Suriye’de Alevi katliamı

Suriye’de, Mart 2025 başında, 6-10 Mart arasında, 1500’e yakın Alevi katledildi. Belki bu yazı siz okuyanlara ulaştığında, bu katliama uğrayanların sayısı on binleri bulacaktır. Bunu bilmiyoruz. Katliam karşısında, ilgiye değer açıklamalar yapıldı. Bunu biliyoruz. Bu açıklamalar, katliamların artacağının da kanıtını içermektedir.

Birincisi, TC devletinin açıklamasıdır. TC devleti, çeşitli ağızlardan, adeta sevinç çığlıkları atarken, dışarıya “Esad artıklarının provokasyonu” açıklamasını hep bir ağızdan verdi. Yani TC devleti, Saray Rejimi ve özellikle onun yeni elitleri, HTŞ merkezli olduğu söylenen “işgal rejimi”nin aslında savunmada olduğunu, Alevilerin eğer direnirlerse yok edileceklerini ifade etmenin uygun yollarını buldular. Kendi ülkesinde, milyonlarca Alevi’nin yaşadığını unutmuş gibi, Alevilerin öldürülmesini “uygun” bulmuşlardır. Belki, katillerin, biraz ileri gitmiş, “İslamî heyecan” içinde davranmış olduklarını düşünüyor olabilirler. Hepsi budur. Hatırlanacaktır, Davutoğlu, IŞİD’in katillerini, heyecanlı İslamî kesimler olarak ifade etmiştir. Özü gereği bunlar iyi çocuklardır ama heyecanlarını yenememektedirler. Anlaşılan, Alevi katliamı üzerine, TC devletinin yönetenleri, bu katliamı, bu yolla meşrulaştırmak istemektedirler.

Alevi ya da başka bir halktan insanların öldürülmesi, emperyalist-kapitalist dünya için geleneklere uygundur. Hele hele bizim bölgemizde birçok devletin tarihi bu katliamlarla doludur ve TC devleti de bunun içindedir. TC devletinin tarihi katliamlarla doludur. Bunca katliam tarihinin içinden gelen bu devlet yapılanmaları, elbette, bir yeni katliamı da normal olarak ele alırlar. Bu, aynı zamanda, daha başka katliamların da devrede olduğu anlamına gelir. Kürtlere dönük katliam planları sır değildir.

AB, bir bütün olarak, TC devletinin tavrına uygun tutum almış, neredeyse Alevi katliamına sevinmiş ve “eski rejimin artıkları” vurgusu ile düşünmüştür. İşte size Avrupa demokrasisinin, işte size Avrupa değerlerinin gerçek yüzü. Bize “Avrupa demokrasisi” ya da “evrensel insan hakları değerleri”nin temsilcisi olarak sunulmuş olan Avrupa’nın, katliamlar karşısında bu tutumu, ilgiye değerdir.

Dünün “İslamî çeteleri”, tüm samimi Müslümanları bunun dışında tutuyoruz, bugün takım elbise giymiş “devlet” yetkilileri oldular. ABD, AB ve NATO elbette bunları tanımakta epeyce cüretkâr davranmıştır, davranmaktadır. Hem cüretkâr hem de büyük bir telâşla davranmışlar ve hemen onları “iyi” olarak sunmuşlardır. Dünyaya “demokrasi” dağıtmakla uğraşan NATO zihniyetinin gerçek yüzü de ortaya bir kere daha çıkmıştır. Suriye’deki yeni “işgal rejimi”, gerçekte, Suriye’nin sömürgeleştirilmesinin aracıdır. HTŞ’nin İsrail’in işgal politikalarına ve TC’nin işgal politikalarına karşı tutumu, bunun en açık kanıtıdır.

Alevi katliamı, gerçekte, Suriye “işgal rejimi”nin, daha doğrusu onların efendisi ABD’nin, İngiltere’nin, aslında İran’a karşı operasyon için arka cephesini temizlemesi hamlesidir de. Bu nedenle, Batı medeniyeti ve onun sömürgesi olarak TC devleti, bu hamleyi kendi cephesinden, İran’a karşı operasyon cephesinden değerlendirmektedir. Bu nedenle, bu tuhaf, katliamları aklayıcı açıklamaları, doğru ele almak gerekir. Yani, “insanî ve vicdanî” bir değerlendirme beklemek mümkün değildir, tersine hatalı bir tutum almak olur. Meseleyi doğru anlamak için, egemenden “insanî ve vicdanî” bir davranış beklemeyi geride bırakmış olmak gerekir.

Tam da bu katliam haberlerinin gündemde olduğu bir anda, Şara, “operasyonun bittiğini” ilan etti (sahi bitti mi, sanmıyoruz) ve ardından da SDG’nin HTŞ ile anlaştığı haberleri gündeme geldi.

Öcalan’ın “silah bırakma” ve “PKK’nin feshedilmesi” çağrısı ardından başlayan “bu açıklamanın tüm Kürt hareketini, YPG’yi de kapsayıp kapsayamadığı” tartışmalarını bir yerde durduran bir hamledir. Şimdi TC devleti için, YPG de silah bırakmalı açıklamalarının temeli de ortadan kalkmaktadır. Kürtlere dönük katliam planlarını durdurup durduramayacağı bilinmese de.

Elbette, Suriye Kürtleri için “sorun çözülmüş” değildir. Değildir, çünkü SDG’nin ya da onun ana omurgası olan YPG’nin, HTŞ anlayışı ile nasıl bir arada olabileceği, büyük bir sorudur. Biri, yerel meclisler üzerinden gelişen, diğeri ise ABD ve İngiltere emrine göre hareket eden iki yapıdır. Biri, din, mezhep ayrılığını reddeden, diğeri ise mezhepçidir.

Suriye sahasına bakıldığında, örneğin Alevilerin YPG gibi bir örgütlerinin ve silahlı gücünün olmaması, onları katliamlarla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu durum, bu hâl, YPG’nin olur da kendi gücünü HTŞ’ye devretmesi hâlinde yapacağı hatayı da göstermektedir. Elbette SDG ya da Suriye Kürtleri, kendi önlemlerini alacaktır. Ortaya çıkan anlaşmanın detayları belli olmuş olmasa da, YPG, kendi gücüne uygun anlaşmalar yapacaktır.

Böylece ABD, kendi planları doğrultusunda ilerleme kaydetmektedir. Eğer, mesele İran’a karşı savaş kundaklanması ise, ABD bu konuda yol almaktadır denilebilir. TC devletinin eli rahatlatılırsa, İran’a karşı daha açık bir tutum alacağı düşünülebilir. İstenen de budur.

Görülebilir durumdadır; süreç birçok gelişmeye gebedir. Bu Suriye savaşının yeni evresi olarak ele alınabilir ve bu yeni evre, aslında Esad’ın ülkeyi terk etmesi ve Şam’ın düşmesi ile başlamıştır.

Bu yeni aşamanın, barışın değil, savaşın yeni aşaması olduğunu düşünmek yerindedir. Alevi katliamı, bu sürecin içinde önemli adımlardan biridir.

Bir yandan İsrail’in işgal politikası, diğer yandan ise, içeride yaşanan katliamlar, aslında Suriye’nin nasıl sömürgeleştirileceğinin sinyallerini vermektedir. Suriye, yeni ABD ve AB sömürgesi hâline getirilmektedir. Burada ABD’nin yanında İngiltere, İsrail ve Fransa’nın daha aktif bir rolü olduğunu görmek mümkündür.

Suriye’deki bu yeni süreç, İran’a karşı savaş politikalarını kolaylaştırıcı olarak görünmektedir. Görünmektedir ama böyle olacağı kesin de değildir. Şimdi, bir yandan, her güç Suriye’den pay almaya çalışacaktır , çalışmaktadır ama aynı zamanda Ortadoğu’daki savaş da boyutlanacaktır. Bu şartlar altında, “kolaylaştırıcı” gibi görünen süreçlerin, kendine has yeni zorlukları olacağı da açık olmalıdır.

Suriye’deki her gelişme, bölgenin her ülkesini de içine çekecektir.

Öncelikle, bugün, dünyanın neresinde olursa olsun ortaya çıkan anlaşmalar, geçicidir ve daha çok taktik değerdedir. Bir savaş döneminde her türlü anlaşma, gerçekte, hızla bozulmaya gebedir. SDG’nin HTŞ ile anlaşmasında da bunun gerçekleşmesi ihtimali yüksektir.

Suriye Kürtleri, aslında iki yönden sıkıştırılmaktadır. Bölgenin en önemli gücü olan SDG, bir yandan, TC devletinin katliam politikaları ile sıkıştırılmaktadır. TC devleti, bölgeye dönük her türlü saldırıyı yapmaktadır. Yapacaktır değil, bizzat yapmaktadır. Üstüne üstlük ABD, Kürtlere açıkça, “TC devletinin güvenlik endişelerini anlıyoruz” demektedir. “Bizim istediğimizi yapmazsanız, Türkiye ile baş başa kalırsınız,” demektedirler. İsrail’in Gazze’de yaptıkları biliniyor. Gazze’de ortaya konan yıkım ve soykırım, Kürtlere bir tehdit olarak sunulmaktadır. Bu birincisidir. İkincisi, Suriye’nin yeni “sömürgeci rejimi”, HTŞ, açık olarak Kürtlere karşı savaşın zorluğunu ortaya koysa da, aynı zamanda tek bir ordu gibi vurguları ile tehdit etmekte ve kendi efendileri için yol açmaktadır.

Hem HTŞ hem TC devleti, gerçekte ABD politikalarını devreye sokmaktadır. Oyuncu ABD’dir, İngiltere’dir. İsrail ve TC bunların tetikçileridir. Ama hem HTŞ ve de hem de TC devleti, hem de İsrail, elbette kendi eğilimlerini de devreye sokmaktadır. TC devleti için, İran’a operasyon karşılığında Kürt hareketine soykırım dayatma bir “fırsat” olarak görünmektedir. Bu arada Suriye sahasında işgalini sürdürmektedir. HTŞ için ise, en azından geçiş döneminde, Kürt hareketi ile çatışmadan, ABD kontrolünde yol alma olanağı aranmaktadır. Brüksel’e davet edilmiştir ve “yaptırımlar”ın kalkması için hareket alanı bulmayı ummaktadır. Bu nedenle, sevmese de Kürtlerle bir anlaşma işine gelmektedir. İsrail ise, Suriye’de alan genişleterek işgal politikasını sürdürmektedir.

Öte yandan, Kürt hareketi için, konumunu korumak, halkın katliama uğramasını önlemek ve sürecin kendinden yana dönmesini sağlamak için, bu anlaşma, geçici de olsa, kabul edilebilirdir. Yoksa, HTŞ ile, YPG’nin ortaklaşması düşünülemez. Tarihte yüzlerce örneği vardır; istemediğiniz hâlde, bazı anlaşmalara girmek zorunda kalırsınız. Ama bu anlaşmalar, aslında, daha diri durmayı, daha uyanık durmayı gerekli kılar. Herkesin bir gün bozacağı bir anlaşmayı yürütmek, oldukça zorlu bir süreçtir.

Şimdi, TC devleti, Atasagun’un ağzından MHP lideri konuşuyormuş gibi, YPG’nin silah bırakmasının muhatabı olmadığını kabul etmek zorundadır. Artık, SDG için Suriye yönetiminin bir parçası olma süreci başlamış olacaktır. En azından resmî durum böyledir.

Bu anlaşmaya ne TC devleti, ne HTŞ ve ne de SDG uymakla yükümlü değildir. Ama ABD, bu anlaşmayı geçerli kılmak için bir süre ısrar edecektir. Edecektir, çünkü onun cephesinden durum farklıdır. Onun önünde İran’a karşı saldırı hedefi vardır.

SDG’nin demokratik, laik yönetim sistemi ile HTŞ’nin çeteci ve İslamî yönetim sistemi arasında dağlar kadar fark vardır. HTŞ’nin Kürtlerin denetimindeki alanlardaki gibi bir yönetime razı olması ya da uyum göstermesi, mümkün değildir. Kaldı ki TC devletinin denetimindeki bölgeler ve onun uzantısı olan İslamî güçlerin durumu da ayrı bir konudur. İsrail’in işgal ettiği alanları sayarken, TC devletinin işgal ettiği bölgeleri unutmak, bir hokkabazlık ile sağlanamaz.

Suriye’nin sömürgeleştirilmesi süreci, aynı zamanda Suriye’nin bir anlamda paylaşılması da demektir.

Aslında topu topu 11 milyar dolarlık bir ekonomi olan Suriye’nin, emperyalist güçler için büyük bir değeri yoktur. Türkiye’deki büyük şirketlerin çoğunun cirosundan küçüktür. Buna, petrol vb. gelirini de koysanız, büyük bir pasta etmez. Ama mesele sadece Suriye ile ilgili değildir. Mesele daha kapsamlıdır ve Ortadoğu’nun tümünü kapsamaktadır. Bu nedenle Gazze ile Suriye arasında bir bağ kurmak zor değildir.

ABD, tüm bölgeyi kapsayacak bir plan peşindedir. Burada ana halka İran’dır. İran’a karşı savaş için, ABD-İngiltere ekseni, aralarındaki farklılıklara rağmen, tam hızla sahaya müdahale etmektedir. Bu açıdan Türkiye ve İsrail, elbette işin içindedir. İsrail çoktan hazırdır. Türkiye ise, İran’a karşı savaşa girme konusunda elbette kaygılıdır. Bu nedenle TC devleti, ABD planlarına uyumlu hareket ederken, aynı zamanda hızla Kürt hareketini boğmak istemektedir. Planları budur. Ama nihayetinde TC devleti, İran’a karşı tutumunu her alanda, diplomatik alanda ve propaganda alanında ortaya koymaya başlamıştır. Demek ki TC, biraz ayak sürüyerek de olsa, sürece dâhil olmaktadır. Çoktan sürecin içindedir.

Böylece İran, ABD yönetiminde, İngiltere yönetiminde, İsrail ve TC devletinin aktif müdahalesi ile sıkıştırılmak istenmektedir. Kürt hareketi bu açıdan, sürecin önünde bir engel olmaktan çıkartılmak istenmektedir. Kürtlere dayatılan katliam politikası, tam da bu nedenle öne çıkmaktadır. Kürt hareketine, ya bu politikaya uyum sağla ya da katliamlarla karşı karşıya kal, denmektedir. Elbette Kürt hareketi için bu ciddi bir tehdittir. Kürt hareketi, İran’a karşı savaşın parçası olursa, elbette daha büyük kaybedecektir.

İşte bu çerçeve içinde Suriye sahasında ortaya çıkan çatışma ve katliamlar anlam kazanmaktadır. Suriye’deki “sömürgeci işgal rejimi”, arka bahçesini temizlemek istemektedir. Alevi katliamı bu nedenle sahnelenmiştir, sahnelenecektir. Ve bu nedenle, hemen her güç tarafından da yokmuş gibi kabul edilmektedir. Dahası, “Esad rejiminin kalıntıları” vurgusu ile katliamlar olumlanmaktadır.

Tüm bunlar, aslında Suriye’de işlerin normalleştiğinin kanıtları değildir. Tersine savaşın yeni aşamasının göstergeleridir. Öyle anlaşılıyor, Alevilerin silahlı bir direniş geliştirmeleri birçok zorlukla karşı karşıyadır. Bu doğrultuda adımlar atılması isteği ayrıdır ama işleri zordur.

Şimdi, Suriye sahasında, yeni düzen için vurgular, din, kimlik vb. üzerinden yürümektedir. Oysa mesele, Suriye işçi ve emekçileri meselesidir. Sömürgeleştirme süreci bu açıdan çok önemlidir ve görülmelidir. Sömürgeleştirmek, aslında Suriye halklarının ortak sorunudur ve bu sorunun temelinde, üretenin kim olduğu sorunu yatmaktadır. Sorunun bu yönü ile, kendi gerçekliği içinde ortaya çıkması, maalesef zaman alacaktır. Farklı etnik köken, farklı dinî inanış meselesi, bunun önünde durmaktadır. En azından bugün durum böyledir. Kürtler silahlı güçlere sahiptir. HTŞ, uluslararası desteğe ve silahlı çetelere sahiptir. Dürzîlerin, kendilerini korumak için bazı avantajları vardır ve bölgenin en zayıf güçleri Aleviler ve Hıristiyanlardır. Bu nedenle Alevi katliamı, en zayıf olandan başlamış bir katliam zincirinin bir parçası gibidir. Yine de tüm bunlara rağmen, esas mesele, bu yeni sömürgeleştirme politikası ile, işçi ve emekçilerin mücadelesidir. Dinî ve kültürel, mezhepsel ve ulusal kimlikler üzerinden tartışmalar, gerçekte yeterli değildir. Çünkü ister Kürt, ister Alevi, ister Dürzî, ister Sünnî, ister Arap, ister Süryani, ister Ezîdî, ister Ermeni, ister Hıristiyan olsun, işçiler, her zaman işçidirler ve onların meselesi de buradadır. Bir kere daha, tüm bölgede işçi sınıfının devrimci hattının egemen kılınması meselesine gelmiş oluruz. Tüm bölgede savaşı sona erdirecek tek güç, işçi sınıfının devrimci yoludur. Sosyalist devrim dışında bir barış yolu yoktur. Sosyalist devrimin hangi ülkeden başlayacağı, bu açıdan çok da önemli değildir. Bölgede gelişecek bir sosyalist devrim, elbette, tüm bölgede karşılık bulacaktır. Devrimci işçi hareketinin, her parçada hangi güce sahip olduğu önemli olsa da belirleyici değildir. Bir ülkede gelişecek sosyalist devrim, tüm bölgeyi tutuşturacak ve emperyalist egemenlerle birlikte onların yerli işbirlikçisi olan iktidarları da alaşağı edecektir. Çıkış yolu da budur.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz