Toplumsal cinsiyet rolleri 2 – Antakya AKA-DER Kadın Faaliyeti

EĞİTİM

Eğitim, bireyin sosyalleşme sürecinden başlayarak, hayatının bütününde, kişiliğini, düşünce yapısını, amaçlarını, inançlarını, kendini-başkalarını algılayışını, yorumlayışını, davranışlarını  büyük oranda etkiler. Toplumdaki eşitsizliklerin oluşmasında, sürdürülmesinde ve yeniden üretilmesinde de büyük bir etkiye sahiptir. Bu eşitsizliklerden biri de toplumsal cinsiyet eşitsizliğidir.[1]

Ailedeki iş bölümü, çocukların sosyal yaşamda hangi davranış kalıplarıyla yaşaması gerektiği, çocuğun cinsiyetine göre ilgi duyması gereken alanlar, meslekler sistematik biçimde öğretilir. Bunun sonucu olarak, ikincil rolleri normal karşılayan, asıl kimliğini annelik etrafında tanımlayan, birçok alanda ikincilleşmeye razı olan kadınlar ve kadınlardan üstün olduklarını düşünen erkekler  yetişir.

Eğitim sistemi ve okullar hem toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden ve toplumsal kalıplardan etkilenir, hem de bunu sürdürür. Diyebiliriz ki eğitimde var olan cinsiyet temelli ayrımcılık, toplumdaki cinsiyet eşitsizliğinin hem nedeni hem sonucudur.

Kadınlar ve erkekler arasında eşitsizlik, ilkokuldan üniversiteye kadar eğitim hayatının her döneminde devam etmektedir. Okuma yazma bilmeyenlerin ağırlıklı kısmını kadınlar oluşturmaktadır.

Eğitimde toplumsal cinsiyet eşitliğini iki açıdan incelemek gerekir. Birincisi sistemin her iki cinse eğitimde fırsat eşitliği sunmuyor oluşudur. Eğitime erişim güvence altında değildir ve her iki cins eşit biçimde yararlanmamaktadır. Bunun için eğitimin öncelikle eşit, parasız bir kamu hizmeti olarak sunulmasını esas alan eğitim politikasına ihtiyaç vardır. Eğitimin giderek paralı hâle geldiği ve her geçen gün daha da ticarileştiği bu koşullarda eğitimde eşitliğin sağlanması mümkün görünmemektedir.

İkincisi, eğitimin içeriği, okul kültürü, müfredat ve ders kitapları ve okul hayatının nasıl yapılandırıldığı ile ilgilidir. Eğitim sistemi biçimsel olarak her iki cinse eşit fırsatlar sunuyor görünse de, toplumsal cinsiyet eşitsizliği okul ortamında da devam etmektedir. Öğretmen tutum ve davranışları, algıları, inançları, kabulleri, okulun kültürel ortamı, müfredat ve ders kitapları, cinsiyetçiliği ve ayrımcılığı körüklemektedir. Okullarda genelde kız öğrenciler, okulun ve çevrenin düzenli ve temiz tutulması, hizmet işlerinin örgütlenmesi gibi işlere yardımcı olurken, erkek öğrenciler kapı nöbeti, denetim gibi işlerle görevlendirilmektedir. Kadın işi-erkek işi ayrımını pekiştiren bu pratikler çocukların ve gençlerin toplumsal cinsiyet asimetrisini içselleştirmesini sağlamaktadır. Öğretmenlerin içinde bulundukları kültürdeki cinsel rol ayrımcılığının ne ölçüde farkında oldukları ve buna karşı tavırları, çocuklarla iletişimi, tavır ve davranışlarını, uygulamalarını etkileyecektir.

Müfredat ve ders kitaplarının içeriğinde de, erkek egemen değerler öğretilir ve benimsetilir. Hem içerik hem söylem olarak ders kitapları, cinsiyetçi öğeler taşımaktadır. Öğretmenlerden ise, resmî olarak sınırları belirlenen, yasa ve kurallarla desteklenen müfredat doğrultusunda, öğretim programlarını işlemeleri ve dolayısıyla toplumda hâkim olan ataerkil, erkek egemen yapıyı sorgulamadan, onun yeniden üretimini devam ettirmeleri ve yeni nesillere aktarmaları beklenir. Okul bu anlamda bireylerin kadınlık ve erkeklik rollerine hazırlandıkları bir aşamadır.

Liselere baktığımızda özellikle meslek liselerinde, cinsiyetçi işbölümüne uygun bir dağılım göze çarpmaktadır. Meslekî liseler, cinslere bölünmüş işgücünün yeniden üretimini sağlamaktadır. Kızlara ve erkeklere istihdam yapısının ve ailedeki işbölümünün devamını sağlayacak biçimde beceri ve vasıflar kazandırılmaktadır.

Ticaret ve turizm, sağlık ve özel öğretim liselerindeki kızların oranı son on yılda düşerken, açık öğretim liselerindeki kız öğrenci oranı iki kat artmıştır. Bu durum giderek paralı olan ve aileler için maliyeti yükselen eğitimden kızların çekildiğini ve açık öğretim gibi daha ev merkezli ve maliyeti düşük öğretim alanlarına kaydığını göstermektedir.

Okul hayatının pek çok yönü, yönetimi, eğitsel, idarî ve kültürel faaliyetler gibi okuldaki işlerin tamamının cinsiyete dayalı işbölümü çerçevesinde örgütlenmesi, geleneksel cinsiyet rollerinin yeniden üretimine neden olmaktadır. Yönetim düzeyinde de erkek egemenliği göze çarpmaktadır. Kadınlar, öğretmen olarak eğitim sisteminde sayıca yoğun olarak temsil edilmelerine karşın, idarî ve karar verme mekanizmalarında yeterince yer almamaktadırlar. Kadınlar nadir olarak müdür oldukları zaman “bayan müdür” olarak adlandırılmakta, ama hiçbir erkek müdüre “bay müdür” denmemektedir. Karar verme mekanizmalarında yer alan kadınların da, çoğunlukla evlenmemiş veya çocuk yapmamış kadınlar olduğu görülmektedir. Bunda ataerkil sistemin kadına dayattığı ev işi ve çocukların bakımının ve yoğun ev hizmetinin aldığı pay büyüktür.

Cinsiyete dayalı iş bölümü yaygın eğitimde de kendini göstermektedir. Milli eğitim sisteminin yaygın eğitim alanı da okul sistemine benzer biçimde, piyasadaki ve ailedeki cinsiyete dayalı işbölümünün yeniden üretimini sağlamaktadır. Yaygın eğitim faaliyetlerine katılanların ağırlıklı kesimini kadınlar oluşturmaktadır. İstihdama dönük meslekî yetiştirme kursları tipik biçimde kadın işi ve erkek işi ayrımına uygun biçimde yapılanmıştır ve kadınlar daha çok ev, ailedeki rollerine uygun ve hizmet sektöründe istihdama dönük alanlardaki beceri kurslarına katılırken, erkekler daha iyi ücret ve düzenli istihdama dönük imalat sektörü ve teknik beceri kurslarına devam etmektedir. Okuma yazma kurslarına katılanlar da ağırlıklı olarak kadınlardan oluşmaktadır.

Eğitim sürecindeki cinsiyetçilik ile ilgili yapılan çalışmalar ve yönelimler, toplumsal yaşamın her alanında karşılaştıkları “ayrımcılık” olgusunun ve kadını ikincil konuma iten “cinsiyetçi” bakışın çözümlenmesinde ve ortadan kaldırılmasında eğitim sürecinin ve uygulamalarının gücünü ortaya koymaktadır. Ve eğitim sürecinin bu gücünün olumluya kullanılmasının değeri ve anlamı da bir o kadar büyüktür.

SİYASET

Kadınların toplumsal ve sosyal hayatın hemen her alanında ikincil pozisyonda olmaları, siyasi arenada da yetersiz temsil edilmeleri sonucunu beraberinde getirmiştir. Kadına biçilen roller, eş, anne, ev kadını tamlamasından ileriye gidemediği için, bu roller kadının kamusal alanda ve siyasi arenada yer almasını güçleştirmektedir. Erkek ise kamusal alanla bir tutulmuş, karar alıcı, kanun yapıcı olarak görülmüştür.

Kadınların siyasal varlığı daha çok sembolik görünürlük üzerine yürümektedir. Çünkü bu görünürlüğü temsil eden özne, ait olduğu grubun çıkarlarına yönelik herhangi bir eylemde bulunmasa dahi, o grubun politik yararına olumlu bir etki üretmektedir.

Kadınların biyolojik olarak temsil edilmesinin, cinsiyet ayrımcılığının ortadan kaldırılmasında bir önemi yoktur, önemli olan kadının, politik mücadelenin öznesi olabilmesidir.

IPU’nun 2017 verilerine göre parlementonun alt kanadında, kadınların %50’den fazla bir oranda temsil edildiği sadece 3 ülke, Ruanda, Küba ve Bolivya bulunmaktadır.

Siyasette cinsiyetçi dil: Siyaset, toplumun dilini besleyen en güçlü kanaldır. Ve şiddetin zemini, bu dil ile beslenmeye devam etmektedir.

İktidar partisinin belediye başkanı, adaylığının açıklanmasının hemen ardından, ne dedi yönetmek istediği kent için? Kentin ne bir özelliğinden söz etti ne orada yaşayanların beklentilerinden ne de kendisinin kentle ilgili hayallerinden… “İzmir mahallenin en güzel kızı, kim istemez ki?” dedi. Mahallenin en güzel kızını hakettiğini düşünen bir erkek iktidar, isteğini hiç çekinmeden, cinsiyetçi bir dille ifade etmektedir.

2012’de dönemin başbakan yardımcısı Bülent Arınç ile CHP milletvekili Aylin Nazlıaka arasında geçen bir tartışmada, Nazlıaka, Başbakan’ın “Her kürtaj bir Uludere’dir” açıklamasından sonra, Başbakan vajina bekçiliği yapmasın, demişti. Arınç da şanı gereği “Yüzüm kıpkırmızı oldu, yerin dibine geçtim, çok mahçup oldum. Bir bayan kendi organını nasıl böyle açıkça konuşabilir” demişti. Burada kadın bedenini, cinselliğini, doğurganlığını denetlemeyi kendine hak gören anlayış, kadının cinsel organının adının söylenmesini ayıp bulmaktadır. “Anası tecavüze uğruyorsa, neden çocuk ölsün, annesi ölsün” diyen Melih Gökçek, “Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar” diyen Recep Akdağ, “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur” diyen AK Parti eski milletvekili Sefer Üstün’ün söylemleri, cinsiyet ayrımcılığının ve cinsiyetçi dilin siyasetteki yansımasını net bir şekilde ortaya koymaktadır.

EV İÇİ EMEK

Cinsiyetçi işbölümünde ev, kadın için temel yaşam alanı olmaya devam eder. Kapitalist sistem, bütün kadınları dışarıda üretime katsa bile, kadını ev işinden sorumlu tutmaya devam eder, kadının evdeki köleliğinin temelleri değişmez.

Evde çocuk bakımı, erkeğin ve çocukların beslenmesi, temizlik, hasta ve yaşlı bakıcılığı vs. gibi işleri kadın, karın tokluğuna yapmak zorundadır. Bu tabii ki, doğal bir işbölümü sonucu değil, erkek egemen sistemin biçtiği cinsiyetçi bir rolün zorunlu yaptırımlarıdır. Bu işlerin, kadın doğasının bir gereği olarak “sevgi” karşılığı yapıldığı kabul edilir. Ne manevi ne de parasal bir karşılığı yoktur. Kadın tam mesai evde çalışır.

Kapitalistleşme süreci ve üretim merkezlerinin evin dışına kayması, kadın emeğini ücretlendirilmiş emekten uzaklaştırdığı gibi, kadın emeğinin ucuz emek kaynağı olarak kullanılmasına da neden olmuştur. Kapitalist sistem, erkek işçinin, burjuvaziye bağımlılığını, köleliğini üretirken, erkek egemenliği olduğu yerde kalır, erkeğin egemenliği altında, kadının evdeki köleliğini üretir. Erkek, evdeki egemenliği sayesinde, kadının emeği üzerinden, işgücünü yeniden üreterek, sermayeye artı- değer üretecek potansiyele ulaşır.

Meta üretimi ile, toplumsal hayatın üretimi, birbirinden kopuk ayrı süreçler olarak ilerlemezler. Metayı, daha doğrusu artı-değeri üreten işçinin üretim kapasitesinin belirli bir düzeyin altına düşmemesi için, birinin o işe gitmeden kahvaltı hazırlaması, ertesi günü sistem tarafından sömürülebilmesi için birinin akşam yemeği hazırlaması gerekmektedir. Ya da bu emek gücünün sürekli bir şekilde arzının sağlanması için, birinin çocuk doğurması ve o çocuğa bakması gerekmektedir.

Kadının erkek tarafından baskı altına alınışından beri, beş bin yıldır, ev-çocuk-koca-yaşlı bakıcılığı, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumların bütününde egemen durum olmuştur. Evlilik düzeni daha baştan kadınlar için bir kölelik anlaşması olmuştur. Emeğine, evlilik sözleşmesiyle, toplum adına el konulan kadın, ekonomik olarak evde kocaya bağımlıdır.

Kadınlar, dünya gelirlerinin ancak yüzde 10’una, üretim araçlarının yüzde 1’ine sahiptirler. Evde yaratılan ekonomik değer, hesap dışıdır. Ev kadınları soyun üretimi ve yeniden üretimini sağlayan emekleriyle büyük bir değer üretmekte, ama bu, buhar olup uçmaktadır. o

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1]    Kaldıraç dergisinin 232. sayısında yayınlanan “Toplumsal cinsiyet rolleri” yazısının devamıdır.

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz