“Muzaffer savaşçılar önce kazanır sonra savaşa girerler, mağlup savaşçılar önce savaşa girer sonra kazanmaya çalışır.”[1]
Bu yazıyı okumadan önce okuyucudan başlık üzerine biraz düşünmesini, savaşmaktan zevk almak denince aklında canlananları irdelemesini istiyorum. Keza bu yazıyı okuduktan sonra aklında canlandırdığı ilk fikirler ile karşılaştırma yapmanın, konuyu derinleştireceğini umuyorum.
Giriş
“Hayat denilen kavgaya girdik” diye başlar Avusturya İşçi Marşı. Yani savaş, yaşama içkin. Tabii bir de diyalektiğin yasalarından biliyoruz karşıtların birliği ve savaşımını. Öyleyse savaş yaşamın olağan bir parçası. İlla harp meydanlarındaki gibi savaşlardan bahsetmiyorum. İnsanın doğa ile olan savaşımı gibi mikroplarla olan savaşından, üretirken madde ile olan savaşından, oyun oynarken birbirine karşı savaşından, sınıfın sınıfa karşı savaşından bahsediyorum. Harekete müdahale eden, onu yönetmeyi öğrenen insanın madde ile olan savaşından.
Bu yazının kaynağını, sanat özgürleşmesi serisinde bahsettiğim bir konseptten alıyorum. Bir ürünün içeriği, ürünün hammaddesi ile onu şekillendiren bilincin savaşıdır. Yani içerik aslında bilinç ve madde çelişkisidir. Bilinç ile maddenin savaşı sonucunda da biçim oluşur. Yapı ustası, taşın ve harcın direncine karşın bir yapı kurabilendir. Kısacası insanın madde üzerindeki özgürlüğü, onun savaşmayı öğrenmesinden geçmektedir.
Savaş
Savaşı anlamaya çalışırken karşımıza çeşitli kavramlar çıkar. Mücadele, kavga, çatışma, sıkıntı, çaba ve uğraş gibi kelimelerin eşlik ettiği savaş, kendisini çelişki ile var eder. Yani savaş, birbirleri ile çelişki hâlindeki olguların hareketidir. Karşıtların birliği ve savaşımı yasasında da tarif edilen bu durum, her türlü maddeye içkindir. Bu konuda Adalı’ya bir göz atalım.
Nesnelerin dış görüntüsünden iç yapısına doğru indiğimizde karşıt kutup ve eğilimlerle karşılaşırız. (…) Nesne bu karşıt taraflardan ne biri ne de diğeridir. Bu karşıt tarafların bir birliği ve bütünlüğüdür. Örneğin atomu ele alalım. Atom (-) yüklü elektronlarla (+) yüklü protonların birliğidir. Tek başına ne elektron ne de proton bir atom değildir.
Bu örnekten de anlaşılacağı gibi karşıtların birliği çelişkili bir birliktir. Karşıt yanlar hem birbirini içerir, hem de reddeder.[2]
Karşıtların birliği diyalektik çelişki anlayışının özgül özelliklerinden yalnızca biridir. Karşıtlar nesne ve süreçlerde yalnızca karşılıklı birlik içinde bulunmazlar, aynı zamanda birbirlerini karşılıklı olarak dıştalar ve iterler. (…) Bu diyalektik çelişki anlayışının diğer bir özgül özelliğidir ve ifadesini karşıtların birbirleriyle savaşımı kavramında bulur.
Lenin karşıtların bu savaşımını gelişmenin kaynağı ve itici gücü olarak görür ve bu nedenle “gelişme karşıtların birbiriyle savaşımıdır” der.[3]
Nesne ve süreçlerde karşıtlar arasındaki savaşıma bağlı olarak, karşıt yanlardan biri diğerini dıştalar. Bu dıştalamayla birlikte karşıtların birliği de son bulur. Yani, karşıtların yeni özgül birliğine son vermek için yeni bir nitelik oluşur.
