Halep’in Suriye ordusunca geri alınmasının ardından yapılan her açıklamada, bu durumun izlerini de görebiliriz. Suriye ordusuna ve devletine göre bu, Halep’in kurtarılmasıdır. Oysa, mesela Türkiye cephesi, Halep’in düşmesinden söz ediyor, sanki, kendi elinde bulunan bir yeri kaybetmiş gibi bir dil kullanılıyor. Bu detay, kullanılan dil, böylesi çok unsurlu gücün iç içe girdiği savaşlarda, önemli oluyor. Bir süre önce Erdoğan, Musul’a dönük kuşatmada, Irak güçlerinin şehre girmesi tartışılırken, “gelecekleri varsa görecekleri de var” demişti. Sanki, Musul içinde TC devletine bağlı ya da Erdoğan’a bağlı bazı güçler var ve onlar adına konuşuluyor gibi idi.
Halep, Suriye’nin başkentten sonraki en önemli şehri idi ve ticaretin yoğunlaştığı, kültürlerin harmanlandığı, her halkın bir arada yaşayabildiği bir şehir idi. Bu açıdan da önemlidir. Ama savaş mantığı içinde bakılacak olunursa, Suriye ordusu, sivillerin varlığı nedeni ile ağır ağır ilerlemek zorunda olduğunu söylüyordu. Karşı taraf ise, doğrudan sivilleri kalkan olarak kullanıyordu. Ve İngiltere, ABD, Türkiye cephesi, Halep’te insanlık dramından dem vuruyordu.
Örnek olsun, Yemen’de de bir savaş var ve Suudi Arabistan her yeri bombalarken, insan hakları ya da sivil ölümlerden söz eden olmuyor. Mesela Irak işgali boyunca, ABD askerlerince öldürülen siviller kimsenin dikkatini çekmemişti. Mesela bugün Libya’da sivillerin durumu kimsenin ilgi noktasında değildir. Uzatmak mümkün. Ama Vietnam savaşından bu yana, Hiroşima’dan bu yana, katliamlar yapmış olan, geçmişi tescilli Amerika’nın, sivillerden, insan haklarından vb. söz etmesi yeterince açıklayıcıdır. İngiltere’yi de buna ekleyin. Türkiye gibi ülkelerin, ABD ve İngiltere’yi takip etmeleri ise, tam bir sömürge davranışıdır.
Halep, Suriye ordusunca ele geçirildi ve aslında bu yaklaşık olarak iki aydır sonu belli olan bir süreç idi.
Şimdi, Suriye savaşında yeni bir aşama başlamıştır.
Bundan böyle ABD, Esad ile masaya oturma yollarını arayacaktır. Ya da zaten aramaktaydı ama bundan sonra bunu açıkça yapacaktır. Trump’ın seçilmiş olması, bu açıdan bir manevra olanağı da sağlayacaktır. Hatta Trump, Clinton’u IŞİD’i kurmakla ve bu nedenle mahkeme önüne çıkartılmakla bile tehdit etmişti. Belki ABD devleti içindeki bu çatışma, egemen sınıflar tarafından çözülecek ya da çok su üstüne çıkarılmayacaktır. Ama yine de ihtimal dahilinde bu yargılama gerçekleşir ise, acaba Türkiye ya da Türkiye’den kimler bu davada yargılanmaya eklenecektir? Yeni, ABD Başkanı’nın müstakbel enerji bakanı olacağı söylenen kişi, Türkiye’nin radikal İslamcıları destekleyen güçlerce yönetildiğini söylerken, tam da bunu mu anlatmak istemektedir?
Demek ki, ABD’nin bir manevra yaparak, bir adım geri atacağı açık. Hatta belki, Suriye savaşının maliyetlerini, Türkiye’nin üzerine de yıkacaktır. Zira, olay mahallinin her santimetrekaresinde Türkiye’nin parmak izleri zaten mevcuttur.
Türkiye, ABD kadar manevra yapma kabiliyetine sahip değildir. İlkin, tetikçi olarak davrandığı için ve ikincisi, olay yerine çok yakın olduğu için. ABD, birçok işi, Türkiye’ye yaptırmıştır. Ve Türkiye, zaman zaman yetkililerin demeçlerinden de anlaşılacağı üzere, IŞİD’i, El Nusra’yı, Ahrar’ur Şam’ı vb. bizzat kendisi yönetiyor fikrine sahiptir. Bu yanlış fikir, Türkiye’yi birçok alanda cesaretlendirmiş ve bu ABD açısından iyi olmuş olabilir. Ama şimdi de Türkiye için bir sorundur. Musul konsolosluk çalışanlarının esir alınması sürecini hatırlayalım. Neden esir düşmüşlerdir, nasıl esir düşmüşlerdir? Pek yakında bunun tartışmaları da gündeme çıkacaktır. Ama özetle, Türkiye, bölgedeki çetelerle çok fazla içli dişli olmuştur, onlara silâh göndermiş, onlara üsler sağlamış vb.dir. Onbinlerce savaşçı, Türkiye üzerinden Suriye’ye geçmiştir. Şimdi bu savaşçıları bir anda düşman ilan etmekte, Türkiye çok zorlanacaktır. Türkiye bu savaşçılarla İslam, halifelik ve Osmanlıcılık üzerinden epeyce ortaklıklar da kurmuştur. Türkiye’nin bizzat sahaya sürdüğü unsurların, Türkiye’nin manevralarını kabul etme şansları yoktur. ABD kadar rahat değildir, Türkiye.
Öte yandan, Türkiye, hâlâ, bazı umutlara sahiptir. Mesela Halep’ten sonra İdlib’de bu unsurların tutunmasını istemektedir. Doğrusu bu çetelerle, devletler düzeyinde ilişkilerin ne denli sorun olacağı konusunda da bir fikirleri olmadığı anlaşılmaktadır. Para, tüm işleri çözmektedir. Savaşın yağma bölümü, bölgedeki tüm tetikçileri ve çeteleri cezbetmektedir. ABD bunun bilinci ile istediği gücü kullanabilme olanağına sahip olmuştur.
Kuşku yok ki, ABD açısından bu, tam bir yenilgi değildir. ABD, bu savaşı bir dünya savaşı olarak düşünmektedir. Bunu kabul edebiliriz. Bu durumda, Suriye cephesinde ortaya çıkan yenilgi nedeni ile, manevralar yapacak, ama başka cephelerden harekete geçecektir. Şimdiden Çin’i yoklamaya başladıkları görünmektedir.
Suriye savaşının bundan sonrasında Türkiye, oldukça zor bir döneme girmektedir. Kuşku yok ki, Suriye içindeki varlığı, bir işgal girişimidir ve buna bir an önce son vermesi gereklidir.
Ama dahası vardır. Türkiye, bu cihatçı unsurları, kendi içinde barındırmaktadır ve bunlara yenilerini katacaktır. İşte tam da burada bu unsurların ne işe yarayacağı sorusu ortaya çıkmaktadır.
Bilindiği kadarı ile İdlib’de sivil yaşam pek fazla yoktur. Bu durumda Halep’ten sonra İdlib’e dönük Suriye ordusunun ilerleyişinin daha hızlı olacağı düşünülebilir. Türkiye, tüm bu unsurları geri alacak mıdır?
Türkiye, bizzat en yüksek mertebeden, Erdoğan aracılığı ile, Esad ile ilişki kurmak zorunda kalacaktır. Ve bizzat kendisinin beslediği cihatçı unsurlarla işleri daha da zorlaşacaktır.
Görünen o ki, Türkiye, bir devlet refleksi ile davranmaktan çok, savaşçı hevesleri uyanmış bir güç gibi davranmaktadır. Bu nedenle her fırsatta, bölgedeki her ülke ile sorunlar oluşturacak tarzda davranmaktadır. Bu konuda değişiklik olmama ihtimali yüksektir. Erdoğan, kendi geleceği için, sürekli saldırı pozisyonunda olmak istiyor. Sakinleşmek, bir an için düşünmek, kendi geleceği için tehlikeli diye düşünüyor olmalı. Bu durumda ise, Türkiye’den, ileri-geri hamleler beklenmesi doğaldır.
Bu savaşın, bugüne kadar olduğu gibi, Türkiye içine yansımaları olması da kaçınılmazdır. Erdoğan, sürecin bundan sonrasında, birçok hayalini unutmak zorunda kalacaktır.
Devletin, Kürt hareketine ve Kürt halkına karşı yeni bir saldırı başlatma heveslisi olduğu da açıktır. Muhtemelen Saray, bu yeni saldırı dalgasında, daha fazla cihatçı unsuru devreye sokacaktır. Bunun sürpriz olmayacağı açıktır. Zaten bunu yaptıkları da biliniyor. SADAT AŞ unsurlarını da kullanarak, çetelere daha fazla yer verecekleri görülüyor.
Halep’in Suriye tarafından geri alınması, bu savaşın, halklara karşı bir katliam politikasına dönüşebileceği işaretlerini vermektedir. Bazı öğretim üyelerinin, Alevileri katledelim, gibi açıklamaları, OHAL uygulamaları, Kürt halkına karşı yürütülen katliam politikaları, bunun işaretleridir.
TC devletinin son bir yılı aşkın süredir, belki de son 1,5 yıllık süre içinde Kürt halkı başta olmak üzere halklara karşı yürüttüğü savaş, gerçekte sonuç alamayacağı bir savaştır.
Ne halkları tam olarak esir alabilirler, ne de kendi geleceklerini kurtarabilirler. Bu savaş, daha büyük acılarla da olsa, daha büyük bir direnişi birlikte getirmektedir.
Ne sokakları susturabilirler, ne öğrencileri susturabilirler, ne işçileri susturabilirler. Tüm halkı esir almak, esir tutmak mümkün değildir.
