Tekelci Polis Devleti – SINIF SAVAŞIMININ SÜREKLİLİĞİ ve DEVLETİN “EVRİMİ”

Önceki Bölüm: Devlet Ve Sınıf Savaşımı: Sorunun Ortaya Konuluşu

Gördük ki, altyapı ile üstyapı ilişkisi sınıf savaşımı aracılığı ile oluşuyor. Üstelik burada sınıf savaşımı sadece “ulusal” düzeydeki sınıf savaşımı ile de sınırlı değil. Değil, çünkü kapitalizm ile birlikte sınıf savaşımı tüm yeryüzünü sarıyor. Proletaryanın davası enternasyonalist bir davadır. Öyle ise Paris Komünü deneyimi ne burjuvazi açısından, ne proletarya açısından Paris’le sınırlı değildir.
Sınıf savaşımı ise, ülkenin ekonomik gelişmişliğine birebir bağlı değildir. Örneğin bir emperyalist metropolde sınıf savaşımı, çoğu kez bir sömürge ülkedeki kadar keskin olmuyor. Burjuvazi, ekonomik gücünü sınıfı teslim almak için, politik olarak kullanabiliyor. Onun için devletin bu yolla şekillendirdiği, altyapıdaki egemenliğin üstyapıdaki egemenliğe sınıf savaşımı içinde dönüştüğünü kavramak özel bir öneme sahip oluyor.
İster bir emperyalist ülkede olsun, ister bir sömürgede her devlet egemen sınıfın baskı aygıtıdır. Bu nitelik, hiçbir yerde daha az, daha çok vb. değildir. Ama bunlardan ikincisi, deyim uygun düşerse modern bir lejyonerlik demektir. Sömürge ülkedeki devlet, emperyalist devlete bağımlıdır. Ama bu bağımlılığı da kaba anlamamak gerek. Bu bağımlı devlet, hem halkları inkâr ederken, hem devrimcileri boğarken, inanın, patronuna sormak durumunda değildir. Tersine patronu için bir laboratuvar görevi bile görür.
Bir baskı aygıtı olarak devletin temel görevi sınıflar arasındaki çatışmayı düzen içinde tutmak, daha farklı bir deyişle toplumun (yani egemen sınıfın egemenliğinin) devamını sağlamaktır. Sistemin devamını sağlamak esas işlevidir. Burjuva devletin, burjuva sınıfın tek tek üyelerinden bağımsız olması, tüm sınıfın çıkarlarını koruması anlamına gelir. Yani burjuva sınıfın tek tek bazı üyelerinin zararına da olsa, bir bütün olarak tüm burjuvazinin çıkarlarını korur.
Bunun yanında devletin bir diğer görevi de artı-değerin kapitalistler arasında paylaşımında rol almaktır. İşte burada burjuvazinin çeşitli kesimleri arasında, artı-değerin paylaşımı kavgası öne çıkar.
Sistemin bir kriz yaşadığı, krizin siyasal düzeyde sistemi tehdit ettiği dönemlerde, devlet sistemin devamını sağlamakla uğraşır. Devletin esas görevinin altı koyulaşır. Bu noktada burjuva sınıfın tüm katmanları birleşirler. Gelirlerini, dolaylı olarak ya da doğrudan doğruya işçi sınıfının sömürülmesi yoluyla elde eden sınıf ve katmanlar, sistemi tehdit eden bir kriz karşısında, sistemin devamını sağlamak noktasında birleşirler. Bu kesimler; sanayi ve ticaret burjuvazisi, tekelci ve tekelci olmayan burjuva kesimler, banka sermayesi, küçük burjuvaziden tutun da avukatı, yönetici memuru ve sendika yöneticisine (öyle ya bugün bir sendika yöneticisi olmak, milyarlarla oynamak anlamına gelebilmektedir. ABD’de sendika bürokratları yıllık 100.000 $’ın üzerinde gelir elde etmektedirler) kadar genişleyebilmektedir.
Sistemin bir devrim tehdidi ile karşı karşıya olduğu dönemlerde, artı-değerin burjuva katmanlar arasında paylaşımı sorunu, geçici bir süre için de olsa ertelenmiş olur. Örnek olarak 12 Eylül’ün ilk 3 yılı alınabilir. 24 Ocak Kararları olarak isimlendirilen ve tekelci sermayenin çıkarlarının direkt ifadesi olan program, 12 Eylül’le birlikte 3 yıl uygulanmadı. Tersine, ilk 3 yıl, 1983’e kadar, devlet vergilerle küçük burjuvazi yararına oynayarak, onların devlete desteğinin sürmesini sağladı. Bu desteğin var olduğu koşullarda ise, işçi hareketini ve devrimci hareketi boğazlamakla uğraştı. Ne zaman işçi hareketi ve devrimci hareket susturuldu, etkisizleştirildi; işte ondan sonra ekonomik politika uygulanmaya başlandı.
Günümüzde devlet, ekonomik politikasını doğrudan politik hedefler için kullanmaktadır. Böylesi bir sistemde, artık sivil toplumdan söz edilmesi anlamsızdır, daha da ötesi bizzat devlet bu tarz bir söylemi başarılı kılarsa kendini gizleyebilir. Günümüzde üniversitelerin paralı yapılması, ülkemizde gerçek anlamı ile politik bir karardır; öğrenci hareketinin durdurulması için gündeme getirilmiştir. Öğrenci hareketi, kısa vadede toplumsal mücadelede oynadığı ateşleyici rolü kolaylıkla oynayamaz noktaya gelmiştir. Bu toplumda, devletin özel yaşam dâhil her şeye sızdığı bir toplumda, sivil toplum aldatmaca değil midir?
