Kadın mücadelesi kavram atölyesinde gerçekleştirdiğimiz ‘Toplumsal Cinsiyet Rolleri’ konusunu, sınıflı toplumlarda kadına biçilen toplumsal roller ve kadının emeği ve bedeni üzerinden yapılan politikalar kapsamında tartıştık.
İlkel komünal toplumda insanın doğayla savaşımı ön plandaydı. Cinsler arası eşitsizlik, hayatta kalma mücadelesinden kaynaklı ilkel komünal toplumun sonlarına kadar görülmemektedir. Ama özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla beraber ataerki kurumsallaşmaya başlıyor. Özel mülkiyetin oluşumuyla erkin oluşması ve ataerki olarak kurumsallaşmaya başlaması iç içe ilerlemiştir.
Cinslerin eşitsizliği özel mülkiyet ve devletin doğuşuyla eş zamanlı gelişir. Başlangıç noktası da ortak mülkiyetin ve toplumun merkezî birliği olarak gensin ortadan kalkarak ailenin ortaya çıkışıdır. Kadının ikincil yeri, sınıflı toplumun bütün biçimlerinde kendini göstermektedir: Kölecilik, feodalizm, kapitalizm. Cinsiyetçilik her çağda, ilgili üretim biçimine ve mülk sahibi sınıfın ihtiyaçlarına uygun olarak başka bir biçim alır.
Bütün toplumlar, tarihî akışta kendini kurmak, sağlamak ve devam ettirmek üzere yol almıştır. Toplumun doğada hazır hâlde bulduklarının üzerine kültürün de gelişimiyle biçim kazanmıştır. Tarihsel süreçte toplumsal olarak üretilmiş sayısız üründen biri de toplumsal cinsiyettir. Toplumsal cinsiyet biyolojik olan cinsiyetleri kültürel atıflarla birbirinden ayırmaktır. Kadın ve erkeği, kadınlık ve erkekliğe dair tanımlanan rol ve statüler bütünüyle özdeşleştirmektir. Bu ayrım, kadının aleyhine birçok eşitsizliğin doğmasına da sebep olmuştur. Toplumsal cinsiyetin ürediği ve onlarca toplumsal cinsiyet uygulamasının türediği başlıca kaynak aile, gelenekler ve toplumsal önkabullerle yeniden örgütlenen ataerkidir.
Toplum denilen yapı, ilk oluşmaya başladığından bu yana çeşitli bölgelerde farklılık göstermiştir. Bununla birlikte toplumsal yapının örgütlenişinde aile bir temel oluşturmaktadır. Aile, bir bakıma toplumun küçük ama etkili zincir halkasıdır. Kadın, erkek, çocuk gibi öğelerin birlikteliği ve etkileşimiyle meydana gelen bir bütünlük. Kadını, oldu olası en çok da bu aile bütünlüğü içerisinde ‘değerlendirme’ eğilimi, ailenin varlığı gibi yıllardır devam etmekte ve yeniden örgütlenmektedir.
İnsan toplum olduğundan beri yani insan olduğundan beri kültürün var olduğundan söz edebiliriz ve bu toplum kültürü bölgelere göre değişkenlik göstermekle birlikte aile kavramı bütün toplumlarda varlığını sürdürüyor ve bu gelecek kuşaklara aktarılıyor. Bu kültür, egemenlik ilişkileri içinde geliştiği için egemenin ihtiyacı üzerinden o gücün devamlılığını sağlayacak şekilde gelişiyor. Bir baskı aleti hâline geliyor.
Özel mülkiyetin ve sınıflı toplumların oluşumuyla toplumsal cinsiyet rollerinin de oluşmaya başladığına değindik. Ancak bunlar tek başına toplumsal cinsiyeti yaratmaz. Biyolojik olarak kadın ve erkek olmak, doğal ve doğuştan olarak adlandırılırken, kadınlık ve erkeklik ise toplumsallaşma süreci ile kültürel bir yapılanmaya işaret etmektedir. Kültürel olarak kadını ve erkeği toplumsal bir kadına ve erkeğe dönüştüren kategoridir toplumsal cinsiyet. Toplumsal cinsiyet iki temel alanda maddi olarak kendini gösterir: “1) Toplumsal cinsiyetli iş bölümü ve üretim araçlarının toplumsal cinsiyetli bölünmesi; 2) üreme emeğinin toplumsal örgütlenişi.” Toplumsal cinsiyet, yalnızca erkekler için işlevsel olduğundan değil, egemen sınıf için işlevsel olduğu için vardır. Kapitalist toplumda, işçilere ücret ödeyen üretim aracı sahipleri daha az para ödenen kadın emeğinden muazzam kârlar elde ederler. Kadınların düşük ücretleri bütün ücretleri düşük tutmaya yarar, tıpkı etnik azınlıkların düşük ücretlerinin de bütün ücretleri düşürmesi gibi. Yani, daha iyi para alan ücretli işçi, sürekli olarak, yerine daha az parayla çalışacak bir ücretli işçinin geçirilmesiyle tehdit edilebilir. Böylelikle kapitalist sınıf, salt kadınlara daha düşük ücret ödeyerek büyük kârlar elde etmekle kalmaz, erkeklerin ücretlerinin bir bölümünü de cebe indirir.
Toplumsal cinsiyet ilişkileri, toplumlarda cinsiyete dayalı rolleri düzenleyen ilişkidir. Bununla birlikte, cinsiyet ilişkilerinin yanında sınıf ilişkileri de toplumsal cinsiyet ilişkilerini belirler. Böylece kadın-doğa, erkek-kültür ilişkisi üzerinden kadınlar domestik alana sıkıştırılır. Kadının doğayla, erkeğin kültürle modernlikle ve medeniyetle özdeşleştirilmesi aydınlanma çağıyla güçlenen bir söylemdir ve burjuva devrimler süresi boyunca da kadının toplumda bazı haklar elde ederken belirli temel tezler bu yöndeydi. Kadınlar zaten kendini kontrol edemeyen doğayla ilişkili olarak tanımlanıyordu; fakat buna böyle olduğu için kadınlar bugün bu hâlde diye bakarsak bu yalnızca kadınları belli rollerin sınırında var olmaya bu şekilde yaşamaya devam etmesine göz yummaktan başka hiçbir şey olmayacaktır.
Toplumsal cinsiyet rollerinin belirlenmesinde dinin de etkisi vardır. Din, kadını ve erkeği belirli konumlara koyar. Kadın, aile içinde soyun devamlılığını sağlayan, aileyi bir arada tutan ve çocuğun ve eşinin yaşamını sürdürmesini sağlayan bir rolle şekillenip bu kalıptan uzaklaştırılmamaya çalışılır. Kadının pozisyonu, dinin o toplumda nasıl bir işleve sahip olduğuyla şekillenen bir noktaya düşer. Tarihsel süreç içerisinde dinin kadına biçtiği bu rolü meşrulaştırdığı açıktır.
Cinslere verilen roller dünyaya geliş ile oluşur. Renklerin ayrımından başlayıp, kıyafetlerden oyuncaklara, daha sonra mesleklere gibi birçok örnekler mevcut ve bu gibi örneklerin cinslere atfedilmesi egemenliği güçlendiren bir noktada duruyor. Bu ayrım, kadın ve erkeğin gelecekteki rolünü sorunsuz yaşaması ve aykırı bir olgu oluşturmaması için, örneğin kız çocuğunun doğurganlığı ve anneliği çok küçük yaşta öğrenip benimsemesine, erkek çocuğun ise toplumun erkek rollerini benimsemesine yol açmaktadır. Bu toplumsal-kültürel aktarımın üzerinden, rolleri güçlendirir ve cinsiyet ayrımı var olmaya devam etmeye mahkûm gibi görünür. “Kadınlık” ile “erkeklik” rol ve davranışlarının toplumsal ilişkilerle kurulduğunu, değiştirilebilir olduğunu da unutmamak gerekir.
Toplumsal cinsiyet rolleri alt yapının yani üretim ilişkilerinin yaratmış olduğu bir durumdur. Yeniden üretim dediğimiz üretim ilişkileriyle bire bir ilişkili bir amaca hizmet eder. Sistemin devamlılığı açısından cinslere atfedilen roller somutlanır. Toplumsal cinsiyet rolleri bunun üzerinedir. Bunları belirleyen değil, buna içkin bir kavramdır. Egemenlerin ezilen sınıfa geliştirdiği cinsiyet atfıdır toplumsal cinsiyet. Ezilen sınıfın erkekleri bu rollerden nemalanırken, bu rollerin olumsuz sonuçları ezilen sınıf kadınlarının yaşamları üzerinde somutlanır.
Baskı ve denetim mekanizmasının en somut gerçekleştiği yer kadın bedenidir. Beden din, yasalar, ahlâk kuralları üzerinden tahakküm altına alınır, nesneleştirilir. 16. ve 17. yüzyılda Batı’da yaşanan cadı avları da buna bir örnektir. Bu avlar kadın cinselliğini ve doğurganlığını denetlemek anlamına gelir. Nüfus politikalarının uygulamalarından biridir.
Toplumsal cinsiyet kavramının günlük mücadelede yerini kabul etmekle birlikte bunun egemenlik ilişkilerinin yarattığı ve sermaye sınıfının ve devletin sürekli yeniden inşa ettiği bir yapı olduğunu atlamamak gerekir. Bunun literatürde durduğu bir yer var. Bunun üretim ilişkileriyle bağı kurulmadığında altı boş olan yalnızca kadın-erkeğin birbirine dayattığı şeyler olarak kalır ve bu çözümsüz bir şeymiş gibi durur; fakat devletin buradaki rolünü, bireylere bu toplumun devamlılığını sağlamak için uygulanan baskıyı ortaya koymak, bu rollere karşı eşit ilişkileri örgütlemek için de bir zemin olur.
Bugün kadın çalışmalarındaki genel eğilim sistemin buradaki payını görmekle beraber kadın-erkek arasındaki çelişkilere yoğunlaşmaktadır. Bu durum kadın örgütlenmesinde emek-sermaye çelişkisini geri planda bırakmaktadır. Böylece kökten değişebilecek bir dünyanın fikrinden uzaklaşılıp yeni bir dünyanın elde edilememesine sebep oluyor. Böylece bulunan koşullar içinde iyileştirmeye gitmek hedeflenmiş oluyor. Kadının kurtuluşu sınıfsız, sömürüsüz bir dünyada. Emeğimiz için, bedenimiz için, özgürlüğümüz için, birlikte mücadele ederek yeni bir dünya kurmalıyız.