Bu yeni nitelik içinde yeni karşıtların savaşımına tanık oluruz. Böylece gelişme, karşıtların savaşımı olarak sürer. O hâlde karşıtların birliği sınırlı, geçici ve görelidir. Ama onlar arasındaki savaşım ise mutlaktır. Demek ki hareket ve gelişme bir dış dürtüyle değil karşıtların savaşımı olarak gerçekleşir. Burası son derece önemlidir. Hareket, öncelikle dışsal bir şey değil, maddenin kendi varlığı ile bağlı bir gerçekliktir. Madde hareketsiz var olamaz demek budur.[4]
Yani savaş her daim nesneye içkin olup yapısı değişse bile farklı çehrelerle daima sürer. Öyleyse sorun savaşın varlığı değil, izlediği yoldur. Onun hangi süreçlerle hangi şeyler arasında geliştiği, hareketi nasıl etkileyip nasıl bir seyir izlediği önemlidir. Böylece savaşın seyrini belirleyen çelişkilerin çeşitliliği önem kazanır. En genel hâliyle iç ve dış çelişkiler, ana, tâli ve baş çelişkiler, uzlaşmaz ve uzlaşmaz olmayan çelişkiler bulunur.
Savaş her çelişki biçiminde farklı işler. Uzlaşmaz bir çelişkide (işçi ve patron gibi) savaş kaçınılmazken uzlaşmaz olmayan bir çelişkide (işçi ve köylü gibi) kendini göstermeyebilir. İç çelişki (acıkmak gibi) sürekli bir savaş hâlindeyken dış çelişki (iklim gibi) koşulların değişmesiyle savaşı da bitirebilir. Ana çelişkiyi (sınıf çelişkisi gibi) çözerken verilen büyük bir savaş, tâli çelişkileri (ırkçılık gibi) çözerken verilen savaşlardan daha işlevsel olabilirken, baş çelişkinin (ulus sorunu gibi) çözümü, ana çelişkideki savaşa ortam hazırlayabilir.
İnsan, tarihin öznesi olarak doğayı değiştirip dönüştürürken kendisi de değişip dönüşür. Burada savaş, insanın doğayla olan çelişkisiyle başlar. Sınıflı toplumlarda doğa ile savaşım sürerken, ana çelişki sınıf savaşı olur. Sınıfsız topluma geçince artık çok daha gelişmiş biçimiyle doğayla olan savaşı ana çelişki hâline döner. Yani insan daima savaşır ve gelişir. Kimi zaman savaşıp savaşmayacağını seçebilirken kimi zaman savaşta bir saf tutmak zorundadır. Savaşın seyrini belirleyen onun tuttuğu saflar ve savaşı yönlendirdiği yollardır.
Savaşçı olmak
Öğrenmelisin denizin dilini,
kayalıkların yeri
ve hangi rüzgârın seni nereye götüreceği
önemli
elbette akıntıları da muhakkak öğrenmeli,
ayrıca tüm bunları yaparken
gemi tıkır tıkır işlemeli
demem o ki sevdalı çocuk
güverteyi yıkamak,
yelkenleri onarmak
ve mutfakta yemek hazırlamak
sandığından da önemli işlerdir;
muntazam işleyen bir gemi
zaferi ellerinde bilmeli.[5]
Savaşçılık, savaşı ve savaş alanını bilmekle, büyüklü küçüklü pek çok çelişkiyi çözmekle, eylemden öğrenip, hareketi yönetmekle alakalıdır. Hayata yönelik başka bir yaklaşımın, savaştan kaçmanın değil savaşı yönetmenin bir tarifidir. Çalışmanın, dinlenmenin, eğlenmenin, nereye vurulacağının, neyden kaçılacağının, ne yapılıp yapılmayacağının kararını verebilendir savaşçı. Yani savaşçı, emeğini savaşmaya veren, çelişkiyi emeğiyle çözendir.