Barış dönemlerinde, yani sınıf savaşımının sistemi tehdit eder boyutlara gelmemiş olduğu dönemlerde, burjuvazinin çeşitli kesimleri arasında artı-değerin paylaşılması konusu önem kazanır. Devlet gücü bu noktada yoğunlaşır. Devlet gücü ve olanaklarının hangi politikalarla yönetildiği önem kazanır. Bu politikalara bağlı olarak burjuvazinin bazı kesimlerinin yakınmaları artar. Zaman zaman sürtüşmeler oluşur.
Devletin sınıf niteliği üzerine tartışılırken, bizdeki burjuva liberal “sol”cuların özenle vurguladıkları devletin sınıflar üstülüğü görüşünü desteklemek için onun zaman zaman kapitalizme aykırı uygulamalar yaptığını söylerler. Öyle ya, bir kapitalist devlet kapitalizme aykırı işler yaparsa, o herhalde, işçi sınıfının da devleti olmadığına göre (işi, bunu savunacak kadar ileri götüremezler) bu devlet sınıflar üstü (asker-sivil bürokrasinin devleti) bir devlet olmalıdır. Örnekleri açıktır; devlet kapitalizmi adı verilen ve devlet işletmelerinin yaygınlaştığı dönem. Bu dönem, özellikle 1980 sonrasında çok yoğun biçimde, liberallerce özelleştirme savunusu ile birlikte eleştirilmektedir. Planlamacı, kalkınmacı Kemalistlerimiz ise devlet mülkiyetinin savunucuları olmaktadır. Neredeyse, devlet mülkiyetini sosyalizmin temeli olarak görmektedirler. 1920’lerde burjuvazi tüm devlet olanaklarını kullanarak büyüdü. Bu arada sistemin ayakta kalabilmesi ve sermayenin en kârlı alanlara girebilmesi, devletin bazı işletmeleri kurmasını gerektirmiştir. Bu işletmeler özellikle 1960-80 sonrası dönemde tekelci sermaye için ek kâr kaynağı olmuştur. Ve yine bugün tekellere ek kâr sağlayamadıkları için özelleştiriliyorlar.
Bizim liberal baylarımız, kendisi kapitalist devlet olan bir devletin elindeki işletmelerin varlığını, devletin, “özel teşebbüs” denilen kapitalistlere karşı olduğunun kanıtı olarak sunmak isterler. Peki ne zaman? Ne zaman ki, artık o işletmeler tekellere ek kâr sağlamaz, ne zaman ki görevlerini tamamlarlar o zaman. Ama aynı zamanda, aynı devlet bu sefer farklı alanlarda ekonomik görevler üstlenir.
Kaba yaklaşımlar, devletin ekonomik görevlerini ya da ülkede uygulanan ekonomik politikayı, siyasal iktidarın niteliğinden (devletin niteliğinden) ayrı ele alırlar. Siyasal olarak yıkmaya çalıştıkları devletin, ekonomik politikasını etkilemeye çalışırlar. Oysa, devletten söz etmeden ekonomik politikadan söz etmemek gerekir. Burjuvazi, ekonomik politikaları, politik mücadeleden uzak ele almaz. Tersine ekonomik gücünü her yönü ile politik mücadeleyi kazanmak için kullanır.
Kaldı ki, artık hükümetlerin bu konuda hiçbir etkisinin olmadığı da biliniyor. Yani kim hükümette olursa olsun, ekonomik politika aynıdır. Bu ABD’de de böyledir, TC’de de. Özellikle holdinglerin yöneticilerinin devlet çarkı içinde etkin yerlere gelmelerini, devletin bu işlevini bürokratlardan “teknokratlara” devretmesi olarak algılamak gerekir. Yoksa faşistlerin ayrı bir ekonomi politikası, liberallerin ayrı bir ekonomi politikası ve sosyal demokratların ayrı bir ekonomi politikası yoktur. Tekeller neye ihtiyaç duyuyorlarsa ve ihtiyaç duydukları politikayı kimin eliyle uygulamak uygun ise hükümetleri ona göre oluşturuyorlar. Hepsi budur.
Nasıl ki “Avrupa komünizmi” devletin sahibi olduğu işletmelerin varlığı nedeniyle, devletin burjuvaziden koptuğunu söyleyebiliyorlarsa, aynı şeyi yine devletin kapitalistlerin sahibi olması gereken işletmelerinin sahibi olmasını, liberallerimiz, onun sınıflar üstü olduğunun kanıtı olarak görüyorlar. Bizzat devlet sermayesi sömürünün en gizli biçimidir. Devletin artı-değerin paylaşımında rolü olduğu sürece, onun ekonomik plandaki görevleri de gün geçtikçe artar. Tekelci aşamada ekonominin askerîleşmesi, militarizmin artması, tek başına bu bile (trilyonlarla ölçülen, garantili bir pazar) devletin artan ekonomik rolüne işaret eder.
Şimdi konunun daha iyi anlaşılabilmesi için egemen sınıfların iktidarda yer alışları üzerinde durmak gerekir. Toplumda, ekonomik yapıda egemen olan sınıf, sömürülen sınıf ve katmanları baskı altında tutmaya ihtiyaç duyar. Böylece düzenin, kendi egemenlik koşullarının devamını sağlar. Ancak egemen sınıf çoğu durumda, kendi içinde de katmanlara ayrılmış durumdadır. Bu noktada da egemen sınıflar arasında “bir iktidar bloğundan” söz edilmektedir. Örneğin kapitalist toplumda (ki biz daha çok kapitalist devleti tartışacağız), iktidar bloğu içinde burjuvazinin tüm kesimleri yer alırlar. Ancak yine de her zaman burjuvazinin en büyük kesimleri, iktidara sahiptir. Örneğin tekelci aşamada kapitalist devlet tekellerin devletidir. Ama bu onun eskisine göre daha az bir burjuva devlet olduğu anlamına gelmez. Bu çağda burjuvaziden söz etmek isteyen kişi tekellerden söz etmek zorundadır. Tıpkı kapitalizmden söz edip de, emperyalist sistemi, kapitalizmin dünya örgütlenmesini unutmasının mümkün olmaması gibi.
