Ülkemizde gelişen ve giderek keskinleşmeye başlamış olan sınıf savaşımı, birçok alanda tartışmaları da gündeme getiriyor. Bir yandan, “aydın”ın rolünü tartışıyoruz, diğer yandan ise “halkın” işe yaramazlığını tartışıyoruz. Hemen belirtmeliyiz, Kaldıraç’ın 215. sayısında, aydın üzerine yürüyen tartışma son derece akıl açıcıdır. Kavramların ne kadar önemli olduğunu da bize göstermektedir. Tartışmaya, Temel Demirer, Fikret Başkaya, Mete Kaynar, Cenk Yiğiter ve İsmail Beşikçi katıldılar. Fikret Başkaya’nın, “okumuşlar” grubu, “uzman”, “münevver”, “aydın” ve “entelektüel” kavramlarını ayırması yerindedir, önemlidir. Biz burada “aydın” kavramını tırnak içinde kullandığımız zaman, aslında “aydın-entelektüel” dışındakini kastediyoruz. Sayıları oldukça kabarık bir gruptur ve sınıf mücadelesi karşısındaki tutumları, “bu halktan bir şey olmaz”, “bu halkın genleri ile oynanmıştır” şeklindedir.
Biz de, şu “gen” meselesine girelim, diye düşünüyoruz.
Aslında, biyolojinin bu konuda uzmanlaşmış dalları vardır. Muhtemelen adlarını da düzgün söyleyemeyeceğiz. Diyelim ki “genetik” ya da “genetik biyoloji” vb. oldukça fazla uzmanlık alanı oluştuğunu biliyoruz. Bu uzmanlık alanlarındaki arkadaşlarımız bizi affetsinler, tümüne biyoloji diyelim. Biyologlar, bir uzman olmayarak bizim bu alana girmemizi, hele sözler söylememizi olumlu karşılamayacaklardır. Ama hayat böyledir işte, siz resmin bir detayına takılıp uzmanlaştığınızda, eğer resmin tümüne bakmıyorsanız, başkalarının bakmasına da yol vermiş olursunuz.
Değil mi ki, aslında, insan toplumunu doğal tarihin bir devamı olarak ele alırsak, bir tek bilimden söz edebiliriz: Doğa tarihinden. Bu sözler Marx’a aittir. Yine de kızdırdıklarımız olursa, şimdiden özür dileriz.
Önce, insanlaşma sürecinden başlayalım.
İnsanın doğadan koparak, insanlaşması süreci aslında, hem dünya için, elbette ki evren için de, oldukça yeni sayılır. İnsanlaşma süreci, insan toplumunu doğanın bir parçası olarak ele alırsak, aslında bir yandan kopuş iken, bir yandan devamlılık olarak da ele alınabilir. Doğadan kopan, bir anlamda evrimsel bir sıçrama ile ondan kopan insanoğlu, gerçekte doğanın bir parçası olduğunu kavrayabilirse, belki, doğa ile ilişkisi de kökünden değişecektir.
Bu insanlaşma süreci uzun bir evrimdir.
İnsanoğlu, bir yandan üremek, yani neslinin devamını sağlamak, diğer yandan ise, kendini ayakta tutabilmek için yiyeceklerini karşılamak, yani üretmek faaliyetleri, doğa ile bir “mücadeleye” girmiştir. İnsanın iki temel faaliyeti olarak üretim ve biyolojik üreme, gerçekte, insanın kendini yaratması, doğadan kopması sürecinin de belirleyici süreçleridir. Marx ve Engels bu süreci son derece yerinde tespit ediyorlar.
İnsan, belki doğa karşısındaki zayıflıklarını yenmek üzere, topluluklar şeklinde yaşamaya mecbur kaldı. Topluluk şeklinde yaşamak ve üreme ve üretim faaliyeti, insanın oluşumunda ana etkenlerdir. İnsan, ürettikçe, elleri ve eller ile beyin arasındaki bağ nedeni ile beyni farklılaşmaya başladı. Bu, çok uzun bir dönem aldı. Milyonlarca yıldan söz ediyoruz.
Topluluk şeklinde yaşama, biraz ileri gidelim ve toplum yaşamı, toplumsal yaşam diyelim. Toplumsal yaşam, üreme ve üretme faaliyetleri ile birlikte gelişti, kendisi de bir varlık olarak kendini dayatmaya başladı.
Üretme ve üreme faaliyeti, içinde yer aldığı toplumsal yaşamda, insanın düşüncesinin gelişimini sağladı, koşulladı. İnsan, düşüncesini öncelikle, dil ile, başlangıçta bazı seslerden oluşan konuşma ile maddi bir biçime büründürdü. Yazı, daha yeni sayılır, hele ki yazılı tarih. Konuşma, düşünceden ayrılamaz, onun dışa vuruş biçimidir ve bu gerçekleştikten sonra, düşünce, kendini daha da geliştirmiştir. Birçok yerde tartışılır, birçok hayvanın şaşırtıcı işler yaptığı bilinir ve bunun düşünce olarak ele alınıp alınmaması tartışılır. Mesela arının mükemmel bir mimar elinden çıkmış gibi yaptığı petek gibi, ipek böceğinin yaptıkları gibi, ayının bal ile ilişkisi gibi ya da bazı maymun türlerinin (uzman biyologlar beni affetsin, maymun türleri derken, belki de bilimsel olarak konmuş ismi es geçiyorum ve daha günlük bir kavram kullanıyorum. Bunun nedeni, her bilim dalının dil geliştirmesi ile problemim olması değildir) davranışları gibi. Belki burada sayamadığımız daha ilgi çekici ve insan düşünce ve eylemine yakınlık izlenimi veren başka canlı davranışları da vardır. Ama işin özü, tüm bu şaşırtıcı, düşünce ifadesi olan davranışlara rağmen, insanoğlundaki gibi bir durumla karşı karşıya değiliz. Belki de bunun bir nedeni, insanın evrimin bir aşamasında öne geçmiş olması ve diğer canlılar ve doğa üzerinde hegemonya kurmaya yönelmesidir. Ama ayırt edici yön, konuşmadır.
Düşünme sürecinde konuşma, bir başka niteliği ifade eder. Konuşma, tek kişilik bir eylem değildir. Bir toplumsal eylemdir ve insanın kendini yaratması sürecinde toplum, özellikle belirgin karakterde önemlidir. Konuşma ve bunun bir evresinde oluşan dil, gerçekte, bir tarihsel-coğrafik özet gibidir.
İnsanın, üretim yapması değil de, üretim araçları üretmesi nasıl bir sıçrama ise, aynı şekilde insanın düşünmesi değil de, düşüncesini bir başkasına iletmesi, aktarması, düzgün ve sistematik sesler çıkarması o kadar önemlidir.
Doğa, belki bir başka canlıda var olan düşünme yeteneğini, bu düşünceyi aktarmaya uygun olan ses ve diyafram sistemleri olmadığı için, geliştirmesine izin vermemiştir. Yani, bir başka hayvan düşünün, beyinsel gelişimi, sadece ve sadece konuşma gelişmemiş olduğu için, az gelişmiş olabilir mi?
Konuşma, temel iki insan faaliyetinin gerçekleştiği toplumda gerçekleşiyor. İnsan üreyerek kendi neslini, üreterek ise hayatta kalması için gereken ürünleri ve araçları üretirken, bu iki temel faaliyeti toplum içinde yaparken, konuşmayı geliştirmiştir. Konuşma, bu açıdan toplumsal yaşam ve emeğin ürünüdür, ama sonuçta, konuşma, insanlaşma sürecini, toplumsal süreci, üretim sürecini vb. de etkilemiştir.
İlk müziğin, insan üretimi ve üremesi ile bağı, daha çok üretim ile bağı, birçok bilim adamı tarafından ortaya konmuştur. Ama bu ses ve hareketler, yani ritim ve dans, bunun yeniden üretilmesini otomatik sağlamaz. Burada, giderek, günlük üretim ve üreme faaliyetinden kopmaya başlamış bir düşünsel faaliyetin, toplumsal biçime bürünmüş bir düşünsel faaliyetin de gelişiyor olması gerekir.
Buraya kadar, sanırım, hem düşünce ve dil (konuşma) arasındaki bağın önemini, hem de insanın bu faaliyetleri dahil bizzat kendisini yaratma sürecinin toplumsal bir karaktere sahip olduğunu vurgulamış olduk. Sanırım, bu konuda da sorun yoktur. Bu konuda, okuyucu oldukça geniş kaynaklara erişebilir. Engels’in üç çalışmasını biz saymadan geçmeyelim: “Doğanın Diyalektiği”, “Anti-Dühring” ve “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”. Bilimle ilgilenen bir kişinin, isterse fizik, isterse kimya, isterse ve özellikle biyoloji olsun ya da sosyoloji, bu kitapları okumamış olmasını büyük kayıp, en başta zaman kaybı olarak görmek gerekir. Ama elbette, daha birçok kaynak vardır. Marx ve Engels’in yaşadığı dönemde, Anadolu, Mezopotamya, Mısır, Çin ve Hindistan tarihi konusunda, özellikle bu alanlarda oldukça bilgi eksiği vardı. Kuşku yok ki, bugün daha fazlasını biliyoruz. Özellikle Göbeklitepe’de ortaya çıkan tarihî kalıntıların, aydınlatıcı bilgiler sunduğu da açıktır. Yani, bu konuda okuyucu epeyce kaynak bulabilme olanağına sahiptir.
Şimdi başa dönebiliriz.
Acaba, bizim üzerinde yaşadığımız topraklarda, dün veya bugün yaşayan halkların genleri ile mi oynadılar? Umarım soru, yeterince kışkırtıcıdır. Bu soru, benim değil, birçok kere “aydın”lardan duyduğumuz, ama asla yazmadıkları, yazarak kayıt altına almadıkları bir sorudur. Ama, üzerinde tartışmaya değerdir.
İnsanın yukarıda anlatılan, özetlenen, özetin de özeti olacak kadar kısa verilen insanlaşma, yani kendini yaratma süreci, binlerce yıl almış bir süreçtir. Ve bu süreç, tarihsel ve toplumsal bir süreçtir.
Zaman ve mekândan azade madde yoktur. Her maddenin ilk mekânı, kendisidir. Mekân, ille de dışsal bir şey değildir. Hareketsiz madde yoktur. Zaman ve mekân, hareket ile birlikte vardır, ondan bağımsız değildirler. Hareket, değişimin kendisidir.
Ortaya çıkmış olan eski tarih bulgularına bakarsak, bugünden 5 bin yıl öncesinde, yani İsa’dan önce 3000’lerde, Ege, Anadolu ve Mezopotamya’da (belki başka yerlerde de, mesela İran’da), Marduk diye bir tanrının varlığına inanırlardı. 2012 yılında, Marduk diye bir gezegenin, gök cisiminin dünyaya çok yakın yerden geçeceği, bunun bir kıyamete, büyük felaketlere yol açacağı söyleniyordu. Marduk gezegeni her 3600 (küsuratı da var ama hatırlamıyorum) yılda bir, bu rotadan geçermiş. Böyle diyorlar. Mardukçular, İÖ 3000’lerdeki Marduk tanrısına inananlardan değiller. Bunlar, günümüz Mardukçuları, insanın evrimleşerek bu gezegende insanlaşmadığını, insanın uzayda bir yerlerden geldiğini, insanın maymun ataları ile bir ilişkisinin olmadığını iddia ediyorlar. Oysa fosiller, bu üstün genlere sahip Mardukçuları utandırsa da, atalarımızın maymunlar olduğunu gösteriyor. Atalarının maymun olmasından üzüntü duyan ve bunu insanoğlunun aşağılanması olarak gören bir anlayışa mı sahipler? Maymundan gelmiş olursak, neden aşağılanmış olmuş olacağız? Maymunu atası kabul etmeme anlayışı, acaba ne kadar “insanî”dir? İnsan neden bu aşağılanmayı, başka şeyde değil de burada arar? Bu acaba, Hitler’in “arı ırk” arama ya da Yahudiliğin “seçilmiş kavim” olma iddialarına benzer midir?
Mardukçular, maymun atalarından utanadursunlar, İÖ 3000-2000 arasında, evrenin nasıl oluştuğuna ilişkin, oldukça şaşırtıcı bir yaklaşıma ulaşmışlardı. Önce yer ve gök’ün, yumurtamsı bir şey olarak bir ve bütün olduğunu, sonra, bunların ayrıldığını, ikisinin arasına havanın, rüzgârın girdiğini, rüzgârın nemli olan şeyleri aşağıya, daha az nemli olanları ise yukarıya sürüklediğini, bu yolla gök ve yerin oluştuğunu, havanın yukarıda yandığını ve güneş ve ayın öyle oluştuğunu, yeryüzünün daha çok su taşıyan yerlerinde denizlerin, daha az su taşıyan yerlerinde ise karaların oluştuğunu ifade eden bir anlayıştır bu. İçinde karşıtlar, içinde hareket var. Bu açıdan, “dünyanın öküzün boynuzları üzerinde durması” mitine göre çok daha anlamlıdır. Su, toprak, hava ve ateş, bu teorinin içinde gizlidir.
Biz bugüne dönelim. İnsanın evrimleşmesi süreci boyunca, bugün biyologların ya da daha özel bir alanda uzmanlaşmış gen mühendisi biyologların DNA’da, genlerde meydana gelen değişim olup olmadığını anlamaları mümkün müdür?
Soruyu şöyle de sorabiliriz: İnsanı oluşturan genler, DNA, acaba salt biyolojik midir, salt biyolojik kalıtım mı vardır?
Bir deney hatırlıyorum. Bir solucana, ışık yakılır yakılmaz iğne batırılıyor. Solucan, defalarca denemeden sonra, her ışık açılışında, tıpkı iğne batmış gibi kıvranıyor. Buna biyolojik öğrenme adını koymuşlar. Öyle ya, solucanda beyin “yok” ve bir düşünme sistemi yok. Sonra, deneye devam ediliyor. Solucan, iyice öğrenmiştir. Onu rendeliyorlar. Küçük parçacıklarını başka bir solucana yedirtiyorlar ve sonuçta, bu eski öğrenmiş solucanı yiyen yeni solucan, ışık açılınca, hemen kıvranmaya başlıyor. Buna da bilginin genetik aktarımı diyorlar.
Şimdi, konumuza dönebiliriz.
Sizce, bu halkın genleri ile oynanmış sözünü, çok mu ciddiye aldım? Günlük dilde en çok kullandıkları dostlar arası küfür “ibne” oluyor ve “bu halk ibnedir” diye yüksek sesle söyleyen “aydın”larımız var. Fikret Başkaya bizi affetsin, ama bunlar sadece okumuşlar, sadece mektepliler değil, devletin kollarında resmî ideolojinin yeniden üreticileri de değiller. Ama entelektüel hiç değiller. Bu nedenle özellikle “aydın” sözünü tırnağa alıyoruz. Herhâlde, sınıf savaşımının, nasıl “tür”ler yaratacağının bir sınırı olmadığının en somut kanıtı budur.
Gen haritası bize, sizin soyunuzun nereye dayandığı hakkında, eğer çok istekli iseniz, bir bilgi vermektedir. Bu topraklarda, herkesin kendine Türk demesi kolaydır. Bu nedenle yıllarca, soyadı olarak, Türk, öztürk vb. gibi içinde Türk geçen soyadları almışlardır. Birçok ailede, kendisinin soyunun Ortaasya’ya ya da Osmanlı paşalarına dayandığına ilişkin birçok söylence vardır. Bu söylenceler, hiçbir belge olmadan, o kadar inanılmış söylencelerdir ki, dedesinin dedesinin isminin Niko olduğunu öğrenip de günlerce ağlayan, üniversite diplomalı insanlar bulursunuz.
Onun için, birisi, eğer genleri ile ilgili bir analiz talep ediyorsa, bu çocuğunun kendisinden olup olmama ihtimalini öğrenmek için yapılmıyorsa, genellikle, kişinin Rum veya Ermeni olup olmadığının öğrenilmesi amacını güdüyor.
Öyle ya, genlerle bunlar açığa çıkıyor.
Ama bizim solucanımız hesabı, bu genler, başka acılar, travmalar vb. taşımazlar mı? Acaba, biyologlar, uzmanlar, bu konuda ne derler? Genler, acaba, yaşanan toplumsal acılara, katliamlara, kıyımlara, şahit olurlar mı? Bana kızan biyolog kardeşim, sevgili uzman, insanın toplumsal bir varlık olduğunu bilmiyor musun? Biliyorsan, insanın nasıl insanlaştığını ve düşünce denilen şeyin nasıl oluştuğunu bilmez misin, merak etmez misin? Düşüncenin kendini dışa vuruş ve maddeleşmiş biçimlerinden biri olan diller (yazı ve konuşma) üzerine baskı ve yasak konulması, senin gen teknoloji alanındaki uzmanlığını nasıl ilgilendirmez? Olsa olsa, senin, tekellerin kasalarına para akıtmaya bağlanmış çalışmalarını ilgilendirmez ya da onları da tersinden ilgilendirir. Sen, laboratuvarda, genlere müdahale ederek bir insanın nasıl insanî tepkilerden uzaklaştırılacağına yardım ettiğinde, sen değil maymun atalarından utanç duymak, maymun atalarının kemikleri senden utanç duymaktadır. Bilinen en kötü mahlûk sensin. Utanma duygusunu bile unutmuş bir kişisin. Ve genleri ile oynamak üzere girdiğin iş, aslında senin genlerinle oynamıştır. Şimdi dönüp, efendine yanıt verebilirsin, de ki, “bana ne yaptıysanız, onu yaparak başarılı olabilirsiniz, çünkü ben artık insan değilim.”
Acaba, 15 yaşında evlenmiş, Anadolu’da, ister Kürdistan’da, ister Karadeniz’de, ister Konya’da yaşamış olsun, “karnından sıpayı, sırtından sopayı” eksik etmeme anlayışı ile her gün dövülmüş, aşağılanmış, itilip kalkılmış, kocasına isyan etmeyi allaha isyan olarak algılamış, kendi kabuğunda bir varlığa dönüşmüş bir insandan doğan çocukların, 10 nesil sonraki genlerinde, “sırtından sopa, karnından sıpa eksik” olmasın anlayışının izlerini, gen analizi ile görebilir miyiz?
Anadolu, yüzlerce yıldır, savaşlara, göçlere konu olmuş, kadim medeniyetlerin yeşerdiği bir halklar mozaiğidir. Bunu böyle söylemek güzel. Ama tarih ve coğrafyadan bağımsız ele alındı mı insan, gerçekte tam anlaşılmış olmaz.
Coğrafya diye bizlere okullarda okutulan şey, aslında burjuva devlet egemenliğine uygun bir coğrafyadır. Gerçekte, coğrafya denildi mi, bir bütünlük ifade eder. Mesela Kafkaslar gibi. Kafkaslar, eteklerinde çok farklı halkları barındırmış, bunlar genellikle savaşçı halklar olmuş ve her birinin farklı dilleri gelişmiştir. Biz, şimdi Kafkaslarda bir küçük devleti ele alıp, buna “coğrafya” dersek, hatalı iş yapmış oluruz. Aslında yan taraftaki devlette de benzer coğrafî koşullar vardır. Mesela Anadolu, Trakya ve Mezopotamya, bir ucu Balkanları Avrupa’dan ayıran dağlarla çevrili, bir ucu Kafkaslarla, diğer ucu da Afrika ve İran körfezi ile çevrili bir coğrafî bölge olarak ele alınabilir mi? Bu bir sorudur, böyle ele alınsın demiyoruz. Ama bizim içinde yaşadığımız bölgede, ülkelerin sınırlarının bir bölümü cetvelle çizilmiştir ve tarihsel olarak bir zorlamayı, burjuva egemenliği ve emperyalist paylaşım savaşımının sonuçlarını ifade etmektedir.
Anadolu, binlerce yıldır yağmalanan, gelenin geçtiği, farklı egemenlikler yaşamış ve her birini de biraz kendine benzetmiş bir topraktır. Irkların, kültürlerin birbirine karıştığı bir topraktır. Sadece yakın tarihimizde Selçuklu-Osmanlı ve Bizans arasında gidip gelmeleri ele alsak dahi, bu gelenin geçtiği sözünü anlayabiliriz. Sınır uçlarında bir gün Bizansa bağlı, öteki gün ise İslam’a bağlı güçler olmuşlar. Her iki tarafta da, dini resmî dinden ayrı olmuş “batınî” akımlar gelişmiş. Alevilik bizde, Anadolu’da olduğu gibi, Bizans’ın içinde, Hıristiyanlık altında da olmuş. Mesela buradan hareketle Aleviliğin İslam’la bir ilgisi yoktur dersek, en başta devlet ve ardından Aleviler bize karşı çıkacaktır. Devlet, bunu ne karıştırıyorsun, biz zar zor bir elbise giydirdik, Alevilik İslam’ın bir koludur ve en Türk olan demektir diye, sen buna çomak sokma diyecektir. Alevi dostumuz da, bana hakaret ediyorsun diyecektir. Şunun şurasında Ali’nin ve İslam’ın yaşı nedir diye bakmadan, kendi tarihinin İslam’dan önceki bölümünü reddedecektir. Acaba neden? Genleri ile oynanmış olduğu için mi?
Acaba, 1915 Ermeni soykırımının, Pontos ve Süryani soykırımının bu “genleri ile oynanma” sürecinde katkısı var mıdır?
Acaba bu katkı sadece, kıyıma uğrayanda mı vardır? Mesela bugün Kürtler katledilirken, binanın altında 15 kişi yakılırken, pencereden bakan bebek keskin nişancının canlı hedefi olurken, gerillaların cesetleri sokakta sürüklenirken, sadece katliama uğrayanın mı “genleri ile oynanmış” oluyor? Yoksa seyredenin “genleri ile oynanmış” olmuş olmasın?
Bizim gen mühendisi biyoloğumuz, laboratuvarda, insanî davranışları formatlamak için deney yaparken, acaba, önce kendi genleri ile oynanmış bir varlık hâline gelmiş olmuyor mu?
Diyelim ki, Şeyh Bedreddin isyanının bu topraklarda yaşayanlar üzerinde bir etkisi vardır. Baba İshak isyanının da. Zaten bir katkısı olmamış olsa, biliniz ki, resmî tarih, bu olayları, bu isyanları yazmakta beis görmezdi.
Tarih üzerindeki bu karartma, bu sansür, burjuva egemenliğin uzun ve ebedî sürmesi içindir. Bu karartma sadece bugün yapılmıyor, tüm tarih karartma altındadır. Karanlık, egemenlerin en çok sevdiği ortamdır.
İnsan bir toplum içinde, bir tarihsel sürecin ürünüdür. Öyle şekilleniyor.
Bu, bizim üzerinde yaşadığımız topraklar için de geçerlidir.
Begomillerin bugünkü Sultanahmet meydanında katledilmeleri, acaba, bu neslin üzerinde nasıl bir etkiye sahiptir? Çocukluğundan 16 yaşına kadar, her akşam evinde, bilmem kaç yaşında bir kız çocuğunun kendisine tecavüz eden ile evlendirilme yaşı nedir, ne olmalıdır gibi tartışmalar dinleyen, annesinin babasının bu konudaki tepkilerine bakan bir kız çocuğunun genlerindeki değişimi ölçmek mümkün müdür? Nasıl?
Karaman ilçesinde, 45 erkek çocuğun ırzına geçilmesinden sonra, Ensar Vakfı’nın verdiği paralarla, galiba 10’ar bin TL, dava açmaktan bile vazgeçen aileler ve onların komşuları, acaba, selâm verilebilecek varlıklar olmaya devam edebilmişler midir?
Ve şimdi, bu insanlar, bu işe maruz kalanlar mı daha çok “genleri ile oynanmış” olanlardır, yoksa bunu seyredenler mi?
Gerçekten de burada, üzerinde yaşadığımız, Trakya, Anadolu ve Mezopotamya topraklarında, insan ile çok oynanmıştır. Her gelen işgal etmiş, her birinin ardından diğeri gelmiştir. Sürekli olarak yağmalanmış bir coğrafyadır burası. Hitit’in, Sümer’in ve diğer gelişmiş medeniyetlerin doğduğu ve aynı zamanda yerle yeksan eylendiği bir coğrafyadır burası.
Tüm bu süreçler, elbette ki insanı etkiliyor.
Tarih ve coğrafya, insanı etkiliyor.
İnsan içinde yaşadığı toplumun, tarih boyunca gelen insan toplumunun ürünüdür. Genleriniz ne olursa olsun, size şekil veren toplum, coğrafya bir tarihsel süreçtir. Biz Marksistler biliyoruz ki, büyük kişiler, büyük olaylar ve toplumlar yaratmazlar. Tersine, büyük olaylar ve süreçler, büyük kişilikler yaratırlar. Yani, toplumsal yaşam belirleyicidir.
Bilmiyorum doğru olur mu, ama zekâ, daha bireysel ise, akıl daha toplumsal olandır. Dikkat edilsin, birine bireysel, diğerine toplumsal demiyoruz. Biri daha fazla bireysel, neye göre, diğerine göre. İkincisi daha toplumsal. Vurgu yaptığımız burasıdır.
İsyan ve örgütlenme geleneği, özellikle son bin yılda, oldukça zayıftır. Ve bu zayıflık, insanı da şekillendirmektedir. Katliamlar, son yüz yıldır, özellikle fazladır. Ama sadece son yüz yılda değildir. Hâl toplumun “aklında”, genlere sızmış şekilde Yavuz’un Alevi katliamı diye anılan katliamları vardır. Ve toplumsal hafıza, isyan eğiliminin önünde engelleyici bir “akıl” olarak çıkmaktadır.
İnsan toplumsal bir varlıktır, elbette biyolojik bir varlıktır da. Ama insanın fizyolojisini anlamak için biyoloji ne kadar önemli olursa olsun, yetersiz kalır, düşüncesini ve eylemini anlamak için ise çok az işe yarar.
İnsan, toplumsal bir varlık olarak, tarihsel ve toplumsal koşullar altında şekilleniyor. Aynı genlere sahip iki kardeşin birini, bir katliamın içinde katliama maruz kalan insan olarak düşünün, diğerini de denizlerde seyahat eden bir varlık olarak. Bunların her birinin insanlıkları da farklı olacaktır.
İnsan toplumsal eylemi içinde, kendini adeta yeniden yaratır. Etik ve estetik buna çok bağlıdır. Bir katliamı seyreden ile, bir katliama karşı direnen aynı değerlere artık sahip olamaz. Seyreden kirlenir, katliama uğrayan ölür, yok olur veya sağ kalır ve direnişçi olur, yani daha gelişmiş bir insan belki de. Ama seyreden, insan olarak erozyona uğrar. Bu durumun genlere ne kadar yansıdığını bilmek zor, ama yansımama ihtimali yoktur.
Sürekli katliamlara uğramış bir toplumda, katliama uğrayanlar korkmaz, geride kalanlar korkar. Bu korku altında, toplumsal baskı ile sinme gerçekleşir. Bu toplumsal bir travmadır. Kuşku yok ki, her toplumsal olay, o toplumdaki herkese aynı biçimde yansımaz, farklılıklar içinde yansır. Ama korkmuş kitleler, artık her türlü tecavüze açıktır. Belleklerine müdahale edilebilir ve hafızaları formatlanabilir. Ermeni ve Rum katliamlarından sağ kurtulmuş olanların bir bölümünün, kendini devlete sadık gösterme istek ve enerjisi, ancak böyle anlaşılabilir. Bu durum, sadece Ermeni’yi, sadece Rum’u, Pontos’u, Süryani’yi, Kürd’ü etkilemez. Aynı zamanda toplumun tüm geri kalanını etkiler. Kürt, katliama uğradığında, “şükür ki ben Kürt değilim”, Alevi itilip kalkıldığında “şükür ki ben Alevi değilim” düşüncesi yaygındır ve bu, aslında insan olmaktan çıkmak demektir. Kürtlerin bugün süren mücadelesi ve örgütlülüğü, onların kendilerini koruma ve bu baskıya boyun eğmemelerini sağlamakta, azrailine sevdalanma hastalığına düşmelerini engellemektedir.
Varsayalım ki, 12 Eylül’de, devrimci hareket, sokaklarda bir direniş gösterse idi, sokaklarda direnenler sürekliliği sağlasaydı, bugün 12 Eylül hukuku bu kadar süre geçerli olmazdı. Yunanistan’da cuntayı deviren halk, güzelleşmiştir. Boyun eğen, çirkinleşmektedir. Devrimcileşmek, mücadele etmek, insan özelliklerini korumak ve güzelleşmektir. Çağımızın Don Kişotluğu budur. Yaşamın her alanında egemenlere karşı, ezenlere ve sömürenlere karşı direniş umudun kaynağıdır.
Bir de bunlara, sömürgeleşmeyi eklemek gerekir.
Sömürgeleşmiş bir toplumda, insan davranışlarının çok farklılaştığı, insanın kendine ve çevresine güvenini yok ettiği sanırım ortak kabul görecek bir olgudur. Sömürgeleşmiş halklar, kendi iradelerini teslim etmiş demektir ve sömürgeci olanlar, bunu ciddiye alırlar. Sadece o toprakları yağmalamakla kalmazlar. Kendilerine yetiştirdikleri işbirlikçiler kanalı ile, insanı ciddi boyutta kirletirler. Ta ki, bir isyan ile işçi ve emekçiler iradelerini yeniden kazanana kadar.
Demek oluyor ki, Türkiye toplumunun insanı, elbette sömürgeleşmiş bir toprakta, elbette ciddi toplumsal travmalar altında kendisi olmaya uzaktır. Kendine güvensizdir. Egemenlerin, muktedirlerin, emperyalistlerin kendilerine bıraktığı artıklarla, kendi toplumlarına ihanet etmelerinden, kendilerine ihanet etmeyi öğrenirler. Yabancıya hayranlık, aslında kendine güvensizliğin dışavurumudur. Bu, tüm toplumu sarmıştır. Egemen ideolojinin etki alanından çıkmak, kapitalist meta üretiminin etkilerinden azade olmak, öyle kolay değildir. Bu, bir toplumsal eylemle, bir toplumsal başkaldırı ile olanaklı olabilir.
Yani, insanı kitleten toplumsal ilişkiler ve yaşam ise, düzeltecek olan da bu toplumsal ilişkilere karşı verilen mücadele, geliştirilen eylemdir.
Bu nedenle Anadolu devrimi, bu topraklarda yok edilmeye çalışılan insanlığın bir direnişi ve dirilişi demektir. Bu nedenle Anadolu devrimi, binlerce yıllık tarihle hesaplaşma, yüzleşme, aynı anlamda barışma demektir. İnsanın kendisi ile barışık hâle gelmesi, toplumsal isyandan geçmektedir. Emperyalist despotluk ve egemenlik ile iç içe geçmiş, sömürgeleşmiş doğu despotizmi ve onun insan üzerindeki tüm şekillendirici etkisi, ancak, büyük toplumsal eylemlerle yok edilebilir. Medeniyetler beşiği bu coğrafyada, özgürlük ve sosyalizm talebi, tarihsel bir hesaplaşma talebidir. Kan, gözyaşı, yağma, savaş, kısacası tüm acılar, ancak bir devrimle ortadan kaldırılabilir.
Gezi’de gördüğümüz güzellik ve ışığın, egemenleri bu denli korkutması, onların kimyalarını bozması bu nedenledir. Bir asırı aşan, her birimizin içinde şu ya da bu oranda var olduğumuz devrimci mücadele sürecinin bize öğrettiği şey, bu topraklarda, sadece Anadolu’da değil, tümünde, kolay zafer yoktur. Çürümenin derinliği ve tarihsel kökleri, mücadelenin derinliği ve tarihsel anlamını da belirlemektedir. Anadolu, bu tarihsel devrimin önderlerini, kendi geç kadın ve erkekleri içinde aramaktadır. Bu tarihsel ve büyük çürümüşlüğün içinde, karşıtların birliği ve savaşımı yasasına da uygun olarak, bir yeni mayalanmaktadır, son derece güçlü, kökleri derinlere uzanan ve son derece enternasyonalist bir diriliştir bu. Gözü buraya dikmek gerekir.