Bugünlerde, TC devleti üzerine tartışmalar, biraz çekingen bir biçimde de olsa, hayli bir külliyat oluşturacak biçimde olmasa da, her tartışmanın içinde biraz olsun yer alıyor. Bunun bir nedeni, TC devletinin bugünkü durumu, yani bizim Saray Rejimi olarak nitelediğimiz “olağan olmayan” hâl, diğer nedeni ise devlette yaşanmakta olan çözülme ya da egemen sınıfların yönetememe durumudur. Bu iki etken, ülkemizde devlet tartışmalarını güncellemektedir. Ve tartışmalar, aslında her makalenin, her açıklamanın, her tartışmanın içinde, işin pratik bir yönü ile var oluyor. Maalesef, sadece “pratik” yönü ile ve pek çok durumda yanlışlar içererek.
Bu durumun, “devletin niteliği”nin anlaşılmasının önünde bir engel oluşturduğu kanısındayız. Bu nedenle, meseleyi biraz daha derli toplu tartışma niyetindeyiz.
Bu satırların yazarının bağlı olduğu hareket, Kaldıraç Hareketi, 1990’lı yıllardan beri, “Tekelci Polis Devleti” analizine sahip. Bu analiz, aslında, bir yandan, 12 Eylül askerî darbesi, diğer yandan ise modern tekeller çağı üzerindeki tartışmaların sonucudur. Bu analiz, Tekelci Polis Devleti adı ile, bir kitap olarak Kaldıraç’tan yayınlanmıştır ve hâlen satıştadır (2007, 4. basım). Kitap 7 bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde “Devlet ve sınıf savaşımı: Sorunun ortaya konuluşu” var. İkinci bölümde “Sınıf savaşımının sürekliliği ve devletin ‘evrimi’” ele alınmıştır. Sırasıyla, üçüncü-yedinci bölümler arasında, “Burjuva demokratik devlet”, “Faşizm ve burjuva devlet”, “Tekelci polis devleti” ve nihayet “TC devleti” bölümleri var. Başlıkları bilerek veriyorum ki, devlet tartışmalarına biraz daha ciddi ölçüde ihtiyaç hissedenler bu çalışmaya baksınlar. Devlet tartışmalarına ciddi bir tarzda eğilmeyen bir devrimci mücadelenin, mevcut güncel durumu kavraması ve doğru bir mücadele stratejisi geliştirebilmesi mümkün değildir.
Bugünlerde, ülkemiz solunda “demokrasi” vurgusunun artması, tam da böylesi bir eksiğin işaretidir. O günlerde biz, faşizm ile burjuva demokrasisi arasında gidip gelen bir devlet tartışmalarının içinde idik. Kabaca söylersek, baskı arttıkça, faşizm geliyor ve baskı azaldıkça ise faşizm biraz geri çekiliyordu. Bu, 12 Eylül öncesinden kalan bir mirastır. Örnek olsun MC hükümetleri olunca faşizm geliyordu, Ecevit hükümetleri oldukça demokrasiye geçiyorduk. Bu, devlet denilen örgütü, burjuvazinin sınıf egemenliğinin aracını eksik, yanlış anlamak anlamına geliyordu. Biz de, -12 Eylül öncesinden arta kalan, ama o dönemde güncel olan, “Özallı demokrasi yılları” vurgularını hatırlayın- devletin faşizm ile demokrasi arasında git-gel yaşamasını ve elbette tekeller çağında devleti ele almıştık.
O günlerde “devlet baba” anlayışı değişik biçimlerde daha yaygındı.
Bugün gidip gelen faşizm şeklindeki devlet anlayışı hâlâ yaygındır. Ama o günden farklı olarak “devlet baba” o kadar yaygın değildir. Kökleri derinde olan bu devlet baba, bugünlerde gözden düşmüştür.
Son beş yıldır biz bu tartışmalara açıktan dahil olduk, kendi cephemizden müdahil olduk ama doğrusu kitabı yeniden yazmaya yönelmedik. Bugün de bunu yapmamız gerekli değil.
Geçen yıllar içinde, bizim kitapta öne sürdüğümüz birçok şey kabul görse de, “Tekelci Polis Devleti”, ancak bazı yönleri kırpılarak kullanıldı. Zaman zaman “polis devleti” dendi, ki bu eksik bir bakıştır, zaman zaman da “tekel devleti”, “kartel devlet” sözleri kullanıldı ki bu da eksiktir. Bizim solumuz da dahil bir toplumsal siyaset hastalığımız, bizden önce başkasının dile getirdiği şeyi, doğru da olsa kabul etmeye yanaşmamızdır. Böyle olunca, o şeyi biraz eğip bükmeyi seviyoruz. “Kartel devlet” ya da “polis devleti”, eksik anlamanın bir sonucu değilse, bu eğip-bükme alışkanlığının bir sonucudur. Kenevir dokumacılığının yaygın olduğu dönemde köylerde ya da çeliğin dövüldüğü küçük çaplı işletmelerde eğip-bükme, doğrusu pozitif bir anlama sahip idi. Oysa, bir şeyi kabul etmiş olmamak için onu eğip bükme, bilimle ilişkide sağlam olmamayı ifade eder ki, olumlu değildir.
Biz analizimizde, tekelci hâkimiyet ilişkileri ve bunun gerektirdiği şiddet, devletin sınıf savaşımlarına göre şekilleniyor oluşu, Ekim Devrimi’nin ve ardından İkinci Dünya Savaşı sonrasında devletin geçirdiği evrimin üzerinde durduk. Modern burjuva demokrasisinin, faşizmin dişlilerini içermiş bir devlet olduğunu, bunun tekeller çağının devleti olduğunu, faşizmin bunun ilk biçimi olduğunu vurguladık. Aslında 1960’larda Çayan’ın sürekli faşizm tartışmaları, bu gidip gelen faşizm saçmalığına bir tepki olarak ele alınabilir. Demek ki, bu sorunu ilk biz fark etmemişiz.
Aslında bugün, bu makalede, biz yeniden bu konular üzerinde durmak istiyoruz.
Biz, 2015 7 Haziran tarihinde seçimlerde yenilgi alıp iktidarı kaybeden, ama iktidarı teslim etmeyen Erdoğan’ın ve elbette onun arkasındaki yerli ve yabancı tekellerin kapısını açtıkları yeni rejimi, Saray Rejimi olarak isimlendirdik. Bu isimlendirme, Tekelci Polis Devleti gibi “talihsiz” olmadı, kısa sürede sahiplenildi ve hatta sadece Saray Rejimi dediği için bazı CHP milletvekilleri itilip kalkıldı. Oysa isim tam oturduğu için onların ağzından çıkmıştı.
Biz, birkaç makalede, Saray Rejimi ile tekelci polis devleti olarak nitelediğimiz devletin bağını açıklamaya çalıştık.
Şimdi ise yeniden, biraz da Tekelci Polis Devleti kitabının zaten bulunabiliyor olmasının rahatlığı içinde, bazı temel noktaları tartışmak istiyoruz.
1-
Devlet, tarihin her döneminde, bir sınıfın egemenlik aracı olmuştur. Köle sahiplerinin devleti, köleci devlettir ve elbette onların sınıfsal çıkarlarını ifade eder. Her devlet, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki diktatörlüğüdür. Adına demokrasi denmesi, işin özünü değiştirmez. Antik Yunan demokrasisi, köleler için elbette katışıksız bir diktatörlüktü. Üstelik antik Yunan demokrasisi, bugünkü gibi temsilî değil, doğrudan demokrasi idi. Bugün olduğu gibi sokakların, meydanların konuşmaya katılmaması söz konusu değildi, tersine meydanlarda tartışmalar yapılıyordu. Ve köleler, vatandaş olmadıkları için, konuşan alet olarak ele alındıkları için, bu “demokrasi”nin içinde yer almıyordu. Sosyalist demokrasi dediğimiz zaman, elbette tereddütsüzce proletarya diktatörlüğünden söz etmiş oluruz. Sadece proletarya diktatörlüğü, burjuvazinin yok olması ile yok olacak, sönecek olan bir devlet olarak diğerlerinden ayrılır.
Devletin, daha çok “kişilerin devleti” gibi göründüğü zamanlarda da devlet, bir sınıfın diktatörlüğüdür, bir sınıfın makinası, bir sınıfın topluma egemen olma aracıdır. Osmanlı padişahı, ülkedeki “mülk”ün sahibi idi ama aslında o, tüm soyluların temsilcisi idi. Batı feodalitesinden farklı olarak bizdeki feodal devlet, daha merkezî idi. Yoksa İngiltere’de devlet feodal devlet idi ve bizdeki değildi denilemez, olmaz. Bizdeki de feodal devlet idi.
Tek adam rejimi, bir dikkat çekme aracı olarak kullanılabilir. Ama gerçekte, günümüz burjuva devletini ya da ülkemizdeki Saray Rejimi’ni anlatmaya yetmez. Sanki tüm kötülük o kişiye yüklenerek, sistem aklanmış olur. Bu doğru değildir. Bir vurgu olarak bile, bir yerden sonra, “burjuva demokrasisine” özlem ifade etmeye başlar ki, Erdoğan’dan öncesine “demokrasi” demek oldukça zor olsa gerek. Dahası, devletin sınıf karakterini gizler. Mesela neden Erdoğan döneminde tekellerin kârlarına kâr kattıkları anlaşılmaz. Devletin sınıf karakteri yerine, şeyin görüntüsü konur. Oysa görüntü, her zaman gerçeği bir miktar gizler. Bu nedenle deriz ki, “her şey göründüğü gibi olsa idi, bilime gerek kalmazdı.”
Erdoğan’ın 2002-2015 arasındaki dönemi, “demokrasi” mi idi? Ya da Erdoğan’dan öncesi demokrasi mi idi? Bu sorular havada kalır.
Ya da Erdoğan, acaba kimin temsilcisidir? Mesela “Anadolu burjuvazisi”nin mi? Elbette değil. Ya da acaba “küçük esnaf devrimi”nin mi? Kuşku yok ki değil. Ya da İslamcı ideolojisi ile İslamcı sermayenin mi? Elbette ki değil. Erdoğan, acaba, daha önceleri horlanmış dinci çevrelerin temsilcisi midir? Elbette hayır. Onları, aklınıza gelecek en küçük nakit paraya satar, yeter ki para canlı olsun. Hem Erdoğan’a bir ABD projesi diyeceksin, ki doğrudur hem de onu egemen sınıfların temsilcisi değil de “küçük esnaf devriminin” simgesi diye adlandıracaksın.
Devlet, kapitalist toplumda, her ülkede, burjuvazinin devletidir. Burjuva devletlerin her biri aynı değildir. Evet değildir. Sömürge bir ülkedeki devlet ile emperyalist bir ülkedeki devlet aynı değildir. Ya da 1910’daki devlet ile 2000’deki burjuva devletler aynı değildir. Ama her zaman burjuva devlet, burjuvazinin en gelişmiş kesimlerinin damgasını taşır. Tekeller çağında bu tekelci burjuvazidir. Tekeller, burjuva hukukuna büyük oranda bağlıdır. Elbette, bazı açılardan onu kendi istedikleri şekilde değiştirirler.
Ülkemizdeki devlet, her zaman uluslararası sermaye ile onların yerli temsilcilerinin çıkarlarına göre şekillenmiştir. Bu Ecevit döneminde de böyledir, 12 Eylül’de de, bugün de. Elbette bunlar arasında bazı farklılıklar da vardır. Aşağıda bu farklılıkları tartışmış olacağız.
2-
Burjuva devlet, tüm burjuvaların ortak çıkarlarının temsilcisidir. Elbette, burjuvaların ya da egemen sınıfların çıkarları, bireysel kapitalistler açısından çelişkili karakter taşırlar. İşçi sınıfını boğazlamakta, işçilerin daha fazla artı-emeğine el koymakta hep birlik olan burjuvalar, bu artı-değeri kâra dönüştürürken, pazarda, birbiri ile rekabet hâlindedirler ve bu rekabet, özellikle tekelci aşamada son derece kanlıdır. Birbirlerini boğazlarlar. Tüm kriz dönemleri, istisnasız, kapitalistlerin kapitalistler tarafından mülksüzleştirildiği, sermayenin daha az sayıda elde toplandığı dönemlerdir.