“İktidar bloğu” terimi, gerçekte, bir sınıfın çeşitli katmanları söz konusu edildiğinde değil de iki ayrı egemen sınıfın iktidarı paylaşmaları durumunda daha anlamlıdır. Burjuvazinin çeşitli kesimleri söz konusu olunca böylesi bir ittifak doğal yollarla oluşur. Kapitalizmin gelişimine bağlı olarak burjuvazinin bir kesimi iktidara rengini verir. Doğal olarak tüm burjuvalar için de en iyisi budur. Bunun tersini düşünmek, burjuvazi arasındaki çelişkileri çok fazla önemsemek demektir. Ama iki ayrı sınıf, örneğin feodal soyluluk ile burjuvazi arasında oluşacak bir iktidar durumunda “iktidar bloğu”ndan söz etmek daha uygundur. Bu durumda ise devlet, “yarı feodal, yarı kapitalist” olmaz. İşte bunu anlatmak için, bu ittifak içindeki güçlerin hem birlikteliğini, hem de devletin niteliğinin net olduğunu anlatmak için “iktidar bloğu” terimi işe yaramaktadır. Her ittifak, bir hegemonya sorununu beraberinde getirir. Burada da hegemon olan güç iktidara rengini verir. Onun için devlet “yarı feodal, yarı kapitalist” olmaz; yarı değil ama zayıf da olsa tam olur. Örneğin geçiş devleti ama bir kapitalist devlet olur vb. (Tabii ki burada somut bir örnek ele alınmadan konuşuluyor). Üstelik böylesi, biri bir önceki sosyo-ekonomik sistemin, diğeri bir sonraki sosyo-ekonomik sistemin (kapitalizmin) egemen sınıfı olan bu iki sınıfı bir araya getirenin gelecek korkusu, proletaryanın tarih sahnesine geleceğin egemen sınıfı olarak çıkması ve bu doğrultuda yürüyen sınıf savaşımı olduğunu atlamamak gerekir. Feodal gericilik ile tutuştuğu savaşı tarihsel olarak kazanan burjuvazi, şimdi onu işçi sınıfına karşı ittifaka çağırıyor. Ve burada burjuvazi ne yaptığını çok iyi biliyor. Gücü bölüşmüyor, tersine güçsüzlüğünü yenmek için en akıllıca hamleyi yapıyor. Bu durumda da iki renkli bir iktidar olmuyor, iki sınıf arasındaki ittifak, burjuva egemenliği altında sürüyor demektir. Üstelik bu ittifak bir ana özgü, teorik değil pratik bir durumdur.
1920’lerde kurulan burjuva cumhuriyette, iktidar, feodal gericilikle uzlaşan burjuvazinin iktidarıdır. Bir yarı-feodal iktidar değil, tersine bir burjuva iktidardır. Ama bu dönem burjuvazi ağırlıklı olarak ticaret burjuvazisidir. 1946’lardan sonra tarım ve ticaret burjuvazisi iktidara rengini vermekteydi. 1960 Darbesi ile sanayi burjuvazisi toplumun hegemon gücü haline gelir. Onun hegemonyası tekelci sermayenin oluşumunu hızlandırır ve günümüz devleti, tekelci burjuvazinin devletidir.
Başlangıçta feodal gericilikle uzlaşan burjuvazi, feodal soyluluğun süreç içinde kapitalistleşmesi yolunu seçti. Bu yolla, kapitalistleşen feodal soyluluk burjuvazinin bir parçası haline geldi. Ancak devlet, bu uzlaşmaya rağmen en başından beri hep burjuva karakterlidir.
1960’lı yılların ortalarında yürütülen bir tartışmada bir grup, tekelci kapitalizmde devletin tekellerin devleti olduğunu, bir başka grup ise devletin tüm burjuvazinin devleti olmaya devam ettiğini söylemekteydi. Bu tartışmada, burjuvazinin içindeki ayrışmalar iki ayrı sınıf boyutunda ele alınıyor. Oysa tekelsiz burjuvazi ne anlama geliyor? Bu anlamda da bu devlet tekelci burjuvazinin devletidir. Ancak nasıl oluyor da devletin tekelci burjuvazinin devleti olması, onun tüm burjuvazinin devleti olmasını önleyebiliyor? Tersine burada, konulduğu gibi bir çelişki yoktur.
Aslında yukarıdaki tartışma devlete ekonomist bir mantıkla bakmanın ifadesidir. Soru daha açık bir biçimde şöyle sorulabilirdi: Devletin ekonomik politikaları tekellerin mi, tüm burjuvazinin mi yararınadır? İşte bu şekilde sorulduğunda sorunun arkasındaki ekonomist mantık çok daha açık hale gelmektedir. Bu açıdan da söylediklerini ispatlamaları olanaklı değildir. Ama devlete özelliğini veren şey ekonomik işlevi değil, politik işlevidir. Ekonomist mantık bunu atlar.
