Sınıf savaşımı, deneyim-birikim ve pratik

Toplumsal mücadele dediğimiz zaman, aslında, bir noktadan sonra, sınıf savaşımından söz ediyor oluruz. Bu nokta eğer dikkatiniz içinde ise, sınıf savaşımı yerine “toplumsal mücadele” kavramını kullanırsanız, büyük bir soruna yol açmazsınız. Bizde, özellikle 12 Eylül yenilgisi ve ardından SSCB’nin çözülmesinin ardından, sınıf savaşımı demek, sanki (a) şiddeti yüksek ve sansürü umursamayan bir kullanım anlamına geliyor, (b) sanki sınıf savaşımı denildi mi toplumsal mücadeleye göre daha dar bir kullanım gerçekleşiyor. Sanki “toplumsal mücadele” daha kapsamı geniş bir kavram gibidir.

Oysa biliyoruz, sınıflı toplumlarda, hemen her mücadele, döner dolanır, sınıf savaşımına dayanır. Başka bir deyişle, sınıf savaşımının çok farklı görünüm biçimleri vardır. Bu nedenle denmiştir ki, “sınıflı toplumların tarihi, sınıf savaşları tarihidir.”

Elbette, sınıf savaşımı geri düştüğünde, kendini çok farklı biçimlerde ortaya koyar ve bunlara “sınıf savaşımı” demek de zor hâle gelir. Ama gerçekte bunlar da sınıf savaşımının kendini ortaya koyuş biçimlerindendir.

Yine de bu bağ unutulmazsa eğer, toplumsal mücadele, daha geniş anlamda kullanılabilir, daha az çıplak sınıf savaşımıdır bu.

Öğrencilerin akademik ve demokratik mücadeleleri acaba sınıf savaşımının dışında mıdır? Değildir. Ama yine de toplumsal mücadele denmesinde çok da büyük sakınca yoktur.

Öğrenciler, ister özgür bilimsel eğitimden söz etsinler, ister üniversite yönetimine katılmaktan, aslında sınıf savaşımının bir parçası olurlar. Sadece kendi sorunları ile ilgilenmekle yetinseler bile. Ama eğer sadece kendi sorunları ile ilgililer ve asla diğer sorunlara ilgi duymuyorlarsa, aslında kendi mücadelelerini zayıflatırlar.

Biliyoruz, doğada ve toplumda, şeyler birbirinden kopuk ve yalıtık değildir. Bir öğrencinin akademik ve demokratik sorunlara ilgi duyması, zaten onun toplumun eğitim meselesine de ilgi duymasıdır. Ve zaten mesela fizik biliminin nasıl öğrenileceği konusunda bir tutum alması, görsün ya da görmesin onu holdinglerle, tekellerle karşı karşıya getirir. Öğrenci, nihayetinde ya kadındır ya erkek. Her durumda, kadın sorunu ile de ilgilidir. Öğrenci, büyük ölçüde bir fakir ailenin çocuğudur. Değilse, eğer zengin bir ailenin çocuğu ise ya da orta hâlli bir küçük burjuva aileden geliyorsa, onların eğilimlerini de kendisi ile birlikte taşır. Elbette, öğrenci, toplumsal kurallar ve toplumsal bilinç tarafından, henüz tam anlamı ile esir alınmış değildir ve hangi sınıftan gelirse gelsin, daha özgürlüğe ve yeni fikirlere açık hâldedir.

Ama eğer öğrenci, kendisi dışındaki sorunlara gözünü kapama eğilimini aşıp, toplumsal sorunlara duyarlı bir yola gönüllü olarak, bilinçle girmiş ise, işte o zaman gerçek anlamda öğrenci sorunlarına da doğru yaklaşım geliştirebilir. Ve elbette bu noktadan sonra, o, işçi ve emekçilerle aynı safta yer aldıkça, onlara siyasal bilinç taşımaya yöneldikçe, karşısında egemen sınıfı bulur ve kendisi istese de istemese de, artık doğrudan devrim savaşımının içinde kendini bulur.

Demek ki, öyle sınıf savaşımı denildi mi hemen ürkmeyelim. Diyelim ki doğayı korumak için bir ilçede, bir köyde mücadeleye başladınız. Kendinizi şöyle kandırmayın, “ben siyasal bir eylem yapmıyorum, devlet bana bir şey yapmaz.” Bu kendini kandırmak olur. Öyle değil durum. Çünkü siz, aslında doğayı, maksimum kâr amaçlı bir faaliyeti yaşam temeli hâline getirmiş olan bir kapitalist işletmenin doğayı yağmalamasına karşı mücadele ediyorsunuz. Yani tekellere, para babalarına, burjuvalara karşı mücadele ediyorsunuz. Öyle ise, karşınızda polisi bulacaksınız, mahkemeleri, burjuva basını vb. bulacaksınız. Şöyle sorabilirsiniz, “yahu, doğayı yağmalayan, yok eden bir adam, bir şirket var. Bu suçlu olacağı yerde, ona dur dediğim için ben suçlu oluyorum.” Çok haklı bir sorudur bu. Şimdi, o şirket, kişi, egemen sınıfın üyesidir ve öyle, o güçle oraya geliyor. Devlet onun devleti. Peki, sen kim olarak karşı çıkıyorsun? Orada yaşayan, sıradan bir insan olarak mı? Duyar gibiyim, “evet” diyorsun. İşte sorun burada. Bu tutum nedeni ile o seni istediği zaman terörist ilan edebiliyor. Oysa elinde silahı, copu, TOMA’sı, biber gazı, hapishanesi, hukuku ile dikilen bu karanlığın kendisi, bu devlet, teröristtir. Senin elinde hiçbir silah yok ama silahlı bir kişi muamelesi görüyorsun. Oysa “orada yaşayan, doğanın yağmalanmasına karşı çıkan sıradan bir insan” olma ve gel işçi ve emekçi sınıfın bir üyesi ol, gel sömürülen sınıfın bir üyesi ol ve şimdi kendi sınıf çıkarların gereği, karşısına bir örgütle çık. Belki de şimdi, tüm bu süreç sana farklı görünecektir.

Diyelim ki sen deprem yaşamış bir yerdesin, mesela Hatay’da, Maraş’ta, Antep’te, Adıyaman’da, Malatya’dasın. Kardeşini, dostunu, arkadaşını, ailenin bir parçasını, tanıdıklarını, mahalleni, sokağını, evini kaybetmişsin. Sen, sesini duyduğun ama devletin tutumu nedeni ile ölüme terk edilen bir alanda yardım edemediğin insanların çığlıkları ile yaşıyorsun. Ve sana yardım eli uzatacak bir devlet arıyor ya da bekliyorsun. Yanlış bekliyorsun. Sorun sende. Olup biteni anlamıyorsun. Deprem öldürdü sanıyorsun. Oysa deprem toprağı yardı, evi salladı ama öldüren kapitalist sistemdir ve elbette bu ölümü daha berbat hâle getiren, katliama çeviren Saray Rejimi’dir. Oysa sen devleti, “baba” sanıyorsun. Canımı kaybettim, bana ev, diyorsun. Oysa gerçek o kadar değil. Sen canını kaybettin, evini de kaybettin. Ve bilmelisin, seni orada ölüme terk edenler, sana ev vermeyecekler. Sen, kendi evini, varsa paran yeniden alabilirsin. Evini kaybettin. Sen şimdi sadece kendi sorunlarınla ilgilenmekle yetinmek mi istiyorsun?

Seçim senin.

Ama bilesin ki, sen toplumsal sorunlara ilgi duymuyor olabilirsin ama toplumsal sorunlar sana ilgi duyuyor, senin yakanı bırakmıyor. Öyle ise, durup bir kere daha kendine bakmalısın. Mücadele, direniş, örgüt olmadan, çıkış yolu var mı? Ölene kadar böyle yaşamak dışında, bir de devrimci mücadeleye dalmak vardır.

12 Eylül darbesi gerçekleştiğinde, karşı-devrim galip geldiğinde, mücadeleyi bırakmaya karar veren “yoldaş”larımız gelip, “ben siyaseti bırakacağım, mücadeleyi bırakacağım” derdi. Biz de, herhâlde çok sayıda böylesi şeyler geldiğinden olacak, pratik bir yanıt bulmuştuk, “peki sen bırak ama acaba siyaset seni bırakacak mı?” Sen toplumsal sorunlara ilgi duymak istemiyorsun, işine, okuluna, fabrikana gidip, başını öne eğerek eve dönmek istiyorsun, hiç toplumsal süreçlere ilgi duymak istemiyorsun, kesilen ağaca, yağmalanan doğaya aldırmak istemiyorsun, aç yatan arkadaşına, çığlıklar içinde yardım isteyen koca dayağı mağduruna, işsiz kalan komşuna, senin gibi çok parası varmış gibi havalı dolaşan fakir kardeşine ilgi duymuyorsun. Okuyamayan, hastahaneden randevu alamayan, parasızlık nedeni ile hastalıktan kurtulamayan kişileri duymak istemiyorsun. Sömürüyü, insanın insana kulluğunu anlamak istemiyorsun. Evsizleri, açları görmek istemiyorsun. İyi ama acaba onlardan tamamen kurtulup, mesela Mars’ta mı yaşayacaksın? Onlar gelip sana varlıklarını hissettirmeyecek mi?

Sınıf savaşımı, biz istediğimiz için yok.

Biz, Marksistler-Leninistler, sınıf savaşımını yaratanlar değiliz. Sınıf savaşımı, bizden çok önce vardı. Ve eğer sosyalist devrimi gerçekleştirip, dünyaya yayamazsak, dünyada komünizm kurulmazsa, bizden sonra da sınıf savaşımı var olacaktır. Sınıfları ortadan kaldırana kadar.

Biz Marksistler-Leninistler, sınıf savaşımının, zorunlu olarak, kapitalizmin yıkışına götüreceğini, bunun gerçekleşmesi için, varlığı başka bir sınıfın varlığına bağlı olmayan işçi sınıfının, devrimcileşerek, kapitalist sistemi yıkacağını keşfettik. Hepsi budur. Ve dahası, biz bunun için, tüm varlığımızla, militan bir mücadeleye girdik ve hâlâ bu mücadelenin içindeyiz. Farkımız budur. Bu size “suç” geliyorsa, öyle düşünün, bu size “delilik” olarak görünüyorsa öyle düşünün, ama sınıfları ve onların savaşımını biz yaratmadık.

Tüm sınıflı toplumların tarihi, sınıf savaşlarının tarihi olarak özetlenebilir. Öyledir de.

Sınıf savaşları içinde egemen sınıf ve emekçi sınıflar, iki kutup olarak vardırlar. Egemen sınıflar ya da egemen sınıf, üretim araçlarını da elinde tutan sınıftır. Devlet, onun örgütüdür. Devlet, egemen sınıfın en gelişkin örgütüdür. Devlet, egemen sınıfın egemenliğini sürekli kılmakla görevli, bir baskı makinasıdır. Bu baskı, sadece copla, sadece silahlı adamlarla, sadece mahkemeler ve hapishanelerle sağlanmaz, bu baskı aynı zamanda toplumsal rıza ile, önyargılarla, kör inançlarla, ideolojik araçlarla, din ile, eğitim ile vb. sağlanır.

Biz işçilerin, emekçilerin, yönetilenlerin ise, böylesi bir devleti yoktur. Bu nedenle biz işçilere, devrimcilere, bu egemenin düzenini yıkmak için, onların cenneti bizim cehennemimiz olan bu düzeni yerle bir etmek için kendi bağımsız, devrimci örgütlenmemiz dışında yol yoktur.

Egemen, sınıf savaşımından öğrenir. Nasıl öğrenir? Bu öğrenmeyi ona sağlayan, en başta, birçok örgütünden daha önde, devletidir. Devlet onundur ve tüm sınıf savaşımı deneyimlerinden öğrenir.

Paris’te işçi ve emekçiler Paris Komünü’nü kurdular. Egemen, bu kalkışmayı bastırdı. Nihayetinde Paris Komünü’nü bastırdı. Ve egemen, bunun tüm sürecini, kendi kadroları ile analiz etti; bu kalkışmayı, bu devrimi kendi yararına olacak şekilde baştan sonra inceledi. Bunu, “bilim adamları” ile, onun kendi aydınları ile, onlara devlet olanakları sunularak yaptı. Bu sürecin derslerini, ordusu, polisi vb. ile analiz edip, gerekli örgütlenmeleri devreye soktu. Bunu analiz edip, ona uygun yeni hukuk yarattı.

