İnsanlık tarihi en başından, sınıfların henüz ortaya çıkmadığı bir dönemde başlamıştır. Ancak tarihin bu dönemine ilişkin bilgimiz çok detaylı değil, on binlerce yıllık dönemin ardından, sınıfların oluşumu, ailenin oluşumu ile özel mülkiyetin oluşumunda ifadesini bulan “uygarlıkla” başlıyor.
Sınıf savaşımı da kendi içinde evrelerden geçiyor. Sınıflar ilk halleri ile oluştuktan bugüne, uzun bir yol kat ediyor. Bu yol boyunca aile, özel mülkiyet ve devlet sürekli büyüyor. Bir “ur”un büyümesi gibi. Adeta bu üçlü büyüdükçe, insan küçülüyor. Ve neredeyse tereddütsüzce söylenebilir ki, gelecek kuşaklar bugünleri, “barbar-uygarlık” olarak veya buna benzer bir sözcükle anacaklardır. Binlerce yıllık sınıflı toplum tarihinde, tarihin bu döneminde toplumların motoru, itici gücü sınıf savaşımıdır. Marx’ın bu görüşü, her geçen gün çok daha net anlaşılıyor. İkincisi her yeni sınıflı toplum aşamasında devlet daha da genişliyor. Devlet, giderek toplumsal yaşamın her alanına sızan, sınıf savaşımının gereği olarak, egemen sınıf adına, tüm toplumsal yaşama el atıyor. Artık, burjuva anlamda bile “özel yaşam” tanınmıyor. Devlet, yatak odalarına kadar giriyor ve modern sınıflı toplum, sınıflı toplumların en gelişmişi olan kapitalizmde burjuva devlet, ancak böyle ayakta durabiliyor. Belki üçüncüsü dersek yerinde olmayabilir; ama bir vurgu gerekiyor. Kapitalizmde sınıf savaşımı, toplumsal yaşamın her alanını kapsar. Onun için feodalizmde rahatlıkla sözünü edebileceğimiz, devletin henüz giremediği alan anlamında “sivil toplum”, kapitalizmde, hele hele tekelci kapitalizmde geçerliliğini kaybeder. Hem sınıf savaşımı daha belirleyici hale gelir, hem de siyasal mücadele diğer mücadele biçimlerinin içine siner.
Siyasal mücadelenin bu artan önemi, her sınıfın siyasal örgütlenmesinin de artan önemi demektir. Bu önemi açmak üzere, birkaç noktada özetleme yapacağız:
1. İşçi sınıf, kendi kişiliğini sınıf savaşımı içinde buluyor. Sınıf savaşımı, sınıfın kendisini eğitiyor. Fakat sadece tek yönlü bir süreç yaşanmıyor. İşçi sınıfının mücadelesi onu eğitirken, suskunluğunu geriye götürüyor. Yani iki sınıf arasındaki savaşımın kendisi, bir dönem sonra nesnellik olarak, mücadeleyi etkileyen bir unsur haline geliyor.
2. Devrimci bir örgüt, devrimci parti, genel kural olarak, sınıf savaşımının gelişiminin bir momentidir. Devrimci parti, sınıf savaşımında, işçi sınıfının gelişiminde bir nitel adımdır. Ancak bu adım, otomatik bir süreci ifade etmiyor. Yani devrimci parti, işçi sınıfının bilincinde bir değişimi ifade ediyor ama bunun ilk adımı sınıfın içinden gelmiyor. İşçi sınıfı, bilinci otomatikman edinmiyor. Bilincin en somut işareti örgüttür ve devrimci örgüt, bu savaşıma bağlı olarak sınıfın içinden çok, dışından gelişiyor. Sınıf savaşımının genel seyrini ve bulunulan aşamayı analiz etmek, sınıfın “günlük bilincini” aşan bir adımdır ve bu nedenle sınıf savaşımının ve sınıfın gelişiminin bir momentidir parti.
3. Demek ki daha başlangıçta da, sınıf savaşımının partili bölümünde de, sınıf ve parti ilişkisi dinamiktir. Nihai olarak burada, devrimci parti, bir öznelliktir. Ancak belli nesnel gelişmelere bağlı olarak şekillenir. Bu şekillenme, sadece partinin oluşup oluşmaması anlamıyla sınırlı değildir. Tersine sınıfın ve sınıf savaşımının yeri, devrimci partinin yapısında, örgütlenme tarzında, sınıf ve ilişkilerinde yansımasını bulur. Bir başka açıdan bakarsak, devrimci parti, eylemleriyle ve geliştirdiği örgütlenme biçimleri ile sınıfın önünü açar, onu “yeni”lerle tanıştırır. İşçi sınıfının düzeyi, devrimci partide “birebir” yansımasını bulamaz. Zaten bu durumda da devrimci parti, devrimci değil, dönüştürücü değil, bir yansıma hatta bir kuyruk olabilir. Buna rağmen sınıf savaşımının gelişimi, işçi sınıfının durumu sınıf parti ilişkisini etkileyecektir.
4. Parti, geliştikçe, işçi sınıfının bilincinin, sınıf bilincinin gelişimine katkıda bulunur. Partinin vazgeçilmez muharebelerinden biri, işçi sınıfını devrimcileştirmektir. Sınıf, örgütlenme gereğini ve bunun bilincini, birbirine ve kendine güveni, birbirine ve davaya bağlılığı mücadele içinde edinir. Sınıf bilinci bunlar olmadan bir tür “havada bilgi”dir, yani kökünü toprağa salmamış bir ağaç gibi, dış etkenlere dayanaksızdır. İşçi sınıfı, sınıfın bilinçlenmesini mücadele ile bağlantılı olarak ele alır.
Bilinç, eylemle taşınır. Bilincin ifadesi de bir başka eylemdir. En kalıcı eylem, örgütlenmektir, örgüttür. Öyle ise örgütlenme bilinci zayıf bir işçi sınıfının, sınıf bilinci de zayıftır.
İşte bu çerçeve içinde sınıf savaşımı, işçi sınıfı-parti ilişkileri içinde önderlik, dinamik bir tarzda ifade bulur, şekillenir.
Parti, sınıfın öncüsüdür. Ona önderlik eder. Bu önderlik, nesnel ve öznel etkenler, yerel ve uluslararası sınıf savaşımının etkileri altında, tarihsel ve güncel etkenler altında kan ve can bulur. Önderlik, bu çok yönlü etkenler altında, işçi sınıfının nihai çıkarlarının gündemde tutulmasını gerektirir. Yani, devrimci parti, kendiliğinden değil ama nesnel ve öznel süreçlerin ürünüdür ve öyle şekillenir.
Parti, sınıfın siyasal önderidir. Nasıl ki burjuva devlet, burjuvazinin iktidar ve egemenliğinin ifadesidir, aynı biçimde devrimci işçi sınıfının egemenliğinin, iktidara yükselmesinin aracıdır.
Parti, işçi sınıfının nihai çıkarlarını her koşulda savunur; ancak, parti, tüm işçi kitlesini bağrında toplamaz, iktidara kadar bunu yapamaz. Zaten, tersini düşünmek doğaya aykırıdır, devrim fikrini ertelemektir. O, işçi sınıfının en ileri unsurlarını kendi öncüleri olarak örgütler.
İşçi sınıfının ekonomik örgütlenmelere ihtiyacı vardır. Bu ekonomik örgütlenmeler, sınıfın günlük mücadelesi açısından son derece önemlidir. Ancak, siyasal örgütlenme yok ise, bu örgütlenmeler de yozlaşır ya da yatkın hale gelir. Bunun en somut örneği, 12 Eylül sonrası, ülkemizdeki sendikal harekettir. Bilindiği gibi, artık ülkemizde sendikalar, işçi sınıfının değil, burjuvazinin örgütleridir. Peki, bunun nedeni nedir?
İşçi sınıfı, iktidar mücadelesinin bu denli ivedilik kazandığı, egemen sınıfın artık terör dışında yöntemlerini tükettiği bir dönemde, siyasal alandan uzaklaşırsa, o, gerçekte burjuvazinin kuyruğuna takılmış olur. Bir sınıf olarak savaşamazsa, devrimden ve siyasal örgütlenmeden 12 Eylül dönemindeki gibi kaçarsa, elinde-avucunda ne varsa onu da kaybeder. Bugün sendikaların durumu, tümüyle siyasal savaşımın eksikliğine bağlı olarak sürmektedir. İşçiler, devrimci politikanın sonuç alıcı olduğunu da biliyorlar. Ancak, henüz bunun bedellerini göze almış değildirler. Ölüm korkusu ile sıtmaya razı ediliyorlar. İşsizlik korkusu ile düşük ücrete ve açlığa, devrimcilere dönük saldırılarla suskunluk ve örgütsüzlüğe razı haldedirler.
Demek ki, siyasal mücadele o kadar öndedir ki sadece mücadelenin diğer biçimleri ile iç içe olmakla kalmıyor, (bu her zaman doğrudur) dahası, bugün bir kalkış içinde belirleyici olan durumuna geliyor. Ve bu siyasal mücadele, devrimci bir parti ile anlamlı bir mesafe alır.
Ancak, hiç kimse, bir devrimci partiyi, o, kitlelerin desteğini kazanana, düşman karşısında direnç ve kararlılığını gösterene, bu uğurda on yıla varan bir savaş yürütene kadar, “devrimci parti” diye tanımayacaktır; hele hele ülkemizde. Sol hareketimiz kendine güvensizdir. İşçi ve emekçiler, onlarca yılın güvensizliği içindedirler. Onlar, büyük bir kurtarıcı bekliyorlar. Oysa başlangıçta “kurtarıcı”, onların emek ve katkılarına ihtiyaç duyacaktır. Yani onlar “büyük bir güç” beklerken, gerçekte büyük güç onların enerjilerini alarak oluşacaktır. Onun için, devrimci partinin başlangıçtaki gücü, nicel açıdan ölçülmez. Nitelik önemlidir. Nitel olarak parti, başlarken, çok küçük bir kesimin desteğini alır. Başlangıçta azınlıktadır. Yeter ki gücünün kaynağını bilsin. Yeter ki sınıf savaşımını kavrayışı, somut koşulların analizi konusundaki fikri, bakışı ve kadroları sağlam olsun.
Tarih şahittir: Tarihi azınlıklar yazar.