Tekel, pazar hâkimiyeti demektir. Hâkimiyet ilişkileri, kendine has bir şiddet gerektirir. Burjuva sınıf, tüm topluma hâkim olurken de bu geçerlidir. Ama tekelci hâkimiyette bu şiddet yeniden şekillenir. Modern mafya, modern reklamcılık tümü ile kitlesel üretim de demek olan tekeller çağına özgüdür. Medya, mafyadan daha az şiddet içeren bir organizasyon değildir. Medya, şiddetin daha farklı biçimlerini içerirken, mafya, ondan bin kat daha “temiz” bir biçimde silahlı şiddeti uygular. Tekeller, burjuva hukukunun “normal” işleyişini her zaman beklemezler.
Kapitalist devlet, bir yandan, sistemin devamını sağlamak üzere tüm burjuvazi adına iş görürken, diğer yandan, egemen sınıfın bazı kesimleri için daha özel bir mekanizma olur ve ona göre de iş görür. Tekeller, burjuva devleti, her yönü ile sararlar ve ona uygun olarak hareket ederler. Banka ve sanayi sermayesinin iç içe geçmesi demek olan finans kapital, devlet çarkına her yönden sızar. Örneğin, Amerikan Hazine Bakanlığında kimlerin olacağı, hükümet kim olursa olsun, aslında tekellerin ortaklaşa, güçlerine göre oluşturdukları bir karar mekanizmasıdır (Bu konuda, güzel bir özet, “Emperyalizm, Paylaşım Savaşımı ve Devrim” isimli çalışmamızda 152 ve 153. sayfalarda vardır. Deniz Adalı, Kaldıraç Yayınevi). Tüm devlet organları, çoğunlukla tekellerin ortak ofisleri olarak iş görür.
Bu nedenle, bir tekelci grup ile devlet arasındaki kavga, çoğunlukla tekeller arasındaki kavganın yansımasıdır.
Ama olağanüstü dönemlerde devlet, daha çok sistemin devamını sağlamak üzere hareket eder. Tüm burjuvazinin çıkarı da bunu gerektirir. Bu dönemler toplumsal kalkışma dönemleridir, sınıf savaşımının kızıştığı dönemlerdir, buhran dönemleridir vb.
Sınıf savaşımının keskinleştiği bu olağanüstü dönemlerde, devletin baskı aygıtı daha fazla öne çıkar, yumruğun üzerindeki kadife eldiven ortadan kalkar.
3-
Devlet sadece egemen sınıfın yönetme aracı, tahakküm aracı değildir. Sadece onların “ortak komitesi” değildir. Aynı zamanda, sınıf savaşımına göre şekillenen bir mekanizmadır da. Yani canlı bir mekanizmadır.
Her şeyin bir tarihi vardır.
Toplumsal varlık, her madde gibi, zaman ve mekân içinde var olur. Hareket, zaman, mekân ayrılmazdır. Madde, hareket, zaman ve mekân, bunlar birlikte ele alınmalıdır.
Öyle ise bu ilkeler devlet söz konusu olunca da işlemektedir, her devletin de kendini şekillendirdiği bir tarihi vardır.
Devlet, sınıflı toplumlara aittir ve uzlaşmaz çıkarlara sahip sınıfların varlığının da kanıtıdır. Sınıflı toplumların tarihi, bu sınıflar arasındaki savaşımların tarihidir. İşte devlet denilen egemen sınıfın aygıtı da, bu sınıf savaşımlarına bağlı olarak şekillenir.
Bu sınıf savaşımlarının alanı, o ülke olduğu kadar, dünyadır da. Düne göre bugün, dünya çapında sınıf savaşımının devletin şekillenmesi üzerindeki etkileri daha fazladır. Diyelim ki köleci devlet, mesela Isparta’da şekillendiğinde, bu şekillenmede Çin’deki köleci devlet ile köleler arasındaki sınıf savaşımının etkileri daha az bir yer tutardı. Bugün, kapitalizm, hele ki tekelci kapitalizm çağında, sınıf savaşımları tüm yeryüzündeki burjuva devletleri, farklı ölçülerde olsa da etkilemektedir. Devlet, sınıf savaşımlarından, egemen sınıf adına öğrenir. Öğrenmek, bunun gereklerine uygun olarak kendini yapılandırmak, yeniden örgütlemek demektir.
Yeridir, örgütlenmeye yansımayan öğrenme, eksik öğrenmedir. Bu nedenle günümüzde devrimci mücadelede öğrenme, geliştirilen örgütlenme ile anlamlandırılır. Hareket etmeyen, sadece seyreden, dış görünüşten öğrenendir. Oysa öğrenme, dış görünüşten başlayarak öze doğru bir yolculuktur. Öğrenme, öznesinin ve nesnesinin toplumsal bir varlık olduğu, eylemli bir toplumsal süreçtir. Burada öğrendiğimizin ölçütü eylem ise, en gelişmiş eylem de, geliştirilen örgüttür.
4-
Ekim Devrimi, kapitalist sisteme karşı dünya işçi sınıfının Sovyet proletaryası eli ile kazandığı büyük zaferdir. İlk kez işçi sınıfı, burjuvazinin elinden iktidarı almış ve kapitalist üretim ilişkilerini parçalamaya, yeni bir dünya kurmaya yönelmiştir. Bunun neden ve ne kadar başarılı olduğu ya da olmadığı, izninizle ayrı bir tartışma konusudur. Ama bu devrim, burjuva iktidarı sarstığında, Rus egemen sınıfları ile savaş hâlinde olan diğer emperyalist ülkeler, Rus Çarlığını diriltmek için akıl almaz, göz yaşartıcı “özveri”lerde bulunmuşlardır.