Ve Fransız Devrimi’nin tüm süreçlerinden, mesela Prusya egemenleri de öğrenmeyi başardı. Alman burjuvazisi, İngiliz burjuvazisi, Fransız Devrimi’nden öğrenerek anladılar ki “bilimi özgür bırakmak” çok tehlikeli imiş, anladılar ki “gerçek halka söylenemez.” Anladılar ki aslında kendileri birer emekçi aileden gelen asker ve polisleri, ciddi bir ideolojik baskı altına almak şarttır, yoksa silahlarını egemene çevirebilirler. Anladılar ki eski egemen sınıf olan feodal soyluluğu radikal biçimde alaşağı etmek, işçi ve köylülerde, tüm mülkiyete karşı bir savaş ilan etme isteği yaratıyor. Ve buna önlemler aldılar.

Ve elbette, işçi sınıfı adına, bu deneyimleri ele alacak, deneyim hâline getirecek, sınıf savaşımından öğrenmeyi en ileri düzeyde gerçekleştirecek devrimci, enternasyonalist bir örgüt gereklidir.

Egemen, kendi devletini şekillendirirken, elbette kendi egemenliği altındaki alanda süren sınıf savaşımından öğrenir. Ama bu arada aynı egemen sınıf, tüm dünyadaki sınıf savaşımından da öğrenir. Ve devlet, kendini buna uygun olarak geliştirir.

İşte işçi sınıfının da buna uygun olarak kendini örgütlemesi, kendi deneyimlerinden, dünya işçi sınıfının deneyimlerinden öğrenmesi gerekir.

İşte bu noktada, bize en önce bir devrimci örgüt lazımdır ve ardından (ya da öncesinden ya da aynı anda) bize bilim, Marksizm-Leninizm gerekir.

* * *

Gerçekte, insan kendi eyleminden, yaşanan toplumsal süreçlerden, mücadeleden, olaylardan, süreçlerden öğrenir. İstese de öğrenir, istemese de öğrenir.

Mesela, talihsizlik yaşayan bir insan, belki kendini toplumsal ön kabullere uygun şekilde talihsiz, bedbaht, kadersiz ilan edebilir. Yıkılır ve böyle düşünebilir. Ama bir başkası, aslında yaşanan talihsizliğin nedenini anlayabilir ve bir sonraki için kendi adına bir önlem alacak eylem geliştirebilir. Bu ikisi de öğrenmektir. Ve çok farklı oldukları da açık.

Aslında insanlar, salt bireyler değildirler. Toplumsal bir varlıktır insan. Eğer toplumsal varlık olma hâlini unutursanız, zaten niye bir toplumda yaşadığınızı da düşünmüyorsanız, siz nesne hâline gelmişsiniz demektir. Velev ki kendinizi kimseyi takmayan “özgür” kişi olarak görebilirsiniz. Ama aslında nesne hâline gelmişsiniz, özne olmaktan çıkmışsınız. Sadece canlısınız ve canlı olarak, reflekslerinizi de minimize etmekle meşgulsünüz demektir.

Toplumsal bir varlık olarak insanın öğrenme süreci de toplumsaldır. Evet, aynı toplulukta herkes aynı tarzda öğrenmez. Ama herkesin öğrenimi de toplumsaldır.

Diyelim ki bir Filistin soykırımı yaşanıyor. Siz eğer seyrediyorsanız farklı öğreniyorsunuz, eğer siz Filistin örgütlerinin işgal altındaki direnişini terör olarak ele alıyorsanız, siz egemen gibi öğrenirsiniz. Aslında onların size ihtiyacı yoktur, siz egemen ideolojiye, ortalama toplumsal bilince uygun öğreniyorsunuzdur. Siz, Filistin halkının direnişini desteklemek için, küçük ya da büyük bir şey yapıyorsanız, siz farklı öğrenirsiniz. Siz eğer bu küçük veya büyük işleri bir örgütlülük içinde yapıyorsanız, daha da farklı öğrenirsiniz.

Bugün, bizim yaşadığımız ülkedeki mücadelenin yakın tarihinde, 4 büyük olay var. Bu 4 büyük toplumsal olaydan-süreçten öğrenmek, işçi sınıfı adına çok önemlidir.

İlki 12 Eylül karşı-devrimidir. Bizim bir bölümümüz, 12 Eylül darbesi karşısında, daha ilk günden yenilgiyi kabul edip, evinde kitaplarını yakmakla, arkadaşlarını görmekten kaçmakla işe başladı. Buna rağmen tutuklandı ise, “suçlarını” itiraf edip, birkaç da isim verdi. Ve eğer bunu kendi içine sindirebildiyse, ardından dönek olmaya başladı ve o saatten itibaren, devrime, mücadeleye sövmek, insana güvensizliği propaganda etmek dışında bir yolu kalmadı.

Bir bölümümüz, işkencehanelerde, her türden işkenceye dayandı, düşmanın gözünde anlaşılmaz bir deli, tehlikeli bir komünist oldu. Dışarı çıktığında, önünde iki yol vardı, ya yeniden ve tekrar başlamak ya da bu kadar yeter, benim sağlam kalan tek yerim kulağımın arkasıdır, onu da cennete götüreceğim, diyerek içine kapanmak.

Bir bölümümüz, gönüllü olarak düşman saflarına koştu. Her devrin adamı olmanın acemice yolu, düşmana sığınmak olmalıdır. Bir bölümü öyle yaptı ve düşman tarafından hunharca kullanıldılar. Kendilerini insan olmaktan çıkarttılar.

Bir bölümü, kazasız belasız bu süreci atlattı ve “bir daha mı asla” diyerek toplumsal mücadeleden, devrimden, devrimci mücadeleden, birilerine güvenmekten uzak durmayı seçti. Onlar, insandan vebalı diye kaçan insanlar oldular. Ne zaman devrimden söz eden birilerini gördülerse, sessizce oradan uzak durmaya çalıştılar. Kendi vücutlarının, kendi dünyalarının efendisi olabildiler mi? Sanmıyoruz.

İkincisi SSCB’nin çözülmesidir. Birincisinin üzerine binmiştir ve ilki ile birleştiği ölçüde, insanî, ideolojik, örgütsel erozyona yol açmıştır.

Üçüncüsü, Kürt Devrimi’nin yükselişidir. Bu iki yenilgi ve ters akıma karşı Kürt Devrimi’nin yükselişi, ancak en temiz, en diri, en sağlam olanları düşündürdü, onlar için bir pozitif etki yarattı.

Dördüncüsü, bu satırları okuyan hemen her kişi için bilinendir ve Gezi Direnişi’dir. Gezi Direnişi’nden de herkes, umdukları, beklentileri, harekete katılım tarzları, tutumları ölçüsünde farklı farklı öğrenmiştir.

İster kişisel olsun, ister toplumsal olsun, yaşanan her aksilikten, sadece uzak durmayı, bir daha o yola girmemeyi, deyim uygun düşerse tövbe etmeyi öğreniyorsanız, siz iyi bir yolcu, iyi bir yürüyüşçü değilsinizdir.

Yenilgilerden bir şey yapmamayı, uslu durmayı öğrenenler, elbette Kürt Devrimi ve Gezi Direnişi’nden de mücadele etmeyi öğrenmezler. Bir kere boyun eğmeyi, sadece ve sadece kendini korumayı öğreniyorsanız, aslında insan olarak bakma yeteneğinizi de kaybediyorsunuz demektir. Yaşamak bu olmasa gerek.

12 Eylül yenilgisinden devrimci mücadeleye kalkışmamayı, ömrünü sessizce sürdürmeyi, etliye sütlüye dokunmamayı öğrenen, örgütsüzlüğün en iyi şey olduğunu öğrenen kişi, kendini özne olmaktan da çıkartıyor demektir. Bu durumda mesela Gezi Direnişi’nden ne öğrenebilirsin ki?

Mücadele, sınıf savaşımı, size ters geliyorsa toplumsal mücadele, herkesi eğitir. Ama en az, seyreden öğrenir. Hele ki, başıma bir iş mi gelecek, diye korkarak seyreden, seyrederken görmekten korkan, aslında insan olma hâlinden çıkmaktadır.

“Aydın” diyelim, okumuş yazmış kişiler, kendi bireysel zekâları ile, tehlikeyi görmeyi öğrenenler, düşmana şirin gözükmek için tutum alırlar. Ve zekâları buna el verir. El verir ama nereye kadar, olayların, sınıf savaşımının izin verdiği ölçüde. Sanırlar ki o düşmana sırnaşık hareketleri, o şirin gözükmek için düşmana yaklaşımları, gerçekten anlaşılmıyor. Oysa düşman, egemen, epeyce deneyime sahiptir ve TC devletinden söz ediyorsak, bu tutumları anlamakta küçümsenemez bir deneyime sahiptir. Gün gelir, ya o cepheden ya da bu cepheden yana tutum almak zorunda kalırsınız. İki ayağınızı, zekânızla, iki tarafa da değdirerek yürümeniz zor hâle gelir ve taraflardan birisi, o taraftaki ayağınıza bir darbe indirir. Ve bu darbeyi aldığınızda, öbür tarafta da kalamazsınız.

Eğer siz, mesela 12 Eylül karşı-devriminden, ciddi bir devrimci, bir Marksist olarak öğrenmeyi aklınıza koyarsanız, o zaman, kendi hatalarınıza, kendi eksikliğinize, işçi sınıfının durumuna odaklanırsınız. Bu durumda, düşmanın hayal edemeyeceği derinlikte, yeniden mücadelenin yollarını bulmaya başlarsınız.

Çok şükür, böyleleri var.

Var, çünkü yaşam, her ülkede olduğu gibi, burada da diyalektik işliyor. Bir şey, sadece kendisi olarak var olmuyor, karşıtını da getiriyor, karşıtına da dönüşebiliyor.

* * *

Şimdi, bu öğrendiklerimiz, deneyimlerimiz, birikimlerimiz, bizim yeni mücadele yolumuzda nasıl ele alınabilir?

Eğer siz, tüm doğru ve ciddi, derin ve sağlam analizlerinize rağmen, yola yeniden koyulmuyorsanız, bu öğrendikleriniz, çok gri tonlar olarak kalacaktır.

Biraz daha açmaya çalışalım.

Aslında mücadeleden öğrenmek, mücadele etmeyenler için ne denli olanaklıdır? Elbette, mücadele etmeyen, kişi olarak var olan, devrimci ideallerini koruyan birçok aydın ya da kişi, birçok deneyime sahiptir ve bu deneyimler, hiç de küçümsenmeyecek deneyimlerdir. Ama eğer bu deneyimler, mücadelenin bizzat içinde, yolda kullanılmıyorsa, pratiğe aktarılmıyorsa, birçok kusuru da içlerinde taşırlar.

Peki mücadele edenler, deneyimlerinden tam ve eksiksiz mi öğrenirler? Elbette bunu söylemiyoruz. Eksiksiz öğrenme yoktur. Ama sürekli olarak öğrendiklerini mücadeleye aktaranlar, onları yeniden pratiğin sınavına sokmuş demektir ve işte bu yol, öğrenmenin doğru yoludur.

Bir insan, isteyerek ya da istemeyerek, devrimci mücadelede “örgütsüz” bir süreç içine girebilir ve bu süreçte, gerçekten de mücadelenin birçok deneyimini taşımayı başarıyor olabilir. Ama bu deneyimler, deyim uygun düşerse, yontulmamış, yeni süreçlerin sınavlarına girmemiş demektir. Mesela bir devrimci, örgütlü mücadelede eleştiri ve özeleştirinin çok önemli olduğunu kavramış ve bunun geçmişte eksik yönlerini görmüş olabilir. Ama bizzat bir mücadele içinde bu eleştiri-özeleştiri silahını kullanmıyorsa, her gün yeniden ve yeniden kullanmıyorsa, onun o mükemmel bilgisi-deneyimi, kuru hâlde demektir. Aslında mücadele, herkesi biraz yontar. Ve bu, mükemmel bir yüzey elde etmek için, zorlu, zahmetli, acılı bir yoldur. Bu yoldan geçilince, işte o zaman, büyük bir alçakgönüllülükle, birikimini militan bir mücadeleye aktarmak mümkün olur.

Öğrenme süreci, diyalektik materyalizmin, diğer akımlardan ayrılmasında önemli bir alandır. Öğrenme, önce dıştan başlıyor. Görünüşten öze doğrudur bu öğrenme süreci. Görünüş sadece özü büyük ölçüde hatalı yansıtmakla kalmaz, yine de öz ile bağlantılıdır. Ama görünüşle başlayan öğrenme süreci, daha derindeki öze ulaştıkça, şeyin ya da sürecin gerçekliğini kavramak, onu bütünsel kavramak daha olanaklı hâle gelir. Bu sürekli işleyen bir süreçtir. Örnek olsun, ülkemizde işçi sınıfının durumunu ve ruh hâlini anlamak için, en dışta ortaya çıkan görüntülerden, derindeki öze doğru öğrenmek, ancak, eylemli bir kişinin işidir. Hattâ bu, tek bir kişinin işi de değildir, öznenin işidir diyelim.

Demek ki öğrenme sürecindeki özne de toplumsal bir karakterdedir.

Bilgisini edindiğimiz şey, belli bir tarihsel ve toplumsal süreç içinde, öğrenmenin konusu hâline gelmiştir.

Öğrenme süreci, toplumsal bir süreçtir ve sınıf savaşımının ya da toplumsal eylemin içinde olan, bunu daha sağlıklı yapabilir.

Kaldı ki öğrendiğimiz şey, gerçek hakkındaki bilgimiz, yeni bir eylemlilik sürecinde, isterseniz buna yeni pratik süreci de diyebilirsiniz, yeniden doğrulanır/yanlışlanır. Pratik, eylem ya da emek, burada aynı anlamda kullanılabilir.

Bugün, ülkemizde sınıf savaşımı giderek daha açık biçimler almaktadır. Sadece açık biçimler almıyor, aynı zamanda, mücadele daha da sert biçimlere bürünüyor. Mücadelenin daha da sertleşeceği, daha çok sınıf mücadelesinin öne çıkacağı bir süreçten geçiyoruz. Bu mücadele, işçi sınıfı cephesinden, belli bir deneyim ve birikime sahip insanların açık, net, organik bir tutum alarak, katkılarına ihtiyaç duymaktadır. Kimin bu birikimini, deneyimlerini nerede, ne zaman ve ne için kullanacağını ayrı bir konu olarak bir yana bıraksak da, bu ihtiyacı görmemek mümkün değildir.

Kişinin kendi birikimini devrimin emrine sunmaması, bir bahane ile geçiştirilemez. En çok bulunan bahane, “devrimci ve güçlü bir örgüt yok”tur. Bu kendi içinde çelişkili bir tutumdur. Zaten güçlü bir devrimci örgüt olursa, belki de size de ihtiyaç bu denli olmazdı. Gel ki, daha güçlü bir özne ortaya çıksın.

Denilebilir ki, biz geçmişte birçok özne gördük ve buralarda yaşanan sorunlar, bu birikimi aktarmamıza uygun değildir. Bu elbette çok yanlış hattâ kibirli bir tutumdur. Hiçbir mücadele, kendini size göre şekillendirmez. Zaten öyle olursa, siz burada bir hata olduğunu düşünmelisiniz. Diyelim ki siz, iyi bir tarım uzmanı, mühendisi vb.siniz. Devrim olmuş ve siz de bu birikiminizi tarımsal alanda ortaya koymak istiyorsunuz. Elbette, siz oraya vardığınızda, bizzat tarlada çalışanlar, sizin düşüncelerinizi, kendilerine yabancı bulacak ve sizi dinlemekte isteksiz olacaklardır. Ama siz, elinize deyim uygun düşerse kazmayı alırsanız, bir süre sonra, söylediklerinize kulak kabartanların artacağını görmeniz pekâlâ mümkün olacaktır. Yoksa, siz, sürekli bekler ve sürekli bekleyerek sizi çağırmalarını istersiniz. İnanın, bu süreçte kaybedilecek şey, sizin “sözünüzün dinlenmemesi” nedeniyle uğrayacağınız kayıptan çok daha fazla olacaktır.

Biraz farklı bir yere taşıyarak tartışırsak:

Bilim ve sanat, aslında günlük düşünme biçiminden ya da günlük düşünceden ayrılmak, kopmak demektir. “Güneş’in doğudan doğduğu” günlük bilinçte tamamen doğrudur. Ama biz biliriz ki, Güneş hiç batmaz ve Dünya, gezegenimiz, hem kendi etrafında hem de aynı anda Güneş’in etrafında döner. Bu dönme nedeni ile Güneş “batar” ve “doğar” gibi görünür. Günlük düşünceden bir üst düzeye, bilimsel ve sanatsal düşünceye ulaştığımızda, aslında gerçeği daha farklı görürüz, gerçek hakkındaki bilgimiz derinleşir. Şimdi, bu bilgiyi, bu düşünceyi, bizim, bilim ve sanatla uğraşanların, yeniden sosyal pratiğe uygulamaları, aktarmaları gereklidir. Bu ise, yeniden o günlük yaşamla daha derin bir bağ kurmak demektir. Pratikle daha sağlam bir bağ kurmak, örgütlü bir pratik ya da emek süreci demektir. Bu süreç, bilim ve sanatla uğraşanın, bu bilgiye ulaşanın, yeni bir pratikte, deyim uygun düşerse, yeni bir sürtünme yaşaması demektir.

Pratik, isterseniz eylem deyin, isterseniz emek, geniştir. Sadece bir çeşit pratik yoktur, olamaz. Yani herkesin yaratıcı bir tarzda kendini sınıf savaşımının içinde var etmesi, bunu kolektif bir tarzda var etmesi olanaklıdır. Evet, bazı dönemler, mücadelenin bazı yöntemleri çok öne çıkabilir. Ama her zaman, mücadelenin tüm yöntemleri için iş yapmak önemlidir. Mücadelenin tek biçimine takılmak, özne için büyük hatadır. Elbette, öne çıkan mücadele yöntemleri, kapitalist toplumun değer yargıları ile, diğerlerini “önemsiz” gibi gösterebilir. Ama biz biliriz ki, aslında bu dönemseldir ve her tür mücadele aracı, mücadelenin zaferi için değerlidir.

İki şeyi biliyoruz; ilki, mücadelenin her tür araç ve yolla yürümesi esastır ve bu açıdan her emek değerlidir. İkincisi, kişi, verdiği emekle yetinmemelidir, daha fazlasını yapmak gerekir ve bu mümkündür. Ne kadar çok emek verilebilirse, daha fazlası da verilebilirdir. Daha çok emek vermek, emek vermeyenlere söylendiğinde bir şey ifade eder mi bilmiyoruz ama emek verenlere çok şey ifade eder.

Marksizm-Leninizm, bize, teorinin önemini gösteriyor. Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz, tam da bu anlamda önemlidir. Ama devrimci teori, bizzat mücadelenin içinden çıkar, çıkmıştır, çıkmaktadır. Ve en mükemmel teori, ancak mücadele edenlerin elinde gerçekten yaşayan bir varlığa dönüşür, maddeleşir. Bu nedenle, hareket esastır.

Bunu sınıf savaşımının bizde biriken deneyimlerine uygulamamız mümkündür. Bu deneyimler, gerçekten de savaşın içinden süzülüp gelmektedir. Ve çok değerli olduklarını vurgulamaya bile gerek yoktur. Ama bu deneyimler, yeniden mücadele ederken gerçek rollerini oynayabilirler.

Tüm insanlık tarihi bize gösteriyor ki, tarih boyunca, öznenin rolü daha öne çıkmakta, daha önemli hâle gelmektedir. Kapitalizmin bugün içinde bulunduğu aşama, durum, onun aşılması için nesnel tüm koşulların oluşmuş olduğunu göstermektedir. 1917 Ekim Devrimi günlerinden öte, mesela paranın ve meta ufkunun, devrimin hemen ertesinde hızla aşılabilmesi için, maddî olanaklar çok daha fazladır. Evet, egemen daha örgütlü, burjuva devlet, tekelci polis devleti, çok daha gelişmiş bir egemenlik aygıtıdır. Ama 1917 ile karşılaştırıldığında, hem devrimin yayılması olanakları daha fazladır hem de komünizme geçiş olanakları çok daha gelişmiştir. Bu durum, öznenin rolünü daha da önemli hâle getirmektedir. Bu hem tarihsel olarak böyledir hem de kapitalist sistemin bugünü nedeniyle böyledir.

Ve tüm bunlar, tüm bu görüşler, tüm bu gerçekler, ancak devrimci mücadele içinde, mücadele etmek isteyenler için anlamlıdır.

Evet biliyoruz, kapitalizm, insanın insan tarafından sömürüsü er ya da geç yıkılacaktır. Ama bunun bir tek gün olsun, daha erken olması, çok değerlidir. Bunun için, bilimin ve bilginin, deneyimin ve birikimin devrimin emrine sokulması gerekir. Bunu yapmamak, rahatını kaybetme korkusu ile karışık bir kibir, bir çeşit öğrenmeden kaçınmaktır. Oysa birikimimiz biz daha iyi öğrenciler olursak anlam kazanacaktır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz