Ergün Atalay, kendisi Türk-İş’in başına çöreklenmiş, devlet ve Saray destekli sendika mafyasının önde gelenlerindendir. İşte bu Ergün Atalay, mikrofonların açık olduğunu unutmuş ve Bakan’ın kulağına “uzasa işi karıştıracağız. En azından kapattım böyle” derken, fısıldarken, mikrofonlar sesi dışarıya vurdu. Söyledikleri dışardan duyuldu.
Bunun üzerine, “gizli pazarlık” meselesi gündeme geldi. Atalay, bunun üzerine açıklama gereği duydu ve yaptığı açıklamada, “bugüne kadar ne ülkemi, ne mazlumu, ne de işçiyi sattım” dedi. Perinçek’in Aydınlık Gazetesi, hemen bu beyanatı öne çıkardı.
Fıkra şöyledir: Büyük şehirde bir kadınla yatmaya çalışan genç, ısrarlı aramalarının sonunda, bir “felaket” yaşar. Bir kadınla yatmayı beklerken, Anadolulu gururunu yerle bir edecek şekilde tecavüze uğrar. Dalgın dalgın şehrin sokaklarında dolaşırken, kalabalıkta bir adamla omuz omuza çarpışır. Çarptığı adam, “önüne baksana ibne” deyiverir. Genç adam, başını ellerinin arasına alır ve “demek dışardan da anlaşılıyor” der.
Ergün Atalay, Bakan’la, Erdoğan’la, devletle neler yaptığınız, “dışardan anlaşılıyor”. Ne fısıltılı konuşmanıza gerek var, ne kapalı kapılar ardına mikrofon var mı bakmanıza gerek var, ne de “ülkemi, mazlumu, işçiyi satmadım” diye Perinçek gazetelerine demeç vermenize gerek var. Dışardan anlaşılıyor. Ayan beyan.
Nasıl mı?
Bu ülkede 2018 yılının ağustosunda döviz kurları fırladı. O günden bu yana, tüketim maddelerine yapılan zam en az %50 civarındadır. Evet, konut satış fiyatları düşmüştür, daha da düşecektir. Kriz böyle bir şeydir. 100 bin TL’ye mal olan bir konutu 1,5 milyon TL’ye satarsanız, bu balonun bir gün patlayacağını herkes bilir. Bu balon daha tam da patlamadı. 1,5 milyon TL’lik konutlar, henüz 800 bin TL civarındadır. Ama siz de bilirsiniz ki, o pahalı konutlar sizin içindir, halk için değil. Yani, bize ev satış fiyatlarını göstermeyecekseniz, bize keçi boynuzunun fiyatını örnek olarak vermeyecekseniz, fiyatlarda artışın, enflasyonun 2018 yılında %40’ların üzerinde olduğunu bildiğinizi varsayacağız.
Enflasyon %40’lardan fazla iken, siz işçiler adına, 200 bin işçi adına, %8+4 ile sözleşme bağladınız. 2020 için ise %3+3 ile. Şimdi, siz işçileri satmadınız mı?
İşçi satmak, genelevlerde kadın vücudu pazarlamaktan biraz farklı gibi. İşin özü değişmiyor, ama sistem biraz farklı.
Akdoğan, sizin Erdoğan’a bağlılığınız üzerine bir makale yazdı. Sizi bu kadar övmelerinin nedeni, “yahu bu kadar az zamma ben bu işçileri nasıl razı edeceğim” dediğiniz ve Erdoğan’dan size kızgınlık selâmları geldiği için midir? Erdoğan devreye girince, %7+4 zammı komik bulduğunuz hâlde, %8+4 zammı “zafer” olarak görmeye başladınız.
Bakan’ın kulağına fısıldadığınız “uzasa işi karıştıracağız, en azından kapattım böyle” sözlerinin, Erdoğan’dan korkunuz nedeni ile olduğunu, arkada süren pazarlıkla ilgili olduğunu anlamamamız mümkün müdür? Dışardan belli oluyor! Ama ne yazık, sizin başınız ellerinizin arasında değil, sizde bir dirhem utanma da kalmamış. Siz, bu “dışardan anlaşılanı” her seferinde, sürekli yapıyorsunuz, sizinki artık bir “kaza” olmaktan çıkmış, bir “meslek” olmuştur. Ve emin olun, meslek olmasından gelen profesyonellikle “dışardan belli olmaz” düşüncesi yanlıştır. Belli oluyor ve tüm işçiler, ama tümü, onları nasıl sattığınızı biliyor.
Bu korkunuz nedeni ile söylüyorsunuz, “ülkemi satmadım” diye. İşçileri satınca, ülkenizi satmış olmuyor musunuz? Sizin bulunduğunuz mevki, sendika mafyasının Türk-İş’teki başıdır. Siz Erdoğan olsanız, Kaz Dağlarını da satardınız. Siz bakan olsanız, ülkenizin her alanını satardınız. Siz Türk-İş başkanısınız ve işçilerin kanını, alınterini, işçilerin onurunu satmakla yükümlüsünüz ve bunu da her seferinde satıyorsunuz. Satmadığınız bir tek an yoktur.
Enflasyon 2018’de %40. Ya 2017’de, ya 2019’da? Bunları alt alta toplarsanız, işçi ücretlerinin nasıl eridiğini göreceksiniz. Bir işçi, bir maaşı ile, 2016’da ne kadar et alıyordu, şimdi ne kadar alabilir?
2018 yılında acaba elektriğe ne kadar zam gelmiştir? Acaba, doğalgaza ne kadar zam gelmiştir? Acaba benzin fiyatlarına ne kadar zam gelmiştir? Acaba biranın şişesine ne kadar zam gelmiştir? Acaba meyveye, sebzeye, beyaz peynire ne kadar zam gelmiştir?
Acaba içeride süren konuşma şöyle mi sürüyor: Efendim %8+4 diyelim ama, benim de bir yazlığa ihtiyacım var ya da benim de şöyle bir derdim var ya da tüm Türk-İş yönetimi birer yazlık ister. Bunun detaylarını bilmiyoruz. Ama eminiz ki, siz Bay Atalay, siz biliyorsunuz. Ve bu da dışardan belli oluyor.
Ülkede enflasyon %40’larda iken, kamu işçilerine %8+4 ilk yıl ve %3+3 ikinci yıl için önermek, bunu sendika adına imzalamak, satmak değil ise, işçilere ihanet değil ise nedir?
Şimdi, hemen Türk-İş sözleşmesinin ardından Memur-Sen’e, kamu çalışanları için ilk yıl %3,5+3 ve ikinci sene için %3+2,5 önerilmektedir.
Buradan çıkan bazı sonuçlar var.
1- Krizin faturasını işçi ve emekçilere yıkmak denilen şey budur. Enflasyon karşısında alım güçleri düşen işçiler, gerçekte krizin bedelini ödemektedirler.
Devlet, bir yandan, işçi ve emekçileri açlığa mahkûm ediyor, diğer yandan ise, milyonlarca işçinin cebinden her gün 1 TL olsun çalmak için uğraşıyor. Her gün 1 TL çalmak, insanların farkına varmayacakları bir miktardır ama bu milyar demektir. Devlet, vergileri bu nedenle artırıyor, her gün bir başka vergi, bir miktar daha yükseltiliyor. Böylece, işçinin cebindeki paranın bir bölümü çalınıyor.
Ve ücretler enflasyonun beş-on kat altında tutularak, krizin faturası esas olarak çalışan milyonlara yıkılıyor.
Bu durum, devletin kimin devleti olduğunun en somut kanıtıdır. Vestel’e, yandaş firmalara trilyonlar bir günde aktartılıyor, kurtarma operasyonları yapılıyor. Ama işçilere, enflasyonun kat be kat altında maaşlar öneriliyor.
2- Bu durumun ana nedeni, işçi sınıfının örgütsüzlüğüdür. Türk-İş başkanı Atalay, hiç korkmuyor. Erdoğan’dan, Saray’dan korkuyor. Onlara işçiler hakkında raporlar veriyor. Direnişin nerede olabileceği, direnişin nasıl önlenebileceğini onlara anlatıyor. Ama işçilerden hiç korkmuyor.
İşçiler örgütsüzdür. Ve kabahatin tümü değilse bile, çoğu, büyük çoğunluğu işçilerindir.
İşçiler başlarında sendika mafyasını tutmaya devam ettikleri sürece, din, ülke vb. adına kendilerini esir hâle getiren, kanlarını emen sendika mafyasını dinledikleri sürece, maaşlarını daha da kaybedecekler, krizin faturasını ödemek zorunda kalacaklar, açlıkla yüzleşecekler, her şeylerini adım adım kaybedecekler, ailelerinin ve çocuklarının geleceği sönecek ve en fazla intihar ederek bu acıya son vereceklerdir.
Bu elbette bir kader değildir.
Ama bu, işçilerin bizzat kendilerinin, kendi iradeleri ile değiştirebileceği bir durumdur. Ne açlık, ne düşük ücretler, ne aşağılanmak, ne kandırılmak, ne sırtında boza pişirilmek, ne soyulmak kader değildir. Ne sendika mafyasına boyun eğmek, ne sendikalarını hayasız-kan emici sendika mafyasına kaybetmek kader değildir.
Bunu değiştirmek işçilerin kendi ellerindedir.
Açıkça, elektriğin gördüğü zammı, suyun, doğalgazın gördüğü zammı, simitin, sigaranın gördüğü zammı, çocuklarının okul malzemelerinin gördüğü zammı bilen bir işçi, karşısına çıkıp %8+4 aldık diye övünen, Bakan’ın kulağına “uzasa işi karıştıracağız, en azından kapattım böyle” diyerek aldığı rüşveti ifade eden, yürüttüğü kirli pazarlıkları itiraf eden bir kişiyi sendika başkanı olarak kabul etmez.
3- Artık, işçiler için, sendika mafyasının egemenliğine son verme zamanı gelmiştir. Sendika mafyası çürümektedir. Artık, Bakan’ın kulağına itiraflar yapmaktan kendilerini alıkoyamamaktadırlar. Artık, kriz büyüdükçe, Reis’in emrini yerine getirmek için ne kadar korkutulduklarını itiraf etmek zorunda kalmaktadırlar. Artık, arka planda “istenmiyorsam istifa edeyim” sözlerine Akdoğan yanıt vermekte, Atalay ile Erdoğan’ın çok uzun bir geçmişi var, diye yazmaktadır. Her yazdıkları bir itiraftır. Normalde bir sendika başkanının uzun mücadele geçmişi ile övülmesi mümkündür, oysa artık durum öyle değil, Erdoğan ile uzun geçmişi övgü-itiraf karışımıdır.
Sendika mafyası çürümüştür.
Bu yapı dağılmaktadır. Ama bir farkla. Bu sendika mafyası, armut gibi değildir. Çürüyünce kendi kendine düşmez. Daha çok devlet gibidir, çürüdüğü hâlde orada kalmanın bir yolunu ararlar. Bu nedenle, şiddete başvururlar, yalana başvururlar.
İşçilerin, sendika mafyasının düşmesini beklemeleri doğru değildir. Çürüdüğünü görüyoruz, öyle ise silkeleme zamanıdır. Silkelemeden düşmeyecekler.
Silkelemek için örgütlenmek gerekir
4- Silkelemek, işçi sınıfının esaret zincirlerinden kurtulması demektir. Devlet, patronlar ve sendika mafyası işçi sınıfını esir almıştır. İşçiler açtır, borçludur, gırtlağına kadar borca batırılmıştır, işini kaybetmekten korkmaktadırlar. Bu korkularla davrandıkları sürece, onurlarını da kaybetmeye başlamaktadırlar. Biz buna esaret diyoruz.
Bu esarete son vermek demek, örgütlenmek demektir.
Her yolla, her fırsatı kullanarak, sadece “yasal” yollarla değil, her yolla örgütlenmek gerekir.
İşçilerin dostları, diğer işçilerdir. İşçi sınıfı bir sınıftır ve sınıf dayanışması ile ayakta kalabilirler. Bu nedenle işçiler, kendi içlerindeki balta saplarını temizlemek zorundadırlar. Kendi fabrikalarında devlete bilgi veren, polise çalışanları kendilerinden uzaklaştırmak zorundadırlar.
Sendikalarını geri alabilmek için, fabrikalarda, işyerlerinde örgütlenmek zorundadırlar. Bu örgütlenme, işyeri komiteleri şeklinde olmalıdır. Ve direniş alanı, esas olarak bu işyerleri, bu fabrikalardır.
İşçi sınıfı yeterince örgütlü olsa idi, Atalay, işçileri bu kadar kolay satabilir miydi? Enflasyonun %40 olduğu bir ülkede, işçilere %8+4 sözleşmesini onaylatmak, devletin, kapitalistlerin, sermayenin başarısı değil, sendika mafyasının başarısıdır. Sendika mafyası işçilerden hiç korkmamaktadır. Atalay, işçileri istediği gibi itip kakacağını, istediği gibi dolandırabileceğini, istediği yalana inandırabileceğini düşünüyor olmalıdır. Atalay, işçilerden hiç korkmuyor. Atalay, Bakan’ın kulağına fısıldarken bile işçilerden korkmuyor, diğer sendika mafyası üyelerini nasıl ikna ettiğini anlatıyor. Atalay, işçilerden hiç korkmuyor.
İşçi sınıfı fabrikalarda, işyerlerinde örgütlenmek zorundadır. Bunu defalarca denemek, bir kere daha denemek zorundadır.
İşçi sınıfı, devrimci işçileri izlemek, onların önderliğine başvurmak zorundadır. Devrimci düşüncelere kendini kapatarak, işçi sınıfı, işçi sınıfı olamaz. İşçi sınıfı, hem kendini, hem de tüm toplumu, sömürü çarkından, aşağılanmaktan, horlanmaktan, satılmaktan kurtarabilecek tek devrimci sınıftır.
İşçi sınıfı, “her koyun kendi bacağından” anlayışı ile, bir dirhem ilerleyemez. Esaret zincirlerini kırıp atamaz. “Her koyun kendi bacağından”, korkunun bir başka biçimidir. İşçiler kendilerini yalnız, çaresiz hissetsin diye yapılan bir kara propagandadır. Buna karşı çıkmadan, bir bütün olarak işçi kardeşliğini geliştirmeden, bu esaret kırılamaz.
Biz işçiler, yaşamı üretenleriz. Biz işçiler, çalışanlarız. Biz işçiler yeryüzündeki cenneti omuzlarında yükseltenleriz. Buradan gelen bir gücümüz var. Bu güç, “her koyun kendi bacağından” anlayışı ile açığa çıkmaz. Tersine her işçi, kendi başına güçsüz, çaresiz kalır. Onu koruyacak ne kanun var, ne polis, ne de başka bir şey.
Her şeyi üreten, toplumun en büyük gücü olduğu için, işçileri esir tutmak üzere bir seri düzenek kurulmuştur. Bu sendika mafyası bunun için vardır. Atalay ve ekibinin, sendika mafyasının esas görevi, işçileri sessiz, sedasız, koyun gibi tutabilmektir. Bir yandan devletin adamlarıdır bunlar, bir yandan patronların, bir yandan yanlarında çeteler vardır, bir yandan arkalarında polis gücü. İşte tüm bunlar, işçi sınıfının gücünden duyulan korku nedeni iledir. Bakkalların isyanını önlemek için böyle bir organizasyon yoktur. Bu, işçi sınıfının ayağa kalkmasını önlemek içindir. İşçi sınıfı köle olarak kaldığı sürece, efendiler dünyadaki cennetlerini sürdürebilirler. Gerçek budur.
Bu nedenle, işçi sınıfının devrimci harekete uzak kalarak ayağa kalkması, esaret zincirlerini kırması mümkün değildir.
Bugün, 2019’un Ağustos ayında, işçi sınıfının ayağa kalkması, işçi sınıfının devrimcileşmesi için olanaklar vardır.
İşçileri, devrimci işçileri, kendi saflarımıza, devrimci sosyalizm saflarına, Kaldıraç saflarına, İşçi Gazetesi saflarına davet ediyoruz. Şimdi zamanıdır.
Krizin faturasını gerçekten ödemek istemiyorsak, yol budur.