Biz Anadolu’dan biliriz. Ekim Devrimi olmamış olsa idi, Anadolu’da TC diye bir devlet kurulmayacaktı. Emperyalist işgalciler, devrimin bu topraklara yanaştığını gördükçe, geri çekilip, burada bir burjuva iktidar sağlamak için ellerinden geleni, göz yaşartıcı bir tutumla ortaya koydular. İşte burjuvazinin sınıf bilincinin gelişmişliğinin bir göstergesi.
Ekim Devrimi, Birinci Paylaşım Savaşımı’nı durdurdu.
Ve burjuva devletler, önce, kendi ülkelerine sıçrayan devrimi boğmak üzere hareket ettiler. 1919’da nihayet Almanya’da devrim yenildiğinde, Spartaküs hareketi yenildiğinde, Ekim Devrimi’nin yayılma hızı kesilmeye başladı. Ve burjuvazi, dünya çapında Ekim Devrimi’ni boğma planlarının, daha uzun vadeli olması gerektiğini kavrayama başladı.
1929 buhranını, Ekim Devrimi olmaksızın açıklamak eksik bir açıklama olur.
Faşizm, Ekim Devrimi’ne karşı, karşı-saldırıdır. Almanya’da en azgın tekellerin diktatörlüğü olarak adlandırılan faşizm tanımı, sanki bize ABD’de ya da İngiltere’de en azgın tekellerin egemenliğinin olmadığını mı söyler? Elbette söyleyemez. Faşizm, dünya tekellerinin Sovyet Devrimi’ni yok etmek, boğmak için, geliştirdikleri karşı-devrim saldırısıdır. Önce Ekim Devrimi’nin kendi ülkelerindeki etkilerini bastırmaya yöneldiler. Bunu başardıktan sonra ise, Sovyetler Birliği’ne karşı, Almanya’nın öncülüğünde bir saldırı organize ettiler. Sadece Paris’in düşüşünü hatırlayalım, işin bu yönünü anlamak kolaylaşacaktır. Yani, Alman faşizminin arkasında, dünya tekelleri hep birlikte vardılar.
İkinci Dünya Savaşı’nda, eğer Almanya Sovyetler’i yenmiş olsa idi, İngiltere ve ABD, Sovyetler’i paylaşmak için devreye girecekti. Ama tersi oldu. Kızılordu Avrupa’ya doğru Alman faşizmini püskürttü. Bu kez ABD ve İngiltere, Kızılordu’yu durdurma ve uzun soğuk savaşa razı olma yolunu tuttular. Alman faşizminin tüm birikimi, yeni emperyalist lider ya da sistemin yeni hegemon gücü Aylık Devrimci 48 Sosyalist Dergi ABD tarafından devralındı. Modern ABD devleti, Alman faşizminin tüm birikimini içselleştirmiştir, kendi birikimine eklemiştir. Tıpkı TC devletinin Osmanlı devletinin birikimini özümsemesi gibi.
Ekim Devrimi, tekeller çağında patladı. Gerisinde 1870 ve 1900 bunalımları var. İngiliz hegemonyasının Almanya ve ABD tarafından zorlanması süreci var. Birinci Dünya Savaşı, bu emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşma savaşımıdır. Zira emperyalizm, yani tekelci kapitalizmin dünya sistemi hâline gelişi, zaten dünyanın paylaşımının tamamlanması ile eş anlıdır. Sömürgesiz, sermaye ihracı olmadan emperyalizm olmaz. Bu nedenle, Birinci Dünya Savaşı, dünyanın emperyalistler arasında yeniden paylaşımı savaşımıdır.
Burjuvazi, bu dönemden başlayarak devleti yeniden örgütlemeye koyulmuştur. Artan sınıf savaşımına göre yeni mekanizmalar devreye girmiştir. Tekeller çağının ve kitlesel üretimin en önemli yansıması olan milyon adet tirajlı gazeteler bu dönemin ürünüdür. Sadece tekellerin büyük çaplı üretimlerini satmak için reklam kanalı değildi bu gazeteler, aynı zamanda burjuva egemen ideolojinin yayılmasının da kilise dönemi ile kıyaslanamayacak yeni araçlarıydı.
Bu dönemde başlayan devletin yeniden örgütlenmesi ya da burjuva demokrasisinin tarihe gömülmesi, Ekim Devrimi dahil gelişen sınıf savaşımlarının deneyimleri, faşizm ve İkinci Dünya Savaşı deneyimleri ile birleşti ve modern burjuva devlet, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, şekillenmiş oldu. Elbette, bu da “statik” bir durum değildir. Yani, ondan sonra da burjuva devlet kendini “geliştirmekte”dir. Her devlet bir diktatörlüktür, en gelişmiş devlet, en gelişmiş diktatörlüktür. İşte bu devlet, kendini yeni döneme göre örgütlemiş burjuva egemenlik demektir.
Bizim “tekelci polis devleti” dediğimiz işte budur.
Bu devlet, iç savaşa göre örgütlenmiş, işçi sınıfına karşı gelecekte verilecek savaşı organize etmeye yönelmiş bir devlettir.
Bu devlet, parlamento, seçimler vb. eski “demokrasi” araçları olarak sunulan şeylere dayanmıyor, daha çok toplumu kontrol mekanizmalarına dayanıyor. Bu konuda basın çok etkili kullanılmaktadır. Medya, sadece “yasama-yürütme-yargı” olarak adlandırılan mekanizmalar eklenmekle kalmaz, dahası bu eski mekanizmalar anlam değiştirir ve medya, kendisi de tekelci sermayenin bir aracı olarak, şiddeti yeniden örgütler.
Genel oy, faşizm döneminde ortadan kaldırılmıştı. Olağanüstü koşullara göre yeni bir örgütlenme ortaya çıkıyordu. Tekelci Polis Devleti, eskinin “olağanüstü” koşullarına özgü yapıları içselleştirerek, “normal”leştirir. Genel oy, artık sadece “toplumsal rızayı” üretme aracıdır ve sonuçları önceden bellidir. Parlamento, siyasal partiler vb. devlet çarklarını örten birer şaldır. Sınıf mücadelesi şiddetlenirse, bu şalın ortadan kalkması an meselesidir.
