Bugünlerde, daha çok ABD tetikçiliğini sürdüren TC devletinin hamlelerinin Akdeniz’de yoğunlaştığını görüyoruz. Suriye, Libya biraz arka planda kalmış gibidir ve sanki artık esas çatışma alanı Yunanistan’dır gibi.
Elbette görüntü ile yetinmeyeceksek, işin emperyalist paylaşım savaşımı ile bağına da bakıyor olmamız gerekir.
Hegemonyası çözülmekte olan, hegemon güç olma hâlini kaybetmekte olan ABD, çözülüşü durdurmak için, dünyanın her alanında saldırganlıkla iş yapmaya çalışıyor. Ne ticari, ne hukukî, ne diplomatik “kabul”leri kabul etmiyor ve “haydut”ça davranışlarla “güç benim” demeye devam ediyor. Öyle ya, hiçbir emperyalist güç, kendi hegemonyasının çözülme sürecini, gönül rahatlığı ile, bir şey yapmadan seyrederek durmaz. ABD de durmuyor. Henüz askerî alanda olan avantajlarını açıkça devreye sokarak, hegemonyasını devam ettirmek istiyor.
Bu çerçeve içinde ABD, bölgemizde TC devletini, kendi tetikçisi olarak kullanıyor. Saray Rejimi ömrünü uzatmak istedikçe, Erdoğan iktidarda kalmayı derinden arzuladıkça, ipleri elinde tutan ABD için, TC devletini tetikçi hâline getirmek zor değil. Trump, seçim sonuçlarını kolaylıkla kabul etmeyeceğini açıkladığında, bir etkili isim, “burası Türkiye değil” demekten kendini alamadı. Demek ki, aslında 2015 7 Haziran seçimlerinden beri Erdoğan iktidarı, tetikçiliğe bağlıdır.
Tetikçilik, ABD destekçisi olmak konusunda bir adım daha ileri gitmektir. Yoksa, zaten TC devleti, hep ABD denetimindedir. Ama artık, TC devleti, her türlü işi ABD emri ile yapmaktadır. Libya açıklarında silah taşıyan Türk gemisi ile, NATO içinde yer alan Fransız gemisi arasındaki itiş-kakış sırasında Dışişleri Bakanı, açıkça “ABD emri ile davrandıklarını söylemişti” ve buna, Macron “ben zaten NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir demiştim” diyerek yanıt vermiştir.
Bu nedenle söylüyoruz, TC devletinin bir dış politikası yoktur. Bu nedenle, TC devletinin dış politikada yanlışları vb. de yoktur. TC devletinin dış politikası, doğrudan ABD dış politikasının bir tür memuriyetidir. Tetikçilik, işte bu çerçeveye oturur.
ABD, tüm Akdeniz’i savaş alanına çevirmek istiyor. Bunun için TC devletine “haydi Libya” diye hedef gösteriyor, bunun için Yunanistan ile çatışmayı körüklüyor. Bu hem AB’ye, yani Almanya ve Fransa’ya karşı bir hamledir, hem de açıktan Karadeniz’e ateşi sıçratmak yolu ile Rusya’ya bir tehdittir. Yani, ABD, hem AB’ye karşı TC devleti üzerinden hamleler yapıyor, hem de Rusya’ya karşı. Eğer Karadeniz ve Akdeniz karışırsa, ABD, bu işten kârlı çıkacağını hesaplıyor.
Yani TC devleti, doğrudan ABD elinde kullanılan bir tetikçi durumdadır. Erdoğan aslında bir rehinedir. Sadece Erdoğan değil, tüm Saray Rejimi rehindir. Kendilerinin de bu tetikçiliği istemedikleri anlamında değil, elbette onlar bu tetikçiliği can simidi gibi ömürlerini uzatan bir yol olarak görüyorlar. Onlar da bu ilişkiyi istiyorlar, ama kontrol tümü ile ABD’dedir.
Suriye’de de durum böyledir. TC devleti, kendisi de çok istediği için ABD’ye rağmen, bölgede işgalci değildir. Elbette kendisi çok isteklidir. Osmanlıcılık hayallerini canlandırmayı deniyorlar, Erdoğan adeta Abdülhamid’in ruhunun yeni vücut bulmuş hâli gibi görülüyor. Ve elbette bir de Kürt meselesi var. Bugün bir çeteler birliği demek olan Saray Rejimi, Kürt’e saldırmayı çok seviyor. Ne zaman çeteler arasında çelişkiler artarsa, o zaman hepsi “Kürt’e saldırmak” ilkesi etrafında birleşebiliyorlar. Böylece kendi aralarında geçici “sulh” sağlanmış oluyor.
Ama yine de TC devleti, Suriye operasyonunda en başından beri, ABD emri ile yer almıştır. Kendisinin bu konudaki istekliliğini unutmadan, işin bu yönünü görmek gerekir.
Bugün, TC devleti, Suriye’de işgalcidir ve bu işgalci durum, yine ABD emri ile devam ettirilmektedir. ABD, bu yolla; a- bölgeden elini eteğini çekmiyor, b- Rusya’yı oyalamayı sürdürüyor, c- kaybettiği Suriye savaşını İran savaşına dönüştürerek, büyüterek kazançlı çıkmak için zaman kazanıyor, d- İsrail’in korunmasını sağlama olanakları buluyor, e- Kürtlerin içinden kendine bağlı Barzani grubuna katılacak “dostlar” yaratmaya çalışıyor.
Bu nedenle TC devletinin Suriye’de işgal ettiği alanlarda varlığını koruması, artı İdlib’de etkin olması ABD politikası açısından çok önemli hale geliyor.
Bu yolla ABD, hem Kürtleri “korkutmayı” başarıyor, onlara biz olmasak TC devleti gelir korkusunu vermeye çalışıyor, hem de bundan korunmak için, bize biat edin, diyor. Bu biat, elbette, Barzani çizgisi anlamına geliyor.
Son aylarda iki kritik gelişme yaşandı. Elbette her gün yeni gelişmeler yaşanıyor ve her anlamda sahada savaş sürüyor. Ama iki gelişmeyi öne çıkarmak istiyoruz. Birincisi ABD’li şirket ile petrol anlaşmasıdır. İkincisi ise petrol anlaşmasının ardından, bir ay sonra, Jeffrey’in Barzani, öncesinde de Heseke ziyaretidir.
Petrol anlaşmasının bir tarafı Suriye Kürtleridir. Diğer tarafı ise bir ABD şirketidir. ABD, bu şirkete, “Suriye’ye dönük ambargo” kararlarından muaf olma hakkı verdi. Anlaşmayı senatör Graham duyuruyor. Dışişleri Bakanı Pompeo desteklediğini duyuruyor. Yani, aslında anlaşmanın diğer ucunda ABD devletinin özel desteklediği bir firma var. Anlaşmayı, SDG duyurmadı, önce ABD tarafı duyurdu. Şirket tarafında üç isim öne çıkıyor. Jim Reese, ABD ordusunda “Delta Force” adı ile bilinen bölümde albay, TigerSwan’ın kurucusu. TigerSwan, bir güvenlik şirketi, Suriye sınırında, Kobané dahil mayın temizleme işi yapmış, kirli işlerinin haddi hesabı yok. İkinci kişi, eski ABD Kopenhag Büyükelçisi James Coia. Tek başına bu isim bile, petrol meselesinin bir ucunda Suriye Kürtleri varken, diğer ucunda ABD devletinin olduğunu gösteriyor. Üçüncü isim John Dornier. Bu şirkette, petrol işi konusunda az çok deneyimi olan tek kişi işte bu kişi.
Aslında, tümünü içine bile alsa, Suriye petrolleri, dünya petrol piyasası için önemli değil. Hele hele ABD için hiç değil. Ama Suriye ile pazarlık ilişkisi, Kürtlerin ABD kontrolü altına girmesi meselesi açısından çok önemli.
Sorudur; acaba, bu petrol anlaşmasının Barzani ile bağı nedir?
Böylesi anlaşmalar konusunda usta olan ABD, elbette birçok şey planlıyordur. Ama ne planlıyor olursa olsun, bunun Kürtlerin hiçbir kesiminin faydasına olmayacağı açıktır. Tüm tarih, bunun sayısız örnekleri ile doludur. Dahası, bu anlaşmalar, Kürt devrimini bugüne getiren sosyalist ve özgürlükçü damarın yerine, uzlaşmacı, gerici, işbirlikçi Barzanici damarın güçlenmesi için kullanılacaktır.
Petrol anlaşması ile elbette ABD, yarının Suriye’sinde, daha çok Rusya ile pazarlık edebilmek için, bir koz eline almıştır. Amacı da budur.
İkinci gelişme, James Franklin Jeffrey’in bölgeye ziyaretidir. Jeffrey’in ziyaretini, Mehmet Ali Çelebi, “Artı Gerçek”te haberleştirdi. Mehmet Ali Çelebi, haberinde, Jeffrey ile ilgili şunları da ekliyor:
“Anlatısında özgürlükler olmayan James Franklin Jeffrey, pragmatist, güvenlikçi ekolden, statüko savunucusu. Demokrasi, adalet, özgürlük vizyonu olmayan ufku dar, köhne CIA bürokratı zihin kodları taşıyor. Suriye, Irak ve İran’daki halklarına dair olgusallıkları gözardı eden projektörden bakıyor; eşitlik, merkezi yönetimde ısrar yerine devolüsyon (yetki devri) taleplerine, çoklu dil ve kültürel taleplerine, beklentilerine stratejik olarak değil taktiksel olarak bakıyor.
“Kolonyalist sistemin devamı için, hegemonya aşınmasını önlemek için denklemler üretmeye çalışan, kolonyalist politikaları yeniden yaygınlaştırmaya dönük düşünsellik içerisinde. Kürtler, Asuri-Süryaniler, Ermeniler, Ezidiler, Çerkesler, Alevi Türkmenler’in tarihsel evrensel haklarını önemsemeyen iklimin sorumlularından. Stratejik vizyon üretme yerine statüko koruyucularının sürüklemeye çalıştığı Cenevre Konferanslarına halkların katılımının frenlenmesinin sorumlularından.
“… Jeffrey eski bir subay. Soğuk savaş döneminde Vietnam, Batı Almanya, Bulgaristan’da bulundu. CIA’da görev yaptı. 12 Eylül 1980 Kenan Evren darbesi sonrası Türkiye’de görevlendirildi. Adana ve Ankara’da subay olarak bulundu, Türkçe öğrendi. Irak işgali sırasında Irak’ta görevler aldı. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’a Irak danışmanlığı yaptı. ABD Başkanı George Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı yardımcısı idi. Bağdat (2004-2005) ve Ankara’da (2008-2010) büyükelçilik yaptı. Çalkantılar çıkarmak, yönetimleri alaşağı etmek hedefli İran-Suriye Politika ve Operasyonlar Grubu’nun (ISOG) yönetiminde bulundu. Büyükelçiliği döneminde de sonrasında da AKP-MHP politikalarının destekçisi oldu.” (www.artigercek.com).
Haberi, daha çok haber-yorumu kaleme alan Mehmet Ali Çelebi, detaylı bir toparlama yapmış. Ama Jeffrey’in geçmişine bakıp, onun yerine başka ABD’li yetkililer olsa, farklı sonuçlar elde edileceğini düşünmek yanlış olur. Jeffrey ya da başkası, her biri, bölgede uygulanacak politikanın temsilcileridir. ABD, her zaman halkları katleden, yeryüzünde ilk ve tek atom bombasını kullanan, Kızılderilileri yok eden bir katliamcı geleneğe sahiptir. Hiçbir emperyalist güç, halkların hiçbirine “dost” olamaz. Ve elbette bu şaşırtıcı da değildir.
Şimdi, Kürtler söz konusu olunca, Jeffrey onlara dost olabilir mi? Bunu düşünmek, hepimiz için çocukluk olur. Sanırım, Mehmet Ali Çelebi, bu haber-yorumu ile, Kürtler arasında böyle düşünenlerin olduğundan duyduğu endişe ile bu bilgileri özellikle veriyor.
Evet, mesele de budur. Kürt hareketi içinde, bugün değil, çok eskiden beri var olan Barzani çizgisi ile, Kürt devrimini bugünlere taşıyan sosyalizm ve özgürlük çizgisi, şimdi daha net ortaya çıkmaya başlamıştır.
Jeffrey, 20 Eylül’de Heseke’yi ziyaret ediyor. Boşuna değildir. 22 Eylül’de ise Barzani ile görüşüyor.
Bu son aylarda, Suriye Kürdistanı’nda bazı gelişmeler oldu. Kuzey ve Doğu Suriye’deki Kürt partileri bir araya gelerek, PYNK’yi (Kürt Ulusal Birliği Partileri) oluşturdu. İçinde 25 örgüt var, hepsi parti değil. PYD, bu grubun içindedir ve etkilidir.
Bunun dışında bir de ENKS (Suriye Kürt Ulusal Konseyi) var. Bu KDP ile bağlantılı. Hatta, bu grubun, ABD, İngiltere, Türkiye, Fransa bağlantıları da var, eski ÖSO grupları ile de bağlantıları var.
ABD arabuluculuğunda, PYNK ile ENKS arasında görüşmeler oldu. Sonunda Kürt Yüksek Mercii (Konseyi) oluşturuldu. Bu konsey, Kürtler adına karar verecek bir konsey olacaktı. 40 üyesi olacak, 16’sı PYNK, 16’sı ENKS ve 8’i diğer gruplar olmak üzere oy hakları olacaktı.
Jeffrey 20 Eylül 2020’de Heseke’ye geldiğinde, hem ENKS, hem de PYNK ile görüştü. Bu görüşmelerin ardından, 22 Eylül’de Barzani ile bir araya geldi.
Petrol anlaşması ile, bu ziyareti birlikte ele aldığımızda, Suriye Kürdistanı’nda gelişen ABD’ye biat etme eğiliminin güçlendiğini söylemek mümkündür. Bu noktada PKK’ye dönük saldırıların artması, TC devletinin Kuzey Irak’a dönük üsler organize etme girişimleri de anlam kazanmaktadır.
ABD, elbette Kürt devrimci hareketini kontrol edebilmek için, hareketi Barzani çizgisine taşımak, Barzani çizgisini egemen kılmak istiyor. Bu açık ve nettir. Bu noktada TC devleti de ABD ile aynı yönde hareket etmektedir. ABD, bu politikanın hem mimarıdır, hem de planlayıcısı, uygulayıcı ise TC devletidir. Türkiye tarafında, HDP’ye dönük tutuklamalar da bunun içindedir. HDP ve daha da önce DBP üzerine saldırılar, aslında Barzani çizgisinin önünü açmak içindir. Türkiye sahasında tüm bu tutuklamalar, oldukça planlıdır ve Barzani çizgisinin egemen olması amacını gütmektedir.
ABD, elbette, Suriye savaşını, İran savaşı şeklinde büyütmek, tüm bölgeyi savaş alanı yapmak istiyor. Kudüs planı ile, birçok ülkenin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması, İsrail ile anlaşmalar imzalamaya başlamaları, aslında İran’a karşı saldırının da hazırlıkları içindedir. Kuzey Irak bölgesinde, TC devletinin, ABD ile ortaklaşa oluşturdukları üsler, gerçekte böylesi bir büyük savaşın hazırlıklarıdır.
Resmi büyütünce, tüm bölgede bir devrimin mayalandığını da görmek mümkündür.
Bölgemizde emperyalist politikalar, çok hızla deşifre olmaktadır.
Evet, bölgemizde hâlâ, bir emperyalist güce yaslanarak ayakta kalma umudu vardır. Ama bu eskisi kadar güçlü değildir. Evet hâlâ yaygındır. Ama yıkılması da zor değildir.
Filistin meselesinin İslamcı politikalarla, kapitalizmi temel alarak üretilecek reformlarla çözülemeyeceği artık ortadadır.
Bölgemizde, halkların direnişi gelişmektedir. Sudan, Mısır, Lübnan, Suriye, İran, Türkiye, Irak vb. halkların direnişi, gerçekte Kürt devriminde olduğu ölçüde kökleşmiş örgütlenmeler yaratamamış olsa da, sürmekte, gelişmektedir.
Bu etkenler, bölgemizde devrimci bir dönemin gelişmekte olduğunun işaretleridir. Bu noktada, küçük büyük demeden, her örgütün direnişi, gelişimi önem kazanmaktadır. Zira bir devrimci örgütlülüğe dayanmayan sınıf hareketleri, devrimi gerçekleştiremez.
Suriye savaşı, henüz bitmemiş olsa da, aslında Suriye halklarının emperyalizme karşı direnişinin ifadesidir. Sanki IŞİD, sanki ÖSO, sanki TC devleti, ABD’den bağımsız olarak orada varmış gibi düşünmek, aslında bildiklerine, gerçekliğe gözünü kapamak demektir. IŞİD’in babaları, onu yaratanlar, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar vb.dir. Bunların elleri kanlıdır ve bu elle, kim el sıkışırsa, yeni bir katliama kapı aralamış olacaktır.
Bölgemizdeki halkların bu güçlere, ne kadar büyük olursa olsun, kendi geleceğini emanet etmesi diye bir durum kabul edilemezdir. Sonu önceden belli olan bir süreçtir bu.
Kürt devrimi, bölgede gelişmekte olan devrimci mayalanmayı daha da hızlandırabilir. Barzani hareketi, bölgenin paylaşılması savaşımının paravanı olarak hizmet görmektedir.
ABD’nin hegemonyası dünyanın her alanında çözülmektedir. Bu çözülüş elbette onu daha saldırgan hâle getirmektedir. Ama bu eğik düzlem üzerindeki kayış, engellenebilir değildir.
Bu durum, bölgemizdeki ABD planlarının da hayata geçme olasılığını azaltmaktadır. Ama buna güvenmek ve oturmak yanlıştır.
Bölgemiz halklarının, işçi sınıfının görevi, devrimi örgütlemek, bölgedeki her türlü emperyalist varlığa son vermektir. Bu rota belirlendi mi, gelişmelerin yaratacağı fırsatlar da doğru olarak değerlendirilebilir. Ama bu rota yoksa, emperyalist güçlerin kendi aralarındaki her türlü çatışmasından bir sonuç elde etmek mümkün olmaz.