T.C.’yi nasıl bilirsiniz?

Mustafa Kemal Atat¸rk Fotoraf ve Objeler

“Amicus Plato, sedmagisamicaveritas”
(“Eflatun’u severim ama, gerçeği daha çok severim” anlamına gelen Latin atasözü…)
“Siyasal iktidar denen şey, bir sınıfın başka bir sınıfı ezmekte kullandığı örgütlü güçten başka bir şey değildir.” Friedrich Engels

T.C. Osmanlı İmparatorluğu’nun doğrudan devamıdır. Rivayet edildiği gibi Cumhuriyet bir kopuş değildi… Kendi iç çelişkileri ve kapitalizmin aşındırması sonucu varlığı tehlikeye giren imparatorluğu yaşatmak için önce Osmanlı tebâsına mensup milletler (etnik, dinî, mezhepsel, kültürel vb. kimlikler) arasında bir eşitlik sağlayacak ittihad-ı anasır veya bir Osmanlı Milleti oluşturma projesi gündeme geldi. Aslında ittihad-ı anasır paradigması, daha çok Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünün korunmasında çıkarı olan dönemin hegemonik gücü Britanya ve onun en önemli rakibi durumundaki Fransa’nın önerisiydi… Dolayısıyla, söz konusu tercih, Osmanlı yönetici sınıfının özgün bir “çözüm arayışı” değildi…

Aslında farklı kimlikler arasında yatay eşitlik yaratarak imparatorluğun varlığını koruyup-ömrünü uzatma, bu amaçla da hukuk sistemini yenilemeyi esas alan ittihad-ı anasır paradigması, beklenenin aksi yönünde sonuçlar doğurdu… Osmanlı “ailesine” mensup farklı etnik, dinî, mezhepsel, kültürel vb. kimlikler arasında dayanışma ve işbirliği sağlamak yerine imparatorluğun dokusunu çatlattı…

Daha sonra Padişah II’nci Abdülhamid döneminde ittihad-ı anasır paradigmasının yerini, Batılılar tarafından Panislamizm olarak adlandırılacak olan Tevhid-i İslam paradigması alacaktı… İmparatorluk dâhilinde ve haricindeki tüm Müslüman halkları kapsayacak bir birlik oluşturma söylemi, her zaman kesin ve açık bir tarzda olmasa da Balkan Harbi bozgununa kadar yaklaşık otuz yıllık bir sürede geçerli olacaktı…

Tevhid-i İslam projesinin de işe yaramadığı anlaşılınca, İttihatçılar (“İttihat ve Terakki Fırkası”) ırk temeline dayalı, panturanizmi esas alan yeni bir yaklaşım benimsediler… Jön Türkler (İttihatçılar), ne olduğu pek açık olmayan Osmanlılık ideolojisinden hareketle, devlet nasıl kurtulur sorusuna cevap arıyorlardı… Ama söylemlerinde asıl özgürlüğe, demokrasiye, sosyal eşitliğe ihtiyacı olan emekçi halk kitlelerine gönderme yapmıyorlardı… Onlara göre halk hiçbir şey yapamazdı… Öyleyse halkı kurtarma misyonu “halkın yararını” bilen despotların eseri olabilirdi… Aslında mutlaka gözden kaçmaması gereken önemli husus, yenilikçi-Batıcı Jön Türklerin halktan bahsettikleri zaman bile asıl kastettikleri, bir fetiş hâline getirdikleri kutsal devletleriydi… Halkın demokratik yönetime hazır olmadığını düşünüyorlardı. Öyleyse o işi, halk adına bir “siyasal önderlik” üstlenmeliydi. Bu iş için en uygun durumda olanın da kendileri olduğuna inanmışlardı… Esasen bu mantık köklü ve yaygın bir anlayışı temsil ediyor: Halk henüz demokrasiye hazır değil, eğitilmesi gerekiyor. Eğitecek olan da kendileri olduğuna göre, buradan halkın hiçbir zaman demokrasiye hazır olmayacağı sonucu çıkar… Oysa, daha Jön Türkler bu dünyada yok iken bir Alman düşünürü ve devrimcisi asıl “eğitenlerin eğitilmeye ihtiyacı vardır” demişti… Bu, o kadar köklü, iflah olmaz bir hastalıktır ki, Jön Türklerin macerasından yaklaşık yarım yüzyıl sonra, 1961 Anayasası için yapılan referandum öncesinde, asgarî lise mezunu olmayanların oy kullanmaması gerektiği tartışılabiliyordu…

Eğer, yegâne çıkış yolu, ırk temeline dayalı milliyetçilik ise, öncelikle öyle bir projenin önünde duran engellerin bertaraf edilmesi gerekirdi… Türk ırkına dayalı bir milliyetçilik için sorun yaratabilecek unsurlar, Anadolu’nun otantik halkları olan Ermeniler, Anadolu ve Pontus Rumları, Asuriler, Keldaniler… Harb-i Umumi’den Cumhuriyetin ilanına giden süreçte soykırım, katliam ve sürgünlerle tasfiye edildiler… Bidayette Kürtler “temizlik hareketi” dışında tutuldu. Müslüman olduklarına göre asimile edilebilecekleri düşünülüyordu… Fakat hesap tutmayacaktı… Kürtler asimilasyona izin vermediler… Bidayetten itibaren direndiler… Yüzyıldır da direnmeye devam ediyorlar… Esasen kimliği, haysiyeti, özgürlüğü için mücadelede kararlı hiçbir halkı dize getirmek mümkün değildir…

Aslında Millî Mücadele’de ve Cumhuriyetin ilanına giden süreçte kitlelerin dahli son derecede sınırlıydı… Cumhuriyet bir darbeyle kurulmuştu, 1923 sonrası rejim de zaten adı konmamış II. İttihatçı iktidarıydı… Cumhuriyeti ilan eden kadro, II. Meşrutiyet darbesini yapan kadroydu. O kadronun ideolojik dağarcığı, kapitalizmin ve “modernitenin” yanlış, değilse eksik kavranışına dayanıyordu. Onlar için gerçek dünyada olup-bitenler, “biçimlerden”, “görüntülerden”, kimi “çağdaş” denilen kurumlardan ve söylemlerden ibaretti… Biçimlerin, görüntülerin, kurumların geresindeki asıl belirleyici dinamikleri ve harekete geçirici temel dinamikleri ve unsurları anlamaktan acizdiler… Sonuçları nedenler gibi görüyorlardı… Aslında “kurtuluştan” kastettikleri kutsal devletlerinin kurtuluşuydu…

Türkiye’de “biçimsel anlamda” bile bir cumhuriyet ne kelimenin Latince anlamında (respublica), ne Yunanca anlamında (demoskratos), ne de Arapçadaki anlamda (cumhuriyet) hiçbir zaman geçerli olmadığı hâlde insanlar Türkiye’deki rejimin 1923’ten beri cumhuriyet olduğuna inanıyor… Oysa cumhuriyet demek halkın kendi kaderini belirler durumda olması demektir… Bir cumhuriyette ilişkinin yönü halktan devlete doğrudur. Bizde hep devletten halka doğruydu… Kitleler politik sürecin öznesi değil, hammaddesi olmaya devam etti… Geride kalan dönemde emekçi halk kitlelerinin politik süreç üzerinde etkili olmasına izin verilmedi. “Padişahın kulu” “vatanın kulu” oldu ama maalesef demokratik bir cumhuriyetin “yurttaşı” olamadı… Bu rejim oldum olası halk tarafından gelen hiçbir talebe olumlu cevap vermez… O yol açılırsa kutsal devletlerinin sırrının çözüleceğini düşünürler… Kategorik olarak özgürlük, demokrasi ve temel insan haklarının tanınmasını varlıkları için büyük tehlike sayarlar…

Esasen bizde siyaset kaşarlanmış profesyonel politikacıların korunmuş alanıdır… Bütçenin, hazinenin ve müştereklerin (herkese ait olan, olması gereken, “ortak zenginliğin”) yağma ve talanı için yapılan bir şey… Yağma ve talanın hızı, yoğunluğu ve kapsamı dinci AKP iktidarında skandal boyutlara ulaştı… Yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey bırakmadılar… Herhâlde geride kalan dönemin hiçbir iktidarı o konuda dinci AKP ile yarışamazdı…

Siyaset profesyonel politikacıların işi olmaya devam ettikçe, emekçi kitlelerin sürece etkin müdahalesi olmadan, çöküş derinleşmeye devam edecektir… O hâlde yapılması gereken bir sır değil: Radikal bir perspektif ve paradigma değişikliğini vakitlice ete-kemiğe büründürecek politik özneyi yaratmak…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz