi tanımamaktadır. 7 Haziran seçimlerinin tüm adaletsiz seçim yarışına rağmen, tüm hukukdışı uygulamalarına rağmen, ortaya çıkardığı tablo, seçim barajının yerle bir edilmesi, Erdoğan ve devlet güçlerini rahatsız etmektedir.
Seçim öncesinde başlayan saldırılar, iç güvenlik yasası gibi yasaların devreye sokularak olağanüstü hâl uygulamalarının devreye sokulma hazırlığı, bugün, seçimin üzerinden 2 ay geçtikten sonra kendi niteliğini tam olarak ortaya koymaya başlamıştır. Kürt illerinin çoğunda, olağanüstü hâl uygulamaları devreye sokulmuştur.
“Kardeşim Esat”tan, “düşman Esed”e geçiş sürecinin bir benzeri, barış sürecinden savaş sürecine geçişte ortaya konmaktadır. Hem Erdoğan, hem de devlet geleneği, bu konularda rota değiştirmekte yeteneklidir, bunu her aşamada bir kere daha görebilmek mümkündür.
Erdoğan, yeni bir seçimi devreye sokma niyetindedir.
Bunun için, öyle anlaşılıyor, parlamentoyu da feshetmeden, AK Parti’nin iktidarı altında yeni seçim sürecine gireceği anlaşılmaktadır.
Buradan bir net sonuç çıkmaktadır: Erdoğan, AK Parti’nin birkaç günlüğüne dahi olsa, iktidardan uzak kalmasına tahammülü yoktur. O kadar büyük bir korku içindedirler ki, bir günlüğüne dahi olsa iktidarı terk etmek istemiyorlar.
Demek ki, net olarak devlet olanaklarını kullanarak, yenilenecek olan, muhtemelen de Kasım’da gerçekleşecek olan seçime gitmek istiyorlar.
İki amaçları olduğu açıktır; birincisi, HDP’yi baraj altında bırakmaktır. İkincisi, oy hırsızlığı ile oylarını artırmaktır.
Bu yolla, çoğunluğu sağlayıp, parlamentoyu devre dışı bırakıp, Erdoğan’ın başkanlığına giden yolu döşemek istiyorlar.
Peki bunu başarabilecekler mi?
Çok ama çok zordur. Halkların nezdinde barış süreci gelişmiştir, barış özlemi derinlik kazanmıştır. Bu nedenle, bugüne kadar, 6 aydır sürdürdükleri savaş, halk nezdinde geri tepmektedir. TV kanallarının tüm çığırtkanlığına rağmen, halk bu sürece “terör ve teröre karşı savaş” demiyor. Açık olarak bu bir savaş olarak tanımlanıyor ve bu açıdan, işleri zordur. Buradan AK Parti’ye bir oy devşirmeleri mümkün değildir. AK Parti, daha da kötü bir sonuçla karşı karşıya kalacaktır. Yeter ki, seçimlerde büyük hileler yapılmasın.
Erdoğan, bu hile işini garantiye almak için, ABD’nin Ortadoğu’da içine düştüğü zor durumu fırsat bilerek, üsler karşılığında ABD’den seçim hileleri konusunda destek istemişe benzemektedir. TC tarafı, üslerin Suriye sınırında güvenli bölge karşılığı verildiğini söylemektedir. Oysa ABD tarafı bunu açıkça yalanlamaktadır. Bu durum, elbette arkada başka ne gibi pazarlıkların olduğu sorusunu gündeme getirmektedir. Erdoğan, seçim meselesi ve başkanlık ihtiraslarına öylesine kapılmıştır ki, bu konuda ABD ile nelerin pazarlığının yapıldığını tahmin etmek bile mümkün değildir.
Bu savaş ve saldırgan politika, bu karşı-devrim saldırısı ve bunun ülkenin her alanına yayılması, AK Parti’ye bir artı oy getirecek gibi durmamaktadır. Halklar, bu savaş çığırtkanlığına prim vermeyecek gibidir. Bu durumun Erdoğan ve ekibi tarafından da görüldüğü açıktır.
İşte bu nedenle Erdoğan, savaşı, daha da boyutlandırmaktadır, ki devlet güçleri de bu yeni hazırlıklardan son derece memnundur.
Benim esnafım polistir, hakimdir, savcıdır, alperendir, çağrıları bunun bir parçasıdır.
Muhtarlara muhbirlik dayatmaları bu yeni sürecin bir parçasıdır.
Basına dönük kontrolün genişletilmesi bunun bir parçasıdır.
Bu, karşı-devrim örgütlenmesidir.
Bu, iç savaş örgütlenmesidir.
İşte Erdoğan, bu önlemleri de alarak, kendine bağlı bir kontr-gerilla örgütlenmesi ile süreci kontrol edeceği düşüncesindedir.
Ancak tüm bu önlemlerin ters tepmesi, çok daha büyük bir olasılıktır. Seçimler yenilendiğinde daha büyük bir oy kaybı ile karşı karşıya kalmaları çok büyük bir olasılıktır. HDP, değil %10 barajını geçmek, daha da ileri giderek, net olarak üçüncü parti olma olanaklarına sahiptir.
Öte yandan, tüm bu savaş, TC devletinin kazançlı çıkacağı bir savaş olacak mıdır? Erdoğan’ı bir yana bırakırsak, devletin de bu savaştan kazançla çıkacağı tartışılırdır. Kürt halkı örgütlüdür. Bu örgütlülük, 1990’lardaki savaş taktiklerinin daha kapsamlı olarak ortaya konması durumuna dahi hazırlıklı olmak demektir.
Öte yandan, bu karşı-devrim dalgasının, bu yeni gericiliğin, Batı’da da sonuç vermesi olanaklı değildir. Batı’da, devlet güçleri milliyetçiliği yeniden yükseltemeyecektir. Gezi ile başlayan direniş ve uyanış sürecinin ancak hızını durdurabilirler, yoksa onu ters yöne çeviremeyeceklerdir. Bugün bazı çevrelerden ilk anda yükselen, PKK bu savaşa yanıt vermesin, sessiz kalsın çağrıları, gerçekte, gerçek saldırganın devlet olduğu gerçeğini de ortaya çıkarmaktadır. Ve kuşku yok ki, Erdoğan ve devletin bu yeni sınır tanımaz saldırıları karşısında sessiz kalmak, onları düşünmeye, savaş yolundan alıkoymaya yetmeyecektir.
Evet, biz devrimcilerin, Batı’da örgütlenmelerimiz zayıftır, halkların Batı’da örgütlenmesi çok geridir. Ama daha geriye gideceği yolundaki umutlar da hayaldir. 12 Eylül darbesinden buyana gidilebilecek en geri noktaya, örgütlenme açısından zaten gittik. Tersine, ağır bir ilerleyişle de olsa, bu örgütlenme gelişecektir. Gezi’yi takip eden eylemlerin bir kaçını bile anmak yeterlidir, Soma, Torunlar inşaatta işçilerin asansörde ölümü sonrası eylemler, Bursa’da işçi eylemleri, Özgecan’a tecavüz sonrasında gelişen eylemler, 6-8 Ekim eylemleri ve diğerleri. Bunların tümü, göstermektedir ki, muktedirden rahatsızlık had safhadadır. Halkların günlük yaşamları artık çekilmez hale gelmiştir. Ve tüm gelişen saldırılara karşı, her mahallede, kendini koruma isteği gelişmektedir, gelişecektir. Bu karşı-devrim saldırıları, halkların tepkisi ile karşılaşacaktır.
Kendi halklarına karşı savaş, devletin her zaman bir refleksi, bir geleneği olagelmiştir. Her zaman devlet, bu topraklarda yaşayan halkları kendi potansiyel ya da fiili düşmanı olarak görmüştür. Bugün de bu durum değişmemiştir.