Savaşta sıkça iki eğilim göze çarpar. Bir yanda çok çalışan fedailer bulunur. Sürekli eyleyen, durmak bilmeyen, dinlenmeyi unutup kendini paralayanlar. Bir yandaysa çalışmaktan kaçan aylaklar bulunur, eylemden çekinen, savaştan irkinen, çalışırken eziyet çekenler. İki eğilim de savaşı bir çile olarak görmenin sonucudur. Çile çekmenin yüceltilmesiyle feda kültürü beslenir, savaştansa çekilen acılar, yapılan işkenceler, ödenen bedeller tartışılır. Öte yandan çile çekmekten korkulduğunda engeller gözde büyür, savaştan kaçmak için bahaneler uydurulur, işe girişmemek için yalanlar söylenir. Bir taraf çalışmanın, bir tarafsa çalışamamanın kurbanı olur kısacası.
Oysa savaşmak yaşamın bir parçasıdır. Savaşmayı çileyle özdeşleştirmeye gerek yoktur. Çelişki hareketin kaynağı olduğundan savaş gelişimin temelinde bulunur. Savaşı çilenin değil gelişimin anahtarı olarak gören savaşçı, ondan zevk de alabilir. Keza savaşmak, çalışmak kadar dinlenmeyi, odaklanmak kadar eğlenmeyi, üretim kadar yeniden üretimi de barındırır.
Gelişim
Savaşı gelişimin anahtarı olarak gören savaşçı için her çözülen çelişki, başka bir çelişkiyi doğurur. Çelişkiler çözüldükçe başka çelişkilere yol açar, artık geçmişin aşılan sorunları yerine daha nitelikli, daha karmaşık problemler karşısına çıkar. Bu durum bir yandan tarihi ilerletirken bir yandan da savaşçıyı geliştirir. Geçmişi yıkan savaşçı yeniyi kurma mücadelesinde çözdüğü her çelişkiden güç alır.
Gelişim hayatın her yerindedir. Vücut geliştirmekten sendika kurmaya, müzik aleti çalmaktan konuşma yapmaya, doğrusu ve yanlışından öğrenilen her eylem savaşçıyı bir adım ileriye taşır. Ancak gelişimin yönü çelişkinin nasıl çözüldüğü ile ilgilidir. Öldürmeyen şey güçlendirse de, sakat da bırakabilir. Doğada her türlü bilgiye kanıt bulunabildiğinden, çelişkiyi doğru çözmek kadar bundan doğru şeyleri öğrenmek de önemlidir.
Öyleyse savaşçı, sıkıntıyı aşılmaz bir engel olarak görmektense hareketi büyütebileceği, ondan öğrenebileceği ve çözmesi gereken bir çelişki olarak görmelidir. Çelişkiyi çözemezse yanlışını bulabilir, çözebilirse doğrusundan öğrenebilir ve çelişkiyle kurduğu ilişki sonucunda gelecekte daha nitelikli işler çıkarabilir. O zaman “sıkıntı yoksa sıkıntı vardır” sözü, savaşçı için daha da önem kazanır.
Ancak sıkıntı ile fazla haşır neşir olmak, sıkıntının fetişleşme tehlikesini barındırır. Kişi sıkıntıyı çözmeye yönelik araçları amaçlaştırabilir, sıkıntı üzerinden kendini tanımlayabilir veya sadece sıkıntıya bakıp ilerisini unutabilir. Bazı devrimcilerin faşizmi geriletme derdiyle yola çıkıp devrimden kopma durumu buna iyi bir örnektir. Ya da kendini bir şeyin karşıtı olarak (antifaşist, antikapitalist, antiemperyalist vs.) tanımlarken yerine yeni bir şey inşa etme fikrini kuramamak da bununla alakalıdır. Önündekine fazla odaklanmak, sorunun büyüğünü görememeye neden olabilir.
Bunun bir yanında ise derdini sevme hâli bulunur. Devrime inanmadığı hâlde devrimci olmak veya sorumlu hissettiği için çile çekmek bunun örnekleridir. Tanrılara karşı geldiği için bir kayayı sonsuza dek tepeye yuvarlayan Sisifos’u düşünelim. Camus, Sisifos’un çilesi olan kayayı sahiplenip mutlu olacağını iddia eder. Oysa Sisifos hep aynı işi yaparak bir şey geliştiremediği sürece mutlu olamayacaktır. Ancak kayayı yuvarlamayı öğrenen, bununla bir değişim yaratan veya bu işten kurtulan bir Sisifos mutlu olabilir.
Gelişim, savaşın bir parçası olduğundan savaşçı gelişimi örgütleyebilir. Böylece sorun savaşçının buraya harcadığı emek hâline gelir. Bazen çelişkilerin çözümü çok yoğun bir emek istediğinden kişinin gözüne korkutucu gelebilir. Dolayısıyla da savaş sanatını tartışmak önem kazanır.
Savaş sanatı
Lao Tzu, Tao Te Ching isimli kitabında eforsuz eylemden bahseder. Taoizmde önemli bir yeri olan bu ilke en özet hâliyle en az eforu sarf ederek en çok etkiyi almayı öğütler. Örneğin karşıdakini devirmek isteyenin var gücüyle saldırmaktansa rakibin ayağını kaydırarak dengesini bozması çok daha kolaydır. Sun Tzu da, Savaş Sanatı’nda bu ilkeyi kullanır. Taoizm başka bir yazının konusu olsa da Savaş Sanatı’nın okunmasını önemli buluyorum.
Savaş sanatı, eforsuz eylem ilkesinden hareketle savaşçının kaybını azaltıp kazancını artırmayı hedefler. Öyle ki en iyi komutan daha savaş başlamadan masada kazanandır. Elbette Sun Tzu, savaşı şimdi ele aldığımız gibi değil, harp meydanındaki anlamıyla kullanır. Savaş başladığında yapılacak en iyi şey zararı olabildiğince azaltarak düşmanı yenmektir. Savaşın getirisi olduğu kadar götürüsü de çok olduğundan ya savaş hiç başlamamalı ya da hızlıca sonlanmalıdır.
Aynı bakışla savaşçı, en az eforla en çok etkiyi almayı hedefleyerek önceden yapamadıklarını yapabilir. Oduncu damarların arasından tek vuruşta odunu keser, kasap kasların arasından tek bıçak darbesiyle eti soyar, Eylemci tek sloganla kitleyi yönlendirir, ressam tek çizgi ile kuş çizer. Savaşçının işi sadece işiyle boğuşmak değildir. İyi savaşçı, işini yaparken en az dirençli yolları arar, uygun araçları ve teknikleri bulur, emeğinden alacağı verimi artırarak savaşı bir sanata çevirir.
Savaş sanatını bilmek, savaşmayı sonsuz bir çaba yumağından çıkarıp elle tutulabilir hâle sokar, umutsuz görünen bir uğraşa yol yordam verir. Teknolojinin gelişmesi de bununla ilgilidir. Zor bir işi elle yapmak için savaşçı bazen diretebilse de buna uygun araç geliştirmek savaşın parçasıdır. Savaşta önemli olan işe ne kadar çaba verildiği değil, çelişkinin çözülmesidir. Üç karpuzu taşımak için üç kollu olmaya gerek yoktur. Minimum çaba ile maksimum etkiyi yaratan eforsuz eylem bakışı, savaşçının daha çok işi daha kolay yapmasına olanak sağlar.
Odak
Eforsuz eylemin bir diğer yönü, yapılan iş üzerinde bütünlüklü bir anlayış ve kontrol sahibi olmaktır. Hedefi iyi tanıyan, ona nereden vuracağını da iyi bilir. Bu durum, iş üzerinde odaklanmayı gerektirir. Odak, bir hareketin merkezi veya ona yönelik bakıştır. Odak, neyle savaşmaktan nasıl savaşmaya, nereye vurmaktan ne zaman kaçmaya, işe dair her tür veriyi etkiler.