Kapitalizmin tekelci aşamasında, kapitalizmi geliştirici her politika en çok tekellerin çıkarınadır. Ancak aynı zamanda tüm burjuvazinin çıkarınadır. Zaman zaman bazı ekonomik politikalar burjuvazinin bazı kesimlerini zora sokabilir ama zaten tekelci kapitalizm bu değil midir? Tekelleşme, merkezîleşme ve yoğunlaşmayı ifade eder. Bunun bir başka dille ifadesi, mülk sahiplerinin, mülk sahipleri tarafından mülksüzleştirilmesidir. Tüm bunlar kapitalist meta ekonomisinin işleyişini anlatır. Bu tartışmalarla değil devletin evrimini anlamak, devleti bile anlamak mümkün değildir.
Tekelcilikte, bir yandan bir süreç işlerken, diğer yandan artan yoğunlaşma ve tekelci egemenlikten gelen ek kârlar tekellere akar. Tekeller kendi dışındaki burjuva katmanların artı-değerinin bir bölümüne pek çok mekanizma ile el koyarlar.
İkincisi; yukarıda gördük ki, devletin temel işlevi sistemin tehlikede olduğu dönemlerde altı koyulaşan ve açık biçimde öne çıkan temel işlevi, tüm sistemin devamını sağlamaktır. Bunun tüm burjuvazinin çıkarına olduğu açıktır.
Tekel dışı burjuvazi de, işçi sınıfı ve emekçi halkın sömürülmesi sayesinde yaşar. Düzenin devamının tehlikede olduğu yerde kârın paylaşımı ikincil kalır, düzenin devamı temel nokta olur. Ve tüm burjuvazi bu konuda birlik içindedir.
Barış dönemlerinde ise ekonomik yapıda egemen olan kim ise, uygulanacak ekonomik politikalar en çok onların işine yarar. Sosyal demokrat, sözde işçi yanlısı uygulamalar sadece küçük çaplı hazımsızlıklar yaratmakla kalmaktadır. Avrupa komünistleri devletin alacağı ekonomik önlemlerle tekellerin egemenliğinin sınırlanacağını savunmaktaydılar. Aynı savunu TKP tarafından Türkiye’de yapılmıştır. TİP ise, CHP’ye 5 yıllık demokratikleşme planı vermiştir. İşte tüm bu örnekler, kapitalizme dokunmaksızın, devlet eliyle tekellerin egemenliğine karşı savaşılabileceği yanılsamasının örnekleridir. Yıllardır tüm kapitalist ülkelerdeki anti-kartel yasalar ne işe yaramıştır? Ancak bu burjuva sosyalist baylar, asla bu yasaları çiğnemeyen, örnek vatandaş ünvanını hak etmişlerdir.
“Altını olan kuralı koyar.” İşte kapitalist toplumda devletin ekonomi politikası da bu çerçevede ele alınmalıdır. Tekelci burjuvazinin sözümona zararına gibi gözüken bazı uygulamalar, devletin, toplumun daha geniş kesimlerinin desteğine ihtiyaç hissettiği dönemlerde uygulanırlar. Buradan da olsa olsa şu sonuç çıkar; bir kere burjuva egemenlik kuruldu mu, artık bu egemenliği devirmeden “devletin ekonomi politikalarında emekçiler yararına değişiklik” oluşamaz. Bu katışıksız reformizmdir.
Zorunlu eğitim yasasına bakalım. Bu yasa her ne kadar işçi sınıfının çıkarına imişçesine görünürse görünsün, onun gerçek işlevi daha nitelikli işgücü yetiştirmek, sistemin devamını sağlayacak ideolojiyi herkese empoze etmektir.
Şimdilik, 1960’lı yıllarda başlayan ve 1970’li yıllarda da etkin biçimde devam eden anti-tekel mücadele üzerinde daha fazla durmayalım. Bu konuya çalışmamızın ileriki bölümlerinde tekrar döneceğiz.
Ancak yukarıda üzerinde durulan ve sadece tartışmamız için yararlı olacağı umudu ile iki maddede ifade edilen, devletin görevlerinin bütünlüğü gözden kaçmamalıdır. (Bu maddeleştirme, devletin görevlerinin bütünlüğünü görmemizi engellememelidir.) Sınıflı toplumların gelişimi, sınıf savaşları ile bağlantılı olarak incelenirse anlaşılabilir. Sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşları tarihi olması da bunu ifade eder. Bir toplumsal biçimlenmede iki karşıt sınıf, çıkarları uzlaşmaz iki sınıf var ise, o toplumun tarihinin bu iki sınıfın savaşımından soyutlanarak incelenmesi, ne kadar bilimsellik süsü verilirse verilsin gerçekte metafizik bir yaklaşımdır. Bu durumda toplumun tarihinde bazı olaylar neredeyse tanrısal nitelik kazanırlar, elbette bazı kişilerle birlikte. İki karşıt sınıfın çıkarlarını görünüşte uzlaştırmak, gerçekte egemen sınıf adına sömürülen sınıfı baskı altında tutmak yoluyla, devlet, sistemin devamını (yeniden üretim sistemin devamından ayrı değildir) sağlamaktadır.
Devlet, görünüşte sınıflar üstüdür. Eğer öyle görünemiyor ise, nüfusun diğer bölümü ile yürüttüğü kavgada kendini dolaysız açığa koyacak kadar güç kaybetmiş demektir. Öyle ise devlette baskı ve şiddet öğesinin her yönü ile açığa çıkması, devlette bir güçlenmenin değil, bir çözülmenin işaretidir. Öyle ise “en” gerici, “en” zorba gibi tanımlamalar yeni bir devletin tanımlamaları olamazlar.
TC devleti daha 1925’lerde, 500.000 kişiyi şapka giymediği için asmıştır, kurşunlamıştır. Ama nedense “en” baskıcı, “en” gerici, “en” terörcü niteliğini 1970’lerde haketmiştir.
Bu örneğe tekrar döneceğiz.
Bu kadarı ile bile devletin baskıcı niteliğinin açık hale gelmesinin ya da onun sınıflar üstü görüntüsünü kaybetmesinin yeni bir devlete işaret etmediği anlaşılacaktır. Devlet, sınıf savaşımının sürekliliği içinde gelişiyor. Egemen sınıfın çıkarlarının temsilcisi olarak daha da yetkinleşiyor. Proletarya ile burjuvazi arasındaki kavga tüm yeryüzünü sardıkça, o da bu kavgada dünya burjuvazisinin deyim yerinde ise ortak bir komitesi olarak, bir iç savaş aygıtı olarak örgütleniyor.
Bu örgütlenmede devrim güçleri iktidarı sarstıkça, devlet tam bir çıplak zor aygıtı olarak kendini dolaysız biçimde ortaya koyuyor. İdeolojik şiddetini de artırıyor. Ama üzerine örttüğü “baba”, “hakim”, “sınıflar üstü” görüntüsünü sağlayan şal, sınıf savaşımının şiddetine göre aralanıyor. Burjuvazi bu şalı hiç aralamak istemez, ama ölüm korkusu, onların ifadesi ile “olağanüstü koşullar” şalın altından çıplak zor aygıtının öne çıkmasını gerektiriyor. Görüntü, şal parçalanıyor.
Burada baskı, sadece fiziksel anlamda şiddeti ifade etmekle kalmaz. Hangi biçim altında olursa olsun baskı altında tutmak zoru içerir. Zor fiziksel anlamda şiddeti ve ideolojik şiddeti birlikte ifade eder.
Bu anlamda devlet yönetmekle ilgilidir. Yönetmek, her şeyden önce güç sorunudur. Bu gücün kaynağını ekonomik yapıdan almış olması yetmez. Bu gücün siyasal olarak da örgütlenmesi gerekir. Bu siyasal örgütlenmenin tek tek sınıf üyelerini aşan bir iradeyi (sınıfın bir bütün olarak iradesini) temsil edeceği açıktır. Özerklik buradadır. Başka bir deyişle, özerklik bazı sol liberal anlayışların, bazı Marksist çevrelerin anladığı anlamda (devletin burjuvaziden bağımsızlığı) yoktur.
Sınıflar, örgütleri aracılığı ile iradelerini ortaya koyarlar. Devlet, egemen sınıfın en gelişmiş örgütüdür. Bu en gelişmiş örgütü, sınıf savaşımı içinde şekillenir, mükemmelleşir.
Sınıflı toplumların en gelişmişi ve sonuncusu olan toplumda, kapitalizmde sınıf savaşımı daha gelişmiş bir bilinçle yürütülür. Savaşımın daha önceki yöntemleri, her iki taraf için de öğrenilir, ve bilinmez olmaktan çıkar. Bunu egemen sınıf, burjuvazi adına devlet denilen örgüt yerine getirir. Proletarya adına ise onun devrimci öncü örgütü bu deneyleri biriktirir, çözümler.
Başka bir deyişle, eğer devrimci örgüt bu deneyleri özümseyemezse, görevini de yerine getiremez. Ülkemiz, örneğine bir an için bakarsak, göreceğiz ki burjuvazi 1920’lerde de aynı yöntemleri kullanıyor. 1980, 1990’larda da. Demek ki, 70 yıl öncesinin yöntemleri işçi ve emekçileri yeniden aldatmaya yetiyor. Bunun anlamı şudur; işçi sınıfını yöneten bir devrimci akıl eksikliği vardır.
Altını iyice çizmek gerekir ki, artık iki sınıf arasındaki kavga, o iki sınıfın öncüleri arasındaki kavgadır. Eğer devlete karşı konumlanmış, tarih bilinci ile donanmış bir öncüsü yok ise, işçi sınıfı her zaman yenilmeye mahkûmdur. Devlet, burjuvazinin öncüsüdür. Proletarya, kendi öncüsünün etrafında kenetlenmeden savaşı kazanamaz.
Öyle ise öncelikle, ilk iş olarak, devletten işçi sınıfı ve ezilen halklar adına “demokrasi” beklemeyi bir yana bırakmalıyız. Demokrasi, en yansız biçimi ile iç savaş anında, kimsenin bir diğerini henüz alt edemediği koşullarda vardır. Onun dışında demokrasi, hangi sınıf için diye sormadan, bir Marksist tarafından kullanılamaz.
Eğer devleti, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki tahakküm, egemenlik aracı olarak tarif edersek, her devletin, adı ne kadar sevimli olursa olsun, bir diktatörlük olduğu açığa çıkar. Burjuva ideologları sistemlerden bağımsız, diktatörlük ve demokrasiden söz ederlerken, gerçekte devletin sınıf niteliğini gizlemeye çalışırlar.
Devletin “evrimini”, sınıf savaşımının sürekliliği altında izlemenin doğru olduğunu söylüyoruz. Öyle ki, bu evrim içinde devletteki değişimi görmek ve onu vurgulamak için belli noktadan öne çıkarmak mümkün. Aynı sosyo-ekonomik sistem içinde devletin, hep aynı devlet olduğunu; özünü koruyarak daha mükemmeli eşmeyi ifade eden bir evrim geçirdiğini bu yolla görebiliriz.
Kapitalizmin ilk dönemlerine ait olduğu söylenen “burjuva demokrasisi” tekellerle birlikte “faşizme” dönüştü diye bilinir. Bu, tümüyle devleti sınıflar savaşımından koparmanın ürünü, bir bilinç kaymasıdır. Nitekim faşizm tanımının kendisi “en”lerle ifade edilen bir nicelik vurgusu olarak öne çıkar. Yani burjuva demokrasisinden daha kanlı, daha gerici, daha terörcü, daha baskıcı. 1848’de, hatta ondan daha önce, Avrupa kıtasını kanı ile boyayan işçi sınıfı değil midir? Daha az kan döküldüğünü kim söyleyebilir? Hem sonra, eğer işçi ve devrimciler yerlerinde oturuyorlarsa, hangi devlet niye daha çok kan döker? Kanın miktarını işçi sınıfının mücadelesi belirliyor. Sonucu ise bu mücadeledeki önderliği. Eğer işçi sınıfı doğru bir önderlik ile mücadele etmemiş ise, yenilgisi kaçınılmaz oluyor. Ve yenilenlerin taraftarı olanlar, hemen kan miktarı ile yenilgiyi ölçmeye, devleti “insafsız” göstermeye çalışıyorlar. Oysa o devletin zaten kendisi, varlık nedeni budur. İşçilere daha çok insaf değil, daha çok akıl, daha çok silah, daha doğru önderlik gerekir.
Peki kapitalizmin tekelci aşaması ne ile değişmiştir?
Tekelci aşama ile burjuva egemenlik de olgun kişiliğe erişmiştir. Bu anlamda tekelciliğin, kapitalizmin yasalarında var olduğunu iyi anlamak gerekir.
İlk önce kapitalizmin tekel öncesi dönemini “esas kapitalizm” olarak görmek, tekelciliği de ondan bir sapma olarak ele almak yanlıştır. Tekelci kapitalizm ya da emperyalizm, kapitalizmin bir uluslararası sistem haline gelişidir. Bir sonraki bölümde, burjuva demokrasisi diye tarif edilen sistemin (ya da devletin) “tarife” uygun haline geldiği dönemin, esas olarak 1945 sonrası dünya olduğunu göreceğiz. Ama yine 1945’e gelinceye kadar Avrupa ve Batı dünyasının devletlerinin tarihi ile “burjuva demokrasisi” ile onlara atfedilmek istenen “olumluluk” arasında hiçbir ilişki kalmadığı görülecektir.
Burjuva devlet 1789 Fransa’sında ilk doğduğunda feodal gericiliğe karşı savaşım içinde doğdu. 1792’ye gelindiğinde ise kendi sınırlarına vardı ve devrimi ileri taşımaya çalışanları ezerek kendini oturttu. O tarihe kadar burjuvazi, feodal gericiliği alt etmek için “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganlarını yükseltti. Ama 3 yıl sonra bu sloganlar rafa kalktı. Ayak takımı (yani burjuvazinin peşine takılan halk), devrimi daha da ileri götürmek istiyordu ve Napolyon devreye girdi.
Yani, en görkemli burjuva devrim, burjuvazinin ufuk çizgisine kadar gidebiliyor. O tarihten başlayarak da uslanarak yayılıyor. Çünkü burjuvazi, hesaplaştığı feodal soyluluk gibi başka bir sınıf sömürüsü ile yaşayan bir sınıftır ve dünkü dünyanın egemen kardeşinden ders almayı daha doğru buluyor. 1848 Fransa ve Almanya’sı bunun örnekleri değil midir? 1848’de işçilerin kanlarını dökerken burjuvazi elbette burjuva demokrasisini kurtarıyordu. Proletarya demokrasisi ise o burjuva demokrasisini yerle bir etmeyi gerektiriyordu.
Burjuva demokrasisi, adı üstünde burjuvazi dışında herkes için bir diktatörlüktür; sadece burjuvazi için demokrasidir. Devlet de tam bunu anlatır.
Tekelci aşama ile birlikte devlette meydana gelen tüm değişimler, gelişmiş kapitalist dünyanın başka halkları sömürgeleştirerek kapitalizmi yayması çerçevesine uygundur. Devlet, bu anlamda daha kapsamlı roller üstlenir. Militarist bir ekonomiye gerek duyan emperyalizm, devlette de buna uygun değişimler yaratır. “Hakimiyet ilişkileri ve onların gerektirdiği şiddet”, tekelciliğin ayırt edici yönüdür ve devlet örgütlenmesine bunlar damgasını vurur.
Ama bu yeni devlet de bir “burjuva demokrasisidir. Daha gelişmiş, düzenin çıkarlarını daha iyi savunabilen, baskı konusunda daha uzmanlaşmış, ideolojisini yeni duruma uydurmuş bir burjuva devlettir.
Ancak, tam I. Paylaşım Savaşı’nın sonunda, Ekim Devrimi ile komünizm hayaleti yeryüzüne indi. Avrupa peşpeşe devrimlerle çalkalandı. Nihayet bu kavgada Ekim Devrimi, SSCB ile kendini sınırlandırarak geri çekildi. Emperyalist-kapitalist dünya ise, bir yandan SSCB’yi kuşatmaya yöneldi, bir yandan da komünizm korkusunu iliklerine kadar duydu. (Türkiye Cumhuriyeti bu kuşatma siyasetinin ürünüdür. Ekim Devrimi olmasaydı, tarih bir TC devletini büyük ölçüde yazmayacaktı.) Bu anlamda burjuva demokrasisinin gelişimine damgasını komünizm korkusu vurdu. 1848, 1871, 1917; bu tarihler burjuva devletin kendini yeniden örgütlemesinin dönüm noktalarıdır. Bir başka dönüm noktası II. Dünya Savaşı’dır. Hem SSCB’nin yürüttüğü gerilla savaşı, hem Çin Devrimi deneyimi, hem Küba ve Vietnam’da gerillanın başarıları, burjuva demokrasisini “kontrgerilla cumhuriyeti”ne dönüştürdü. Böylece devletin iç savaşa karşı, gelecekteki bir devrime karşı örgütlendiği her yönü ile görülür bir olgu haline geldi.
Tekelcilik, bu yeni tarz örgütlenmeyi dünyanın her yanına ihraç etti. Tekelci kapitalizm sermaye ihracına dayanıyor ama burjuvazi sermayesini ihraç ederken, tüm bunalımlarını, tüm pisliklerini, kültürel yok etmeyi, kişiliksizleştirmeyi, siyasal yöntemleri vb. de ihraç ediyor.
Öyle ise, devletin özü hep aynıdır; hepsi birer burjuva diktatörlüğüdür. (Burjuvazi açısından demokrasi, halkın tümü, işçi sınıfı açısından bir diktatörlük.) Oysa her yeni dönemde, sınıf savaşımının her yeni anında ayrı bir devlet biçimi arayışı gelişti. Öyle ki, burjuva demokrasisi denildi mi, burjuvazi için değil, tüm halk için olumlu şeyler anlaşılır oldu. Oysa, 1848’de dökülen kan, 1871’de dökülen kan, Hitler’in döktüğü kandan hiç de az değildi. Ya da M. Kemal’in döktüğü kan, 12 Eylül’dekinin kat be kat üstündeydi.
Peki neden burjuva demokrasisinde bir ilericilik arandı? Yanıtı açık; faşizm şeytan, kötü ruhlu burjuvaların işi olarak görüldü ve faşizm bu ölçüde kötü ise burjuva demokrasisi kendiliğinden iyi, olumlu, istenir oldu. Oysa faşizm, burjuvazinin bir karşı-devrim saldırışıdır. Burjuva devletin kendisidir.
Biliniyor, devrim, karşısında bir karşı-devrim örgütleyerek gelişiyor. Örneğin Kürt Devrimi, TC’nin özel savaşı örgütlemesinin temelini oluşturuyor. Ve eğer Kürt Devrimi yenilirse, işte o zaman karşı-devrimin estireceği fırtına, döktüğü kanı da aratacaktır. (Öyle ise, Kürt Devrimi’nin her başarısı, Anadolu Devrimi’nin de başarısıdır.) Ama bunlar, her defasında yeni bir devlet tarifi gerektirmez. Sadece gelişen, yetkinleşen bir devleti görmek gerekiyor.
Biz, bu burjuva devlete, tekelci polis devleti diyoruz. Tekelci polis devleti, çağımızın burjuva demokrasisidir. Faşizm denen devletten çok daha iyi örgütlenmiş, çok daha yetkin bir devlet çarkıdır. Ama çağımızda bundan daha “iyi” bir burjuva demokrasisi olmaz. Esas eksiklik, proletarya adına konuşanların burjuva devletten “iyi”likler beklemeleridir.
Sınıflı toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğu hiç unutulmamalıdır. Burjuva demokrasisinde ilericilik adına ne varsa, demokratlık adına ne varsa, burjuvazinin feodal soyluluğa karşı savaşımı ile ilgilidir. Ancak işçi sınıfının, giderek bir toplumsal güç olarak tarih sahnesine çıkışı ile birlikte burjuvazi gericileşmiştir. Elbette bunu 1848 Alman Devrimi’nde görmek mümkündür. Almanya’da burjuvazi kendi devrimini sonuna kadar götürmüyor ve feodal gericilikle uzlaşıyor. İşçi sınıfından, gelecekten korkusu, onun için böylesi bir uzlaşmayı anlamlı kılıyor. Burjuvazi radikalliğini kaybediyor. Elbette, gelecekten bu denli korkması için, daha önceden, gelecekte bu korkusunu haklı çıkaracak sınıf savaşımlarının var olması gerekirdi.
Burjuvazi sınıf savaşlarından böylesine öğreniyor. Elbette bu öğrenme onun devlet örgütlenmesine de yansıyor. Devlet, egemen sınıfın en gelişmiş örgütüdür. Egemen sınıf, tüm sınıf savaşımı deneylerini süzerek devlet mekanizmasında somutlar. Buranın altını çizmek gerekir. Öyleyse bir önceki devlet biçimi, bir sonraki devlet tarafından içerilir. Yani günümüz TC devleti, 600 yıllık Osmanlı devletinin üzerinde yükselmiştir. Evet, gerçekte TC devleti Osmanlı İnıparatorluğu’nun yıkılması ile kurulmuştur. Ama her egemen, sömürücü sınıf, varlığını diğer sınıfın sömürüsü üzerinde kurar. Tarihsel süreç içinde birbirinin yerini almak için, biri diğerini yıkarak da iktidara gelmiş olsa, aslında birbirinden çok şey öğrenirler. Mustafa Kemal’in yöntemlerinin Vahdettin’in yöntemleri olması şaşırtıcı sayılmamalıdır.
Şimdi bir de şöyle düşünelim; devletin ilk ortaya çıktığı koşullardan bu yana devletin özünde bir değişiklik olmamıştır. Bu kesindir. Ancak, her sınıflı toplumun yerini alan yeni sınıflı toplumda devlet, daha da gelişmiş, daha da organize olmuş ve nihayet kapitalizmde, özellikle de tekelci kapitalizmde tepe noktasına gelmiştir. Yani tekelci kapitalizmdeki devlet, en gelişmiş devlettir, aynı anlama gelmek üzere en zorba devlettir.
Şimdi tekrar olağan bir devlet biçimi olan burjuva demokrasisi ile onun yerini bir dönem için (düzenin tehdit edildiği bir dönemde) alan, olağandışı bir devlet olarak Bonapartist devlet ilişkisine dönelim. Bir kere Bonapartist devlet burjuva demokrasisinin yerini aldı mı, ondan sonra dünyanın pek çok yerinde oluşacak burjuva demokratik devletler, artık ağır ağır bu olağandışı devleti içermeye başlarlar. Şimdilik bu kadarla yetinelim. Çünkü bu konuya, devlete ilişkin tartışmamızın en önemli noktası olan tekelci polis devleti anlatılırken tekrar döneceğiz. Tekelci polis devleti, burjuva demokrasisi ve faşizmin birlikte içerilmesini ifade ediyor. Elbette bu tartışma bizi faşizm ve burjuva demokrasisi gibi ikilemlerden de kurtaracak. Değil mi ki faşizm, proletaryanın Ekim Devrimi’ni yayamamasının bedelidir. Faşizm ve burjuva demokrasisi ayrımı, çağımızdaki burjuva devleti anlamamaktır. Çağımızın burjuva demokrasisi budur. Faşizm, burjuvaziye ait kötülüklerin yüklenebileceği bir devlet olunca, burjuva demokrasisi, burjuvazi ile uzlaşılacak nokta olur. Aman ne demokrasi! Faşizm burjuvazi için demokrasi değil miydi? CIA’nin, FBI’ın hüküm sürdüğü ABD’deki burjuva demokrasisi ile Hitler’in faşist Almanya’sı arasında bir dirhem fark yoktur. Bugünkü Alman devleti ile Hitler faşizmi arasındaki fark, bugünkü devletin Hitler dönemindeki devletin çok daha gelişmişi olmasıdır; tıpkı Hitler’in faşizminin I. Dünya Savaşı’ndaki Alman devletinin daha gelişmiş hali olduğu gibi.
Sınıf savaşımının sürekliliği burada anahtar noktadır. Bu süreklilik altında devletin gelişimi anlaşılabilir. Yoksa hiçbir devlet döktüğü kana göre ayrı bir burjuva devlet olmaz. Eğer öyle ise, TC devleti, 1920’de faşizmin ilk örneği olur. 1925’te faşizmin daha faşisti, 1932’de Tarih Kurultayı’nı toplayıp kafatası ölçerken, kafatasçı faşizm olur vb. Ama değil, hepsi burjuvazi için bir demokrasi, halklar ve işçi sınıfı için diktatörlüktür.
Toplumda işçi sınıfının elde ettiği haklar ile “burjuva demokrasisi” genişlemez. Tersine güçler dengesi, o anki durum, işçi sınıfına bu hakları vererek burjuva egemenliği sürdürmeyi olanaklı kılıyor. Eğer işçi sınıfı bu olanakları iktidara yürüyüş için kullanamıyorsa, haklarını tek tek geri vermek zorunda kalıyor.
Uğur Mumcu’nun öldürülmesi ile birlikte devlet toplumsal uzlaşma zeminini genişletti. Liberalinden muhafazakârına, sosyal demokratından solcusuna kadar pek çok siyasal akım, devletin ve düzenin (onlar demokrasi ve insan haklarının diye söylüyorlar) devamı için devletin bayrağı altında birleştiler. Solcu bazı çevreler, Uğur Mumcu’nun öldürülüşünü yeni bir darbenin gelişi, devletin faşist kanadının hamlesi vb. şekilde yorumladılar. Ve tabii Uğur Mumcu’nun öldürülüşü “demokrat” olmanın cazibesini artırmış, Kemalizm’in ilerici kanadı yanılsamalarına yeniden hayat kazandırmıştır. İşte tüm bu yanılgılar devleti ve sınıf savaşını anlamamak üzerine kuruludur. Faşist dedikleri devlet, darbe yapmak için zemin hazırlamak adına Mumcu’yu öldürüyor. Bu cahilce bakış, sınıf savaşımına köyden bakmaktır. ‘Her açıklayamadıkları olaya, faşizm geliyor, diye bakanlar, gerçekte faşizmi şeytan gibi düşünüyorlar. Böyle olunca Mumcu’nun öldürülmesi “demokrasimizi” (Mumcu öldürülmeden önce bu bayların faşizm dedikleri şeyi) “zedeliyor”. Aslında bu bakış liberal-burjuva bakışın kendisidir. Biraz daha rahat düşünen herkes Mumcu’nun öldürülüşünden en büyük faydayı devletin (yani “demokrasimizin”) gördüğünü fark edecektir. Tek başına bu sonuç, Mumcu’yu devletin öldürdüğünü gösteriyor.
Özetlersek, nasıl ki sınıflı toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihi ise, aynı biçimde sınıfların varlığının itirafı olarak devlet de bir önceki devleti içeriyor, onun bazı yönlerini içeriyor, onu olumsuzluyor.
İkincisi, bir sosyo-ekonomik sistemde devlet; sınıf savaşımına göre evrimleşiyor. Egemen sınıf adına sınıf savaşımı deneyleri devlet tarafından özümseniyor. İç savaşı (sınıf savaşımının en açık ve şiddetli biçimi, aynı anlama gelmek üzere kapitalizmde demokrasinin en tam olduğu koşullar) yaşayan bir devlet, giderek daha fazla, iç savaşa karşı örgütleniyor. Ve bu dünyanın bir başka ülkesinde yaşananlar, evrensel bir sistem olan kapitalizm sayesinde, burjuvazi için deneyim haline geliyor.
Öyle ise, sınıflı toplumların tarihine sınıf savaşları tarihi olarak bakmak konusunda, en azından bu noktada anlaşan Marksistler olarak bir adım daha atmalıyız. Bu sınıf savaşımının sürekliliğini görmeye yönelmeliyiz. Tarihe bu gözle bakmalıyız. Aklımıza geldiğinde “sınıf savaşımı” olgusuna yönelmekle yetinmemeli, bu olguyu her şeye damgasını vuran bir süreç olarak ele almayı başarmalıyız.

Sonraki Bölüm: Devlet Ve Burjuva Demokratik Devlet