İdeoloji ve şiddet daha bütünlüklü olarak ele alınmaktadır. Bu nedenle basın, yargı vb. adeta polis gücünün bir parçası olarak iş görmektedir. Üniversiteler ya da diğer ideolojik aygıtlar, tekellerle birleştirilmiş biçimde hareket etmektedir.
Ordu, polis, yargı ve bürokrasi, daha sıkı biçimde militanlaşmıştır ve burjuvazinin çıkarlarını savunmakta daha açık davranabilmektedir. Tekeller çağı, parlamento, siyasi partilerden oluşan sistemi tam anlamı ile kontrol edebilme olanaklarını geliştirmiştir. Yasama-yargı-yürütme gibi dengeler, ancak olağan dönemlerde bir görüntü olarak korunmakta, diğer dönemlerde baskı aygıtı tüm yüzü ile ortaya çıkabilmektedir. Bu noktada “görüntü” önemli bir vurgudur. Çünkü normal şartlarda da bu sadece bir görüntü işlevini görmektedir. Yürütmenin, yasamanın, yargının önemli kurumları, tekellerin ortak büroları olarak çalışmaktadır.
Tüm bu nedenlerle, “polis devleti” demek yetersizdir. Tekelci Polis Devleti denilmedi mi, devletin sınıfsal karakteri net biçimde ortaya konmuş olmaktadır. Tekelci Polis Devleti, tekeller çağında, Ekim Devrimi sonrasında, burjuva devletin yeniden şekillenmiş hâlidir. Tekeller çağının olağan olan devleti budur.
5-
Her burjuva devlet, bir pazarda (“coğrafya”da) egemendir. “Coğrafya’da egemendir” demek yanlış olur. Coğrafya, yeryüzü şekillenmesini anlatır ve bir tarihsel ve fizikî yönü olan bilimsel bir kavramdır. Devletlerin coğrafyaları olmaz. Belki de coğrafyaların devleti olur denilebilir. Mesela Ortadoğu devletleri gibi. Bunlar birbirine de birçok açıdan benzerlik gösterebilirler. Devletlerin “sınırları” olur ve bu sınırlar, fizikî ve moral olarak da ayrılır. ABD devletinin sınırları denildi mi, egemenlik alanı anlaşılacaksa, bu dar anlamda fizikî sınırlarıdır. Ama ABD devlet olarak bu fizikî (siyasal haritadaki anlamında) sınırlardan daha geniş alanda etkilidir. Tersinden söylersek, bazı devletler fizikî sınırları içinde dahi etkili değildirler. Yani, ABD bir devlet olarak bir’den çoktur ve örnek olsun Irak bir’den azdır.
Burjuva devletin egemen olduğu alanda, şekillenişi de diğerlerinden farklılıklar gösterebilmektedir. Bu, aynı zamanda o devletin bazı özellikleri ile de anlam kazanır.
Bugün dünya kapitalist sistemi dediğimiz zaman, hemen emperyalist ülkeler ile sömürgeler gibi ayrımlar aklımıza gelmelidir. İsteyen, başka bazı ölçülerle bu ikili ayrımı çoğaltabilir. Gelişmiş ülkeler, kalkınmakta olan ülkeler, az gelişmiş ülkeler vb. bunun gibi, daha çok ekonomistçe ayrımlardır ve doğru da değildir.
Tüm dünya çapında süren sınıf savaşımı, birçok farklı görüntüsü ile bu devletleri etkilerler. Bu devletler, bir alanda, bir tarihsel süreç içinde şekillenirler. O nedenle hepsi burjuva devlet olmalarına rağmen, birbirinden farklılıklar gösterirler.
Örneğin TC devleti, Birinci Paylaşım Savaşı sonrasında, Ekim Devrimi sonrasında şekillenmiş bir sömürge devlettir. Bu devletin şekillenişinde Osmanlı’nın parçalanması ve sömürgeleşmesinin etkileri vardır. Osmanlı’nın çöküş dönemi içinde gelişmiş olan Fransız Devrimi’nin “uluslaşma” etkileri, Osmanlı’da yansımasını buldu. Bu yansıma da geçtir. Osmanlıcılık, sonra İslamcılık, sonra da Türkçülük akımları aslında bu sürecin de bir nevî özetidir, yansımasıdır. Çok milletli Osmanlı, Osmanlıcılık ile, çok milletli çok dinli yapısına bir çözüm aramıştır. Meşrutiyet isteği ve Osmanlı sultanlığının evrilmesi dönemin “ilerici” talebidir. Namık Kemal’in de içinde yer aldığı Osmanlı Cemiyeti, aslında halk hareketi değil, saray çevresi ile de sıkı ilişkiler kurmuş bir “elit” hareketi idi. Nihayet, hangi prensin padişah olması gerektiği üzerinde yoğunlaşan tartışmalara dayalı olarak meşrutiyetin ilanı istenmekteydi. Daha arkada ise Tanzimat ile kabul gördüğü tescillenen Batıcılık vardır. Osmanlıcılık, Balkanlarda yaşanan toprak kayıpları ile, değişmeye başlamıştır. Balkanların kaybı, büyük ölçüde Hıristiyan tebaanın kaybı olarak ele alınmış, devletin kurtuluşu, İslamcılıkta aranmıştır. Osmanlı sömürgeleşirken, hâlâ elinde olan toprakların Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölümündeki Müslüman halkları tutmak için İslamcılık, bir “çözüm” olarak bulunmuştur. Osmanlıcılık, elbette İslamcılığa göre daha pozitif olmuştur. İslamcılık daha devlet merkezlidir ve devletin kendisi için farklı halkların ve dinlerin varlığını bir tehdit gördüğü ölçüde katliamlar devreye sokulmuştur. Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve içinde Ortadoğu ve Afrika’daki topraklar da kaybedilmiştir. Bu koşullarda, 1905 Rus Devrimi, yeni bir dalgaya neden olmuş ve Türkçülük küçük küçük öne çıkmaya başlamıştır. Bu akımların hiçbiri “ilerici” olmamıştır. Osmanlıcılık, diğer ikisinden daha “temiz” sayılabilir. Türkçülük daha da katliamcı olmuştur. Ermeni, Süryani, Pontus ve Rum katliamları bu döneme denk gelir. Osmanlı’dan kalan topraklarda “Türk unsurunun hâkim kılınması” Wilson Prensipleri ile bağıtlanınca, Türkçülük daha da öne çıkmıştır. Tüm bu siyasal akımlarda, devletin kurtarılması öndedir. “Bu devlete bir millet lazım” görüşü, ünlü Türkçü Ziya Gökalp’in sözüdür. Bu söz, aslında tüm bu arayış sürecinin, yaklaşık 60 yıllık sürecin anahtar sözüdür.
Ekim Devrimi’nin Kafkaslara yayılması, emperyalist efendilerin Osmanlı’dan kalan topraklarda yeni sömürge bir devletin kurulması fikrine ikna olmalarının ana nedenidir.
Halklar hapishanesi olan çarlık Rusya’sının yerine geçen Sovyetler Birliği, halkların özgürleşmesi ve sosyalizm etkilerini yaymaktaydı. Yeni TC devleti, halkları kendine düşman gören, işçi sınıfının varlığını en baştan kendi egemenliği için bir tehdit gören bir yapıda oluşmuştur. Anti-komünizm ve halkları kendine (devlete) düşman gören anlayış, TC devletinin genlerine yerleşmiştir.
Kurtuluş Savaşı, doğal bir anti-emperyalist halk hareketi olarak başlayan direniş, burjuva kadrolar önderliğinde, halk temsilcilerinin bertaraf edilmesi ile emperyalizme bağlanarak sonuçlanmıştır. Batı medeniyeti hedefi, Tanzimat’tan beri gelişmiş olan Batıcılık akımının emperyalizme boyun eğme hâlinin ifadesidir. Bu yolla bir yandan, Osmanlı’dan kalan bazı etkilerin azaltılması işlevini görmüş, bir yandan da emperyalizme bağlanmanın amentüsü olmuştur. Osmanlı’dan kalan düzenin modern bir cumhuriyete dönüşmesi için atılan adımlar, her zaman halkları düşman görme ve anti-komünizme sadık kalma ilkeleri ile sınırlı tutulmuştur.
Bazı noktalardan bu sınırları aşmış olan “devrim”, 1930’lardan başlayarak, restorasyon sürecine girmiştir. Bu dönem tam da Alman faşizminin yükseliş dönemine denk gelir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, yeni hegemon ABD önderliğinde kapitalist-emperyalist dünya yeniden organize olmaya başlamıştır. TC devleti de bu organizasyonun içine girmiştir. SSCB’nin karnının altında Türkiye ve Yunanistan, Truman Doktrini ve Marshall Planları ile yeniden organize edilmiştir. Bugün ülkede etkin olan dinî tarikatlar, sadece 1950’lerde değil, daha öncesinde 1930’larda yeniden nefes almaya başlamıştı.
1950’lerde TC devleti, Kore’ye asker göndermek şartı ile NATO’ya dahil edilmiştir. Bu tarihten bu yana, TC devleti, NATO mekanizmaları ile siyasal olarak ABD sömürgesi hâline getirilmiştir. Uzun soğuk savaş dönemi boyunca, ekonomik olarak AB’nin, siyasal olarak ise ABD’nin sömürgesi olmuştur. Bu bir anlamda “ortaklaşa sömürge” olarak ele alınabilir.
NATO mekanizması, tüm dünyada devletin iç savaşa ve komünizme karşı savaşa göre örgütlenmesinde bir sıçrama demektir. Öyle olmuştur. Gladio örgütlenmesi İtalya’da ortaya çıkarılmıştı. 1990’larda SSCB çözülünce İtalyan burjuvazisi, ABD etkisini kontrol edebilmek için bu adımı atmıştır. Ülkemizde ise bu mekanizma, hâlâ etkindir, şekil değiştirmektedir. Okuyucunun bu konuda çok sayıda örnek bulacağı kanısındayım. Ama tekrar olsa da, Tekelci Polis Devleti (Deniz Adalı, Kaldıraç Yayınevi) çalışmasına bakması bile yeterli olacaktır. İsteyen, çok daha fazla sayıda örnek bulabilir.
6-
Bugün, SSCB yok. Emperyalist ülkeler arasında bir paylaşım savaşımı var.
Bu savaş, başlıca beş emperyalist güç arasındadır. Bunlar, ABD, Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa’dır.
Bugün, bir Üçüncü Paylaşım Savaşının içindeyiz. Bu savaş, farklı bir seyir izlemektedir ve bu doğaldır. Her savaşın bir önceki gibi bir seyir izlemesi beklenmez. SSCB çözüldükten sonra, ABD’nin, dünya imparatorluğunu, üçüncü Roma’yı kurmak için hareket ettiğini biliyoruz. Tek kutuplu dünya, eşyanın tabiatına aykırı bir durum idi ve tutmadı. Tek ise kutup da olmaz. Ama ABD tarafından zikredilen her şey, yazık ki, burjuva kalemşörlerin amentüsü oluyor ve bize de bilim olarak sunuluyor. Hangisi daha traji-komiktir, emperyalist efendilerin egemenlik hayallerinin sınır tanımaması mı yoksa bunun bize bilim olarak sunulması mı? ABD, saldırgan bir tutumla, imparatorluğunu kurmak istedi ama istediği sonucu alamadı. Afganistan ve Irak, bu durumu ortaya koydu.
Nihayetinde dünyada Çin ve Rusya gibi iki farklı güç de var. Bu güçler, daha aktif sahaya girmek durumunda kalmıştır. ABD, bugün, Batı dünyasını, bu iki güce karşı birleştirmek için hareket ediyor. Böylece, diğer 4 emperyalist gücün, kendi bayrağı altında yeniden toplanmasını, Rusya ve Çin’i hâlledene kadar bu güçleri kendi yanında tutmayı hedeflemektedir. Bugünlerde seçimleri kazanan Biden, aslında Trump’ın izlediği politikayı, biraz daha bu amaçla toparlamak için iktidara gelmiştir.
Rusya ve Çin’e karşı savaş, aslında, ardında emperyalist güçlerin kendi aralarındaki savaşı gizlemektedir.
Bu koşullarda TC devleti, AB ile ABD arasındaki savaşın etki alanındadır. ABD, siyasal alanın hâkimidir ve TC devleti onun açık tetikçisi olarak davranmaktadır. AB ise ülkedeki ekonomik varlığını korumak ve daha uzun bir yolla siyasal alanda egemen olmak istemektedir. Eğer bu güçlerin hiçbiri müdahale etmezse, ki bu akla aykırı bir kabul olur, ekonomik alana hâkim olan siyasal alana da hâkim hâle gelir. Ama bu müdahale etmeme durumu, mümkün değildir.
Savaşın bugünkü aşamasında ABD hegemonyası çözülmektedir. Bu uzun bir süreçtir. Ama bugün, ABD hegemonyası eğik bir düzlemde kaymaktadır. Bu nedenle ABD çok daha saldırgandır. Biden yönetimi, bu saldırganlığı daha da artıracaktır. Hiçbir hegemon gücün, fiilî bir savaş olmadan, yeni durumu kabul etmesi düşünülemez.
Bu durum TC devletini çözücü bir etkiye sahiptir.
7-
Bu koşullarda, ABD’nin, “yeni cumhuriyet”, “yeni Türkiye”, “ılımlı İslam” vb. adlarla ele aldığı Türkiye politikası, özel bir proje olarak AK Parti-Erdoğan-Gülen projeleriyle yürütülmektedir. Bu, yakından bilinen bir süreçtir. Üzerinde fazla durmayalım.
Suriye savaşı, bu açıdan ABD politikalarında bir kırılma oluşturmuştur. Suriye savaşının bir aşamasında TC devleti, ABD tetikçisi olarak sahaya girmiş, doğrudan Suriye savaşında açık aktif bir rol almıştır. Hâlen, Suriye topraklarının bir bölümünü işgal etmiş, ABD politikalarının aktif ve istekli bir savunucusu olarak IŞİD çeteleri ile içli dışlı olmuş durumdadır. Bu durum, TC devleti içinde, Türk-İslam sentezinin yeniden öne çıkarılması da demek olmuştur. Bu kez Türk-İslam sentezi, işgalci politikaları savunmak ve ABD tetikçiliğini örtmek için kullanılmıştır.
Suriye savaşında Rusya’nın sahaya inmesi ile bir yeni aşama başlamıştır. Bu durum ABD adına savaşta olan TC devleti ile Rusya’yı karşı karşıya getirmiş, son derece karmaşık ilişkiler oluşmasına yol açmıştır. Uçağın düşürülmesi sonrasında Rusya ile farklı ilişkiler gelişmiş, bu durum NATO açısından önemli bir mesele hâline gelmiştir.
Kürt devrimini bastırmak için TC devletinin yürüttüğü savaş, Kürt hareketinin Suriye savaşı sonrasında kazandığı konum nedeni ile daha da şiddetlenmiştir.
Bunların yanısıra, Gezi Direnişi ile, Türkiye içinde kitlesel bir patlama yaşanmış ve bu durum da TC devletinin çözülüşünü artırıcı bir etki yaratmıştır.
Özetle TC devletinin çözülüşü, emperyalist savaş ve bu savaşın bölgesel yansımalarının etkilerine, Kürt devriminin gelişimine ve Batı’da gelişen direnişe bağlı olarak gerçekleşmektedir.
Ekonomik alanda sürdürülen ve büyük ölçüde uluslararası sermayenin isteklerinin ifadesi olan politikalar, 2008 dünya kapitalist sisteminin krizi ile sınırına yaklaşmış ve ekonomik kriz katlanarak artmıştır.
Tüm bu süreç, ABD’nin Türkiye’yi bir savaş kundakçısı, bir tetikçi olarak kullanmasının hız alması ile yeni bir aşamaya gelmiştir.
İçten ve dıştan gelen bu etkiler, 2015 sonrasında, devletin yeni düzenlemelerle ayakta durması eğilimini devreye sokmuştur. Gezi Direnişi, Kürtlerle çözüm sürecinin sonlandırılması, devlet terörünün daha şiddetli sahaya sürülmesi, Suriye savaşı, ABD’nin yeni hamlelerine hazırlık, ordunun ABD emrinde savaşa sürülebilmesi gereği, egemen sınıfları Türk usulü başkanlık sistemini örgütlemeye itmiştir. Yağma-rant-savaş ekonomisi de bunun altyapısıdır. İşte Saray Rejimi dediğimiz şey böyle oluşmuştur.
Bu durum, devletin niteliğinde bir değişim değildir. Ama bu durum olağanüstü önlemlerin olağan hâle getirilmesi de demektir. Saray Rejimi budur. Devletin niteliğinde bir değişim değil, devletin tüm çıplak mekanizmaları ile sahaya çıkması demektir.
Saray Rejimi, fiilî olarak parlamentonun işlevlerine son verilmesi demektir. Gerçekte parlamento hiçbir zaman demokratik olmamıştır. Ama sürekli olağanüstü hâl uygulamaları için bir parlamentonun eski varlığı da bir engel idi. Bu yapılırken, sadece AK Parti ve Erdoğan değil, CHP, MHP vb. de dahil, devletin tüm güçleri hemfikir olmuşlardır. Uluslararası ve yerel tekeller bu konuda hemfikir idi. Yani bu süreç, egemen sınıflardan bağımsız gerçekleşmemiştir ve sadece Erdoğan’ın istek ve arzularının sonucu değildir. Yoksa referandumda o denli hile yapılabilmesi mümkün değildir. AB, ABD ve burjuvazi bu işin arkasındadır, halkın isteği değil, onların isteğidir bu.
Saray Rejimi, AK Parti, MHP, CHP vb. partilerin de bitirilmesi demektir. AK Parti, bir çeşit taraftar grubu, bir çeşit tarikat olarak vardır. Bir parti olarak yoktur.
Çözülmekte olan devlet çarkı, birçok kurumu işlevsiz hâle getirmiştir.
Bugün adına bakan denilen bakanlar, gerçekte hiçbir kararı alamaz niteliktedirler. Pandemi süreci başlı başına bir örnektir.
Bu aynı zamanda tekeller için yağma-rant ve savaş ekonomisinin pratik bir tarzda sürdürülmesi demektir.
Devlet, çeteleşmektedir. Tekeller, emperyalist güç odakları, tarikatlar kendilerine güç alanları açmakla kalmamaktadır. Bu hep vardır. Yani, çetelerin, mafyanın vb. devlete sızmasından söz etmiyoruz. Nasıl ki, bir çete olarak IŞİD’in devlet ilan etmesi gerçekleşiyor, bugün devlet mekanizması da çeteleşmektedir. Bunu İçişleri Bakanı’nda, bunu Ağar’da vb. görmek mümkündür. Bunun ana kaynaklarından biri, emperyalist merkezlerin arasındaki savaştır. Bu savaş, her kurumun içinde vardır. Bu durumu, çözülüşün, yönetememe durumunun savaşla birleşmiş hâli olarak ele alabiliriz. Yoksa eskiden de çeteler devletin içinde vardı. Tekeller çağında devlet zaten bu tekellerin etkili örgütlendiği bir alandır. Ama burada daha ileri bir durum yaşanmaktadır.
Tüm bunlardan sonra, tek adam diktatörlüğü vurguları, ancak burjuva cephenin eleştirileri olarak ele alınabilir. İşçi sınıfı için Saray Rejimi, tekellerin olağanüstü yöntemlerle iktidarını sürdürme durumudur ve bunun için Erdoğan’ın varlığı onlar açısından bir sorun değildir. ABD projesi olarak ele alındı mı AK Parti ve Erdoğan, Gülen ve tarikatlar, ılımlı İslam ve IŞİD, gerisini anlamak kolay olur kanısındayız. Her işçi, her emekçi, her kadın, her genç, Saray Rejimi’nin nasıl tekellerin, nasıl zenginlerin, nasıl emperyalist efendilerin hizmetinde olduğunu bizzat, her gün, her saat yaşamaktadır. Bu nedenle, işçi ve emekçilerin, halkların Erdoğan’ın gitmesi ile yetinmeleri mümkün değildir. Devrimci mücadele, bu “yetinmeyi” önleyecek kararlılığı gösterecektir. Saray Rejimi, emperyalist efendilerin “tamam, görevin bitti” demesiyle değil, işçi sınıfı mücadelesi ile yıkılmalıdır.
Devletin çeteleşmesi ya da emperyalist merkezler arasındaki savaş, işçi ve emekçilerin, halkın seyretmesini gerektirecek bir tutumu beraberinde getirmemeli. Nasılsa çözülüyorlar diye bir tutum, seyirci tutumudur. Bunu en çok “muhalefet” yapmaktadır. Sakın bir şey yapmayın, sokağa çıkmayın, nasılsa Saray Rejimi çözülüyor demek, aslında Saray Rejimi’ni desteklemektir.
Ya da emperyalist merkezler birbiri ile savaşta bırakın birbirini yesinler diye beklemek, devrimci tutum almak değildir. Bir emperyalist güce karşı diğerine sığınmak, teslimiyetçi bir tutumdur.
Bir gerçek var. Bu gerçek karşısında devrimci tutum, halkın, işçi sınıfının, emekçilerin, kadınların, gençlerin direnişinin ve örgütlü direnişinin geliştirilmesidir.
Saray Rejimi, ürünü olduğu koşulları değiştirememektedir, tersine kriz daha da ağırlaşmaktadır. Öyle ise, işçi sınıfının önderliğinde, tüm toplumsal muhalefetin birleşik emek cephesini örgütlemesi gereklidir. Doğru tutum budur.
Mesele sadece Erdoğan gitsin talebinde değildir. Mesele sistemin değiştirilmesi, devrim talebindedir. Sadece sağlık ve eğitim meselesini ele alalım. İşçi sınıfı, halk, kendisi ile baş başa bırakılmıştır. Bu koşullarda işçi sınıfının, halkın, kendi örgütlemesi ile kendi iradesini ortaya koyması gerekir. Bunun yerine bir sonraki seçimi beklemek, bunca hilenin olduğu bir sistemde, kaderciliktir. Belediye seçimlerini kazananların çoğu, yerlerini kayyumlara bırakmıştır. Bu koşullarda bir seçime çözüm olarak bakmak, seçimi beklemek, elimizi ayağımızı bağlamak demektir. Susuz kalmış bir insana, yanında akan suya girme çünkü ıslanırsın demek ve bekle 3 yıl sonra su gelecek demek, onu ölüme mahkûm etmektir.
Mücadele edenler için her şey olanaklıdır.
Örgütlenmek, bu olanakları görmenin, bu olanakları da örgütlemenin tek yoludur.
Ülkenin her yanından direnişler gelişmektedir. Bu direnişlerin, derelerin birleşerek nehre dönüşmesi gibi büyütülmesi olanaklıdır. Bize gerekli olan da budur. Halkın, işçi sınıfının örgütlenmesine, işçi sınıfının ve halkın direnişine dayanmadan bir demokratik gelişim sağlanamaz. Düzenin siyasal partilerinden bir yola gidilemez. Bu partiler, ağızları farklı söylese de, Saray Rejimi’nin birer parçası, payandasıdır. Esas olan işçi sınıfının, halkın kendi örgütlenmesidir. Mücadele etmeyeceksek, tüm bu analizlerin bir anlamı yoktur.
Daha çok sözün değil, daha çok işin zamanıdır. En büyük iş, örgütlenmektir. Birleşik Emek Cephesi, tüm direnişin ortak adresidir.
*Yazarımızın bu yazıda referans gösterdiği Tekelci Polis Devleti adlı kitabımızıa buradan ulaşabilirsiniz.