Odak, fotoğraf makinasının çalışma prensibi gibi düşünülebilir. Öndeki nesne netlendikçe geridekiler buğulanır. Yani odak nereye koyulursa gördüğü ve görmediği yerler olacaktır. Dolayısıyla işe bağlı olarak odak değişmelidir. Odak kimi zaman bir fabrikanın aylık sürecindeyken kimi zaman 150 yıllık emperyalizm tarihindedir. Somut duruma uygun somut tahlil, ona uygun odağı şart koşar.
“Tek bir yaprakla meşgul olursan, ağacı görmezsin. Tek bir ağaçla meşgul olursan da, tüm ormanı kaçırırsın.”[6] der eskiler. Kısacası odak sabit kalırsa bütün kavranamaz. Odak, hedefe uygun biçimde değişmezse göz önündeki gerçek kaçabilir. Devrimci için neyle savaştığını, nereye vuracağını bilmek hayatî önem taşır. Ancak odağı sadece vuracağı yere koymak sistemin bütününü kaçırmaya neden olur. Örneğin taktiksel olarak seçimleri kullanmak ile bir sömürgede seçimlerin emperyalizmden bağımsız yapılacağını düşünmek bambaşka iki duruştur. Bu, parçaya bakarken bütünü kaçırmaktır.
Öte yandan odaklanmak, aktif olarak odağı belirli bir noktaya çevirmektir. Yani kişinin sadece bakışını değil, emeğini de o odakta yoğunlaştırmasıdır. Bu durum dikkatini işine veren birini niteleyebildiği gibi, belirli bir enerjinin yoğunlaşmasını da ifade edebilir. Örneğin duvardaki çatlağa odaklanan küçük bir güç, onu yıkabilir. Harekete hâkim kişi, bütünün içinde parçanın yerini anlamakta zorluk çekmezken aynı zamanda parçaların bütünü nasıl yarattığını da görür. Eforsuz eylemin peşinden giden savaşçı, böylece az miktarda bile olsa emeğini odaklayarak büyük işler başarabilir.
Yani savaşçı sadece elindekiyle değil bütünle de ilgili olmalıdır. Çalgıcının çalarken kendinden geçmesi, yazılımcının tek oturuşta kodunu bitirmesi, konuşmacının salondaki herkesin kalbine hitap etmesi gibi örnekler işine odaklanarak nitelikli işler çıkartan savaşçıları betimler. Ancak bunların devrimcileşmesi, bu işlerin işlevlerini ve bütündeki yerlerini irdeleyerek mümkün olur.
Fakat bütün ile ilgili olmak, odağın sürekli kaydığı, pek çok işin aynı anda yapıldığı bir durum değildir. Her iş, ayrı odaklar gerektirir. Eğer ki her işe, o işin gerektirdiği gibi odaklanılmazsa ortaya yarım yapılan ürünler çıkar. Aynı anda iki iş birden yapmak ikisine de düzgünce odaklanamamaya neden olur. Vakitten kazanmak isterken üzerine düşünülmemiş iki iş yapılır. Aynı anda tek bir işe odaklanıldığındaysa niteliği artırmak çok daha mümkündür.
Odak, monoton ve rutin işlerin daha verimli ve çekici olması için de kullanılabilir. Bu işler uyarıcıların azlığı nedeniyle sıkıcıdır. İşe oyunsuluk katmak veya işin estetiğiyle uğraşmak odaklanmayı kolaylaştırır. Örneğin bulaşık dizerken kendini puanlamak, belli bir sürede veya biçimde dizmek kişinin işiyle ilişkisini değiştirir. Plan yaparken, ders çalışırken veya benzeri rutin işlerle uğraşırken yapay zorluklar eklemek, işi çekici kılar.
Benzer şekilde belirli bir fikre odaklanılması isteniyorsa, o fikrin hangi estetik yollar ile verildiği kritik önem taşır. En önemli fikir bile olsa eğer sıkıcı ve monoton bir tavırda, izleklikten uzak ve yavansa odaklanmak zor olacaktır. Dolayısıyla ürüne odaklanmayı sağlayabilecek bir estetik kurulmalı, odağı kendine çeken biçimler kullanılmalıdır.
Saldırı psikolojisi
Buraya kadar savaşın hayata içkinliğini ve gelişimin anahtarı olduğunu, eforsuz eylemi, savaşçının savaşı nasıl yönetip sanata dönüştüreceğini ve odağın önemini ortaya koyduk. Bunlar savaşa yönelik yeni bir kavrayış kurmak içindi. Tabii hayata dair radikal bir kavrayış, radikal eylemleri de beraberinde getirir. Konumuz sadece savaşçılık değil, devrimcinin savaşçılığıdır. Her daim çelişkiler çıkacaksa, devrimci olan bunları kökten çözmektir. Bu da ancak saldırı psikolojisi ile mümkündür.
Saldırı psikolojisi ile örgütlemek, önemli bir ayrım noktasıdır. Sınıf savaşımında, önemli netlik ve berraklığı yansıtıyor. Sosyalizm savaşının kabulünü ve uzlaşmazlığını anlatıyor. Savaşın taraflarının ayrılmasını gerektiriyor. Sosyalist devrimci hedefi ve aynı anlama gelmek üzere, zafer için hareket edenlerin basacakları moral zemin budur. Aynı yolda yürüyen devrimci dostlarımızla beraberlik çizgisini ve dost-düşman ayrımının netleşmesini sağlıyor. Bizim açımızdan, bu düzende hedeflenebilecek hiçbir ileri noktanın olmadığını gösteriyor, sosyalist devrim perspektifini koyulaştırıyor. Burjuvazinin bizi savaşa davet ettiği türünden, içi boş, anlamsız tekerlemelerden kurtarıyor; çünkü burjuvazinin varlığı savaşa davet etmesine gerek bırakmıyor. Her gün, yaşamın her anında savaşın varlığının nedeni oluyor.[7]
Sınıf savaşımı, içi boşaltılmamış olarak kavrarsak, savaşı anlatır. Savaş, klasik tanımlama ile politikanın devamı ise, burjuvaziye karşı savaş, sıcak karşılaşmaları anlatmakla beraber, ona indirgenemez. Zaman zaman sıcak karşılaşmalar savaş olmuyor, savaşın bir anı belki de şiddetin en fazla açığa çıktığı an oluyor. O an yaşanan çarpışma savaşın tümü içinde bir noktayı ve bir alanını yansıtıyor. Savaşın tüm boyutlarını yansıtmıyor. Fakat örgütlenmenin her aşamasında, günlük çalışmanın her noktası ve her alanında (ajitasyon, ideolojik çalışma, örgütlenme vb.) o sıcak çarpışma psikolojisi ile hareket etmek bir zorunluluktur. Sadece sıcak karşılaşmaları savaş olarak düşünmek, savaşımın, günlük yürütülen alanlarda aynı psikoloji ile davranmamayı beraberinde getiriyor, yaptığımız işleri küçümsememize neden oluyor. İnsanlar ve yoldaşlarımızla ilişkilerimizde, uzlaşmaya, yumuşamaya, kof bir hümanizmin gelişmesine yol açıyor. Biz bu nedenle “Ya Sosyalizm Ya Ölüm” sloganını, sadece sıcak karşılaşmaların sloganı olarak değil, günlük çalışmalarımızın yol gösterici bir belgesi olarak da kullanıyoruz.[8]
Adalı ve Soydan, devrimciye sadece savunmada kalmamayı, sisteme yönelik her açıdan saldırmayı anlatır. Devrimci sadece o anki koşullarla savaşmaz, sistemin bütünüyle savaşır. Dolayısıyla da mevzilerini her an ileriye taşımaya uğraşmalı, savunmada kalarak kendisini tüketmemelidir. On iki bin yıllık sınıflı toplumlar tarihi, sadece savunmada kalarak aşılamaz. Ancak saldırı psikolojisiyle örgütlenen teorik ve pratik savaşımlar yolu ile sınıfsız bir toplum kurulabilir. Bekir’in de dediği gibi, “Kendi idealleri için savaşmayı göze alamayanlar başkalarının idealleri için ölür.”[9]
Savaşmaktan zevk almak
Tüm bunlardan sonra, ana tezimize geri dönüyoruz. Savaşmaktan zevk almak. Şimdi tüm bu bilgilerle karşısına çıkan sorunları emeğiyle çözen, neyle savaştığını seçip taraf tutan, işine istediği gibi odaklanıp hedefi doğrultusunda az eforla çok iş yapan ve en önemlisi hayatın her alanında daha ileriye gidip bu sistemi yıkmaya çabalayan bir emekçiyi hayal edelim. Bu emekçinin savaşını sevmemesi, bunu bir çile olarak görmesi, bundan kaçması pek de olası görünmüyor benim gözüme.
Biraz daha somutlayalım. Köy köy gezen tiyatrocuyu, balkona asmak için Filistin bayrağı ören nineyi, okulunda yaşadıklarını duvarlara yazmaya çıkan genci, kortejde kullanmak için yürüyen sahne kuran devrimciyi, asılacak pankarta Denizleri çizen öğrenciyi, toplantı verimli geçsin diye hem güldürüp hem düşündüren sendikacıyı düşünelim. Her birinin ayrı zorluğu olan ve sistemin farklı çehreleriyle savaşmayı gerektiren bu örneklerin ortak yanı, sisteme bir taş attığını bilen, onu devirmek için savaşan, bu mücadeleye kendinden bir şey katan ve bunu yaparken kendini ve işini geliştiren emekçileri barındırması. Yani devrimci savaşçıları, savaşmaktan zevk alanları gözler önüne sermesi.
Tabii bu yazının kapsamını sınırlı tutmak gereğinden ötürü yaratıcılık ve hayal gücünü, heves ve tutkuyu, savaşım içerisinde alınan farklı duyguları ve zevk almanın psikolojik ve fizyolojik kökenlerini irdelemeye pek giremedim. Onlar da artık başka bir yazının konusu olacak.
Sonuç olarak demem o ki, savaşçı olmak için savaşmaktan zevk almaya illa gerek yoktur. Ancak samimi her devrimcinin savaşından zevk alabilmesi için büyük nedenleri vardır. Mücadeleyi büyütürken kendini geliştirmenin, kitlelerin kalbini kazanırken sistemi daha da deşmenin, eskiyi yıkarken yeniyi kurmanın yolu bu işi sevmekten, savaşmaktan zevk almaktan geçmektedir.
Öyleyse tekrarlayalım, savaşmadan kurulacak yeni bir dünya yoktur!
[1] Sun Tzu.
[2] Deniz Adalı, Diyalektik Materyalizm Tarihsel Materyalizm, III. Baskı, s. 84, Kaldıraç Yay. İstanbul, 2011.
[3] A.g.e., s. 85.
[4] A.g.e., s. 85-86.
[5] Bekir Kilerci, “Gemi-Denizciler”, Savaşçının Türküsü, Kaldıraç Y.
[6] Takuan Soho.
[7] Deniz Adalı, Fikret Soydan, Devrimci Yaşam, s. 85, Kaldıraç Y.
[8] A.g.e., s. 85-86
[9] Bekir Kilerci, “Kenardakilere”, Savaşçının Türküsü, Kaldıraç Y.