Evet, tüm basın denetimlerindedir ve nerede bir direniş olursa olsun, haber hâline bile gelmemektedir.
Evet, tüm güçleri ile, saldırmaktadırlar.
Evet, ama, yine de direnişler sürmekte, adım adım su yatağını bulmaktadır. Bi çok alandan, birçok kanaldan tepkiler birleşerek bir nehre dönüşecektir.
Suriye savaşının doğrudan içinde olmuş olan, Suriye’ye karşı oluşturulmuş olan IŞİD, El Nusra vb. örgütleri desteklemiş olan her güç, savaşın bu yeni aşamasında, elbette elini yeniden kontrol edecektir. Ama mutlaka ve mutlaka, bir bedel ödemek zorunda kalacaklardır.
Savaşlar böyle şeylerdir. Kazanınca zafer ilan ederler. Ölüp yok olanın hesabı bile yapılmaz. Ama eğer ortada zafer yok ise, eğer bir yenilgiye kapılar açılmış ise, işte o zaman başka bir bedel daha ödenmek zorunda kalınır.
Erdoğan rejimi, kendini Esad’ın gidişine çok fazla angaje etmiştir. Adeta kendi varlıklarını, Esad’ın gidişinin garantisi olarak ortaya koymuşlardır. Oysa savaşın bugün görünen aşamasında, durum tam tersine dönmüştür.
Böylesi dönemlerde, büyük oyuncular, hemen manevralara girişebilmektedirler. Türkiye’nin böylesi bir ufku olmadığı anlaşılmaktadır. Erdoğan, daha yakın dönemde “biz Suriye’ye Esad’ı devirmek için girdik” demekten geri durmamıştır. Savaşın bu yeni aşaması, Erdoğan için de yeni bir aşamadır.
Halep’in kurtarılması, Esad’ın kalışına işaret ise, Erdoğan’ın gidişine işarettir. Erdoğan, açıktan Esad ile ilişki kuracaktır desek abartı olmaz. Falda bu görünmektedir.
Türkiye, devlet olarak tutumu ile, kişisel, mezhepsel ilişkiler vb.yi birbirine karıştırmış durumdadır. Bölgede, devlet olarak Türkiye’nin Suriye ile eski yakınlığı mı daha anlamlı bir Türk dış politikası olurdu, yoksa kardeşim Esad’dan, “Esed”e geçiş mi daha anlamlı bir Türk dış politikası olmuştur? Bu sorunun yanıtını, hemen herkes, ilkinden yana veriyor. Peki öyle ise, ABD’den gelen bir emir nasıl olmuş da, Erdoğan’ı bu kadar hızla etkilemiş ve harekete geçirmiştir, birden ‘kardeşim Esad’ gitmiştir, yerine ‘ya Esed gidecek ya ben’ söylemi gelmiştir? Bu nasıl olmuştur?
Bu sorunun yanıtını anlamak için, sadece emperyalist güçlere, efendilere, ABD’ye bağlı bir Erdoğan yanıtı yeterli olmaz. Mesela kişisel ilişkiler, diyelim ki petrol ticareti, mesela silâh ticareti, mesela mezhepsel ilişkiler vb. de hesaba katılmalıdır. Osmanlıcılık vb. hayalleri, işe sonradan, daha çok dolgu malzemesi olarak eklenmiştir.
Bugün, Halep’in kurtarılması ile, hem ABD ve müttefikleri yenilmiştir, hem de Türkiye’nin bu dış politikası iflas etmiştir.
Şimdi Türkiye, Ahrar-ur Şam, El Nusra ve IŞİD tarafından, “kendilerini satan ülke” olarak ele alınmaktadır. Bu nedenle bu çetelerin saldırıları artmaktadır.
Öte yandan, Moskova deklarasyonu, Suriye’nin ve Esad rejiminin tanınması anlamına da gelmektedir. Bu da Türkiye’nin, dış politikasının iflasıdır.
Sadece dış politikada kalacak bir süreç olduğu da tartışmalıdır. Türkiye, şimdi, tüm bölge ülkeleri nezdinde, saldırgan bir ülke konumundadır, ABD-İngiltere ve İsrail işbirlikçisi olarak görülmektedir. Mezhepçi olarak ele alınmakta, Vahabi Sünni politikalar heveslisi olarak görülmektedir.
Ve elbette tüm bu süreçlerin ülke içinde de yansımaları olacağı açıktır.
En başta, iktidarı oluşturan güçler arasında yeni çatlaklar oluşmuştur. FETÖ operasyonları, aynı zamanda devlete yeni tarikatların doldurulması süreci ile at başı gitmektedir. Ama, artık devlet içinde at izi, it izine karışıktır. Kaç tane FETÖ vardır? Mesela ABD’nin FETÖ’sü ile, İngiltere’nin ki, Almanya’nınki, İsrail’inki artık aynı mıdır? Kaç tane AK Parti vardır?
Uzatmaya gerek yok.
Savaşın bu yeni aşaması, herkesi etkilemeye açıktır.