Bugün, sınıf savaşımı, toplumsal mücadelenin “gündem”ini doldurmuyor gibidir. On yıllardır, sanki, sınıflar arasındaki savaşım önemini kaybetmiş gibi, gölgede kalmış gibidir. Sanki, gündemi dolduran çatışmalar, gündemi dolduran olaylar, sınıf savaşımının yerine başka çelişkilerin geçtiğini gösterir gibidir.
“Gibi”dir, çünkü gerçekte öyle değildir. Görünen ile gerçek arasında her zaman bir farklılık vardır. Bu nedenle Marx der ki; eğer her şey göründüğü gibi olsa idi, bilime gerek kalmazdı. Bilim, görünenin yanıltıcılığını aşmak, gerçeği, gerçek olanı bulabilmek için gereklidir. Eğer her gerçek kendini dolaysız, çıplak olarak ortaya koymuş olsa idi, yani her şey göründüğü gibi olsa idi, bilime de gerek olmazdı.
Kuşku yok ki, dış görünüş ile onun altında yatan gerçek arasında bir ilişki de vardır. Görüntü, birçok durumda, gerçeği gizlemenin yolu olsa da, aslında, bilimsel bir bakış ile ikisinin bağı da ortaya çıkarılabilir.
Toplumsal yaşamı dolduran birçok gelişme, olay ve süreç, sanki birbirinden tamamen kopuk, sanki her biri kendi içinde hareket eden, ortaya çıkan, gelişen ve evrimleşen bağımsız şeyler olarak görünür. Oysa toplumsal yaşamın, toplumun, toplumsal gerçekliğin, kendi kuralları vardır ve bunları bilirsek, olup biteni anlamak kolay olur.
Metafizik metot, olayların her birini birbirinden bağımsız, ayrık olaylar olarak ele alır. Oysa diyalektik yöntemde, olaylar, hem birbirine bağlıdır ve hem de olup-biten şeyler değil, başlayan, evrilen, değişen süreçler olarak ele alınır. Diyalektik metodun başarısı da buradan gelir.
İdealist düşünce, nasıl ki, insanı ve evreni yaratan bir tanrı fikrinden hareket ederse, bu düşüncenin toplumsal hayatta ifadesini devam ettirir, yazgı, kader, kısmet vb. bu anlayışın ürünüdür. İktidarlar, tanrının bir kararı olur, yoksulluk ise en iyi ihtimalle öbür dünya için iyi kullarına karşı bu dünyada bir sınav olur.
Oysa materyalist düşünce, insanın yazgısını kendi eline verir. Ve bu materyalist düşünce, diyalektik yöntemle birleşti mi, toplumsal gerçeklik de dahil, insanı çevreleyen gerçekliği ortaya çıkarma, bilebilme olanağı ortaya çıkar.
Bilmek, elbette insanı rahat bırakmaz.
Bilmek, gerçeği görebilme gücü elde etmenin başlangıcıdır.
Bilmek, gerçeği değiştirmeye doğru adım atmanın yolunu açar.
Yani bilgi, bilimsel bilgi, “bardakta durduğu gibi durmayan”dır. Bileni, bilgiye ulaşanı değiştirmeye başlar.
İşte topluma böyle bakarsak, bazı sonuçlara ulaşabiliyoruz. İnsanlık bu bazı sonuçlara çoktandır ulaşmıştır.
Biliyoruz ki, toplum, doğanın devamıdır. Doğanın bir parçası olarak insan toplumu, aslında hem onun içindedir, hem de onu belli ölçülerde aşmanın kendisidir. İnsan, toplumsal bir varlıktır. Eğer yeni doğan bir çocuğu, hırsızların arasına koyarsanız, hırsızlık dışında bir şey bilmezse, ormana koyarsanız, konuşacak insan olmazsa, diyelim 20 yaşında nasıl bir insan ortaya çıkacağını bilmek, aşağı yukarı mümkündür. En azından belli açılardan. İnsan toplum içinde şekilleniyor. Elbette bu toplumun, binlerce yıllık tarihi var ve bu tarih boyunca oluşan bilginin bir bölümü, genetik olarak da aktarılıyordur. Ama toplumsal yaşam dedik mi, sadece bugünü kastetmiyoruz.
Şimdi, bir çocuğun baklava çalması, bunun hırsızlık olarak ilan edilmesi ve bu nedenle kendisine 36 yıl ceza verilmesi, aslında, yıllardır süren sömürü düzeninin, sınıflı toplum yapısının sonucudur. O çocuğun aç kalması, o çocuğun baklava çalmak zorunda olması, en başta aç olması ile, sonra, üretilmiş yiyeceğin eşit olarak bölüşülmemesi ile, kısacası mülkiyet ilişkileri ile bağlıdır. Cezanın kaynağı da budur. Nitekim, bir bankayı soyan, devlet kasasından trilyonlar götüren bir kişiyi karşısında bulan savcının hemen “vicdanı” harekete geçer ve bu trilyonlardan pay alabilir miyim diye düşünür, alır ve o kişi 36 yıl hapse mahkûm olmaz. Oysa çocuk, topluma karşı suç işlememişti. Baklava çalarak, baklavanın sahibi olduğunu ilan etmiş ve hukuken öyle tanınmış kişinin diyelim ki 100 TL’lik malını çalmıştı. O baklava, “sahibi” için, yiyecek değil, satılacak bir metadır. Çocuğun karşısına çıkarıldığı hakim için ise, alınacak pay olmayan bir baklava hırsızıdır. Hakim, en iyisinden baklavayı, “baklavanın sahibi” olan dükkânın sahibinden bir işaretle, bedava olarak alabilir. Öyle ise o çocuktan alabileceği bir şey yoktur. ‘Vicdanı’nın sesini dinleyip, 36 yıl cezayı verir. Örnek olsun, bir başkası yapmasın diye de gerinerek yürümektedir. Oysa bir devlet soyucusu karşısında yapacağı en akıllıca şey, bir komisyonla görmezden gelmektir. Adalet, bir anda kör olmuştur. Baklava çalan çocuk, mahkemenin görkemli salonunda, adaletin ürkütücü yönünü görmüştür. Savunma bile yapamaz. Oysa trilyonlar götürmüş olan bay işadamı, mahkemeye geldiğinde, salondaki kürsünün acınası hâline, hakimin bir başka yerden komisyon olarak alınmış olan giysilerine bakarak, bunda bir sefillik bulur. Savunmasını ise, el altından vicdan satın alarak yapmıştır zaten.
İdealist düşünceye göre, bu durum, çocuğun kaderi, kör olası adaletin kör gözünün işaretidir. Zenginin yırtması ise, bu dünyaya ait bir kazançtır, o zengin, öbür dünyada allahın huzurunda borcunu ödeyecektir. Oysa baklava çalan çocuğun borcunu ödemesinin yeri, mutlaka bu dünya olmalıdır.
Diyalektik materyalist bir kişi için bu durum, sınıflı toplumların, mülkiyet ilişkilerinin ve bunun belirlediği hukuk sisteminin, devletin kimin devleti olduğu gerçeğinin somut ifadesidir. Hakim hukuk sistemi, tümü ile varlıklıların, sömürenlerin, egemen sınıfın hukuk sistemidir. Hakim, çocuğu cezalandırmakla, zengin soyguncuyu hukuka uygun tarzda aklamakla görevlidir. İşi budur. Büyük hırsız, küçük hırsızı cezalandırır.
Demek ki, biliyoruz ki, insan toplumu, doğal yaşamın bir devamıdır. İnsan toplumsal bir varlıktır ve toplumsal sistem, kendisi bir maddedir, doğar, büyür, gelişir, yok olur ve yerini bir başkasına bırakır.
Belli bir toplumdaki düşünce, egemen düşüncedir. Hukuk sistemi, egemenlerin hukuk sistemidir.
Biliyoruz ki, bu toplumsal devinimin bir aşamasında, sınıflı toplumlar ortaya çıkmıştır. Sınıflı toplum, toplumun çıkarları birbirine zıt iki temel sınıfa ayrılması demektir. Bunlardan biri, üretim araçlarının sahibidir. Üretim araçlarının sahipleri, diğerlerini sömürme olanağı elde ederler. Köleci toplum, bu toplumların ilkidir. Devlet, bu sınıfların ortaya çıkmasının sonucudur ve egemen sınıfın diğer sınıfları baskı altında tutmak için geliştirdiği aygıttır, örgüttür. Elbette egemen sınıflar, yönetmek için, sadece silâhlı adamlar ve baskı aygıtını kullanmazlar. Aynı zamanda toplumsal inanışları vb. de kullanırlar ve kendi egemenliklerini geniş üretici yığınlara kabul ettirirler, onların “rıza”sını alırlar.
Kapitalizm, bu sınıflı toplumların en sonuncusudur, aynı anlama gelmek üzere en gelişmişi, en iğrenci, insanın kendine en çok yabancılaştığı sınıflı toplumdur.
Ve tüm sınıflı toplumların tarihi, nihayetinde sınıf savaşımları tarihidir.
Demek oluyor ki, sınıflı toplumlarda belirleyici çelişki sınıflar arasındaki çelişkidir.
İşte, tüm diğer çelişkiler, buna uygun olarak rol oynarlar. Çelişkiler, birbirinden bağımsız, ayrı ayrı yol almazlar. Tersine, toplumsal çelişkilerin tümü, bir arada, iç içe geçerek varlıklarını devam ettirirler. Sınıf savaşımı, bu çelişkiler içinde belirleyici olanıdır. Zaman zaman, diğer çelişkiler öne çıkar, sınıf çelişkilerinin üstünü bile örterler. Ama alttan alta bu gerçek, sınıf çelişkilerinin belirleyiciliği işleyip durur.
Diyelim ki, bir savaş durumu, önce sınıf çelişkilerini arkaya atar. Ama gerçekte, sınıf çelişkilerini daha da keskinleştirir. Bu pek çok örnekte böyledir.
Onlarca yıldır, içinde yer aldığımız toplumda, sanki sınıf çelişkileri arka plana düşüyor. SSCB’nin çözülmesi ile “ruhuna fatiha okunan sosyalizm”in bittiği iddiaları, bu arka plana düşen sınıf çelişkilerinin yarattığı tablo ile birleşti ve sanki, sınıf savaşımı bitti görüşünü besleyecek bir toplumsal veri oldu.
Dünyanın yeniden paylaşılması savaşı, sanki, sınıfların varlığından uzakmış gibi ele alındı. Sanki, dünyayı paylaşanlar, daha büyük sömürü, daha gelişmiş bir egemenlik peşinde değilmiş gibi. Birbiri ile büyük savaşlara tutuşan uluslararası tekeller, aynı zamanda ortaklaşa, sınıf savaşımın gereklerine uygun adımlar attılar. Özelleştirmeler, sanki kapitalizmin kutsanması olarak sunulurken, aslında sınıf savaşımının tam da içinde bir karşı-devrim saldırısı idi. Oysa sınıf savaşımının bittiğinin işareti olarak sunuldu.
Çünkü sınıf savaşımı, sadece barikatta çatışmak, sadece siyasal bir savaşım değildir. Sınıf savaşı, ideolojik, ekonomik ve siyasal yönleri olan bir savaşımdır. Ve egemen sınıf, devleti elinde tutan sömürücü sınıf, ideolojik savaşımı da etkili yürütmeyi başardı.
Bugün SSCB’nin çözülmesinin üzerinden 29 yıl geçti. 30 yıl, bir insan yaşamı için uzun ve önemli bir süre olsa da, toplumsal hayat için o kadar da uzun bir süre değildir. Ve bu 30 yıl boyunca da sınıf savaşımı tüm gerçekliği ile sürdü, sürüyor. Ama her zaman, gündemi oluşturan şeylerin, çatışma ve süreçlerin arkasında kalarak, gölgede kalarak ve gölgede bırakılarak.
Oysa bugün, bu açıdan bir yeni dönem başlamıştır. Başlamıştır, diyoruz, başlayacaktır demiyoruz. Zira, SSCB çözüldüğünde sevinç çığlıklarına simge olmuş olan “tarihin sonu”nun yazarı bile, “sosyalizm gereklidir” demeye başlamıştır. O diyorsa, süreç çoktan ilerlemiş demektir.
2011 yılında, Suriye savaşı başladığında, birdenbire, IŞİD çeteleri kafalar kesmeye, ortalığı kana bulamaya başladığında, sanki bu durum sınıf savaşımının dışında, sanki bambaşka bir çelişki imiş gibi sunulmaya başlandı.
Oysa bugün, IŞİD çetelerinin arkasındaki güçlerin başındaki ABD, IŞİD’e karşı en etkili mücadeleyi yürüten Kürt halkının siyasal örgütü PKK yöneticilerinin başına ödül koyduğunu açıklamaktadır.
Bugün, dünyada bir yeni paylaşım savaşımı sürmektedir. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya beşlisi, diğer güçleri de çeşitli ittifaklarla yanlarına alarak, bir paylaşım savaşına girişmişlerdir. Libya bunun en açık örneğidir. Batı’nın demokrasi kurma “çabası”, bugün Libya’da tüm gerçeği ile ortadadır. Latin Amerika’da, ABD’nin, seçilmiş sol yönetimlere karşı azgın saldırıları, Yemen’de olup bitenler, dünyanın çoktan bir savaş alanına döndüğünü göstermektedir. Bu beşli, dünyayı paylaşım savaşımını, egemenlik savaşımını, değişik biçimlerde yürütmektedir.
Tüm yeryüzünde filizlenen gericilik, karşı-devrim hattı, çeteleşme, bu savaşımın sonucudur.
Ve tüm bunların, bu savaş ve kargaşanın içinden, sınıf savaşımı, yeniden yükselmektedir. Bu sınıf savaşımı, emperyalist metropolleri de içine alacak şekilde yeniden yükselişe geçmiştir. Almanya, Fransa, ABD, İngiltere ve daha az olmak üzere Japonya, sınıf savaşımının yükselişine sahne olmaya başlamıştır ve bu giderek daha da artacaktır. 30 yıla yakın süre boyunca zaferlerinin tadını çıkartan dünya tekelleri, artık, birbirini boğazlamak için dayanılmaz bir istek duymaktadırlar. Rekabet yasasının yeni çağdaki işleyişi böyle değil midir?
Kapitalizm çoktandır sınırlarına dayanmıştır. Bugün kapitalist-emperyalist sistem, fazladan ömür sürmüş bir kocamış canavardır. Değişik bir varlığa dönüşmüştür. Fazladan ömür sürmüş bir laboratuvar hayvanı gibidir. Her şeyi yıkıp yok ederek varlığını uzatmak için uğraşmaktadır. İnsanı insan olmaktan çıkartmak dışında varlığını devam ettirme olanağını kaybetmiştir. Çoktan, tarihe karışması gereken bu sistemin, tarihe karşı direnişidir bu. Bu nedenle, “tarihin sonu”nu arıyorlar.
Onların “tarihin sonu” dedikleri yer, tarihin insanlaşarak yoluna devam edeceği yer olacaktır.
Dünyanın hemen her ülkesinde, işçi sınıfı, çaresizlik içinde, örgütsüz olarak yeniden kendine gelmektedir. Bu bir diriliş dönemidir. Aşağılanan, hiç yerine konulan, ezilen, sömürülen, mezara konulan, kölece bir yaşama mahkûm kılınan üretenler, işçiler, emekçiler, zincirlerini kırmak için hazırlanmaktadırlar. Elbette vücutları güçlenmeye, akılları berraklaşmaya ihtiyaç duymaktadır.
Tüm toplumsal yaşamı, gökyüzünü kaplamış olan karanlık, artık delinmeye başlamıştır. Bu karanlığı, bu kara gökyüzünü dağıtacak fırtınalar, toplumun en altında, en dipte güç toplamaktadır.
Biz, devrimciler, bu tarihin, bu dipten gelen dalganın sesiyiz. Bu nedenle, hiç ama hiç ara vermeden, büyük bir enerji ile, sakin ama büyük bir inançla örgütlenmeyi, dünyanın her yerinde geliştirmekle yükümlüyüz. Dünyanın her yerinde işçi eylemleri yükselecektir. Bu işçi eylemleri, bu anti-kapitalist eylemler, düz bir çizgi ile yükselmeyecektir. Elbette, bir yükselecek bir geri düşecektir. Ne yükseldiğinde, şaha kalkma zamanıdır, ne geri düştüğünde yasa bürünme zamanıdır. Tersine, uzun bir diriliş sürecidir bu ve çoktan başlamıştır. Bugünü yıkacak, yarını kuracak bu mücadelenin zor bir mücadele olacağı, tüm tarihsel deneyimlerle sabittir. Bilinmez değildir. Mücadele, bugün bizden, bu çetin savaşıma hazırlıklı olmamızı istemektedir.
Umutlarımızı besleyecek, kemiklerimizi ısıtacak, karanlığı dağıtacak aydınlık ve güneşli günler, kendiliğinden gelmezler. Bu karanlık, bu gericilik, bu emperyalist egemenlik, kendini ömrünü uzatmak için, daha başka saldırılara da girişecektir. Bu, devrim ve karşı-devrim hatlarının büyük çarpışmasına kadar böyle sürecektir. Zafer, altın tepside gelmeyecektir, tersine tırnaklarımızla sökülüp koparılacaktır.