Son dönemde, burjuva medya, liberal yazarlar, dönek solcular, hep birlikte dillerine Sivil Toplum Örgütlenmesi kavramını doladılar. STK diye kısaltılıyor. O kadar ki, STK, giderek bizim eski bir kavramımızın “Demokratik Kitle Örgütü” kavramımızın pabucunu neredeyse dama atıyor.
Bu yeni de değil.
Burjuvazi, sadece copla, sadece şiddetle, sadece hapishaneleri, yargısı, silâhlı adamları ile işçi sınıfının toplumsal kurtuluş, sosyalizm, özgürlük mücadelesini bastırmıyor. Hayır sadece bu baskı aygıtları ile yetinmiyor. Aynı biçimde, ciddi ve yoğun bir ideolojik mücadele de sürdürüyor. Bu ideolojik mücadele, en başta, işçi sınıfının öncü kesimlerinin aklını bulandırmak, onları hareketsiz, ufuksuz bırakmak içindir.
Bilinen bir örnektir: SSCB çözüldüğünde, burjuva cephede sevinç nidaları biraz dindiğinde, “tarihin sonu” çığlıkları yerini biraz olsun gerçekliğe bıraktığında, tüm burjuva kalemşörler, yanlarına dönek solcu aydınları da alarak, “elveda proletarya” güzellemelerine başladılar.
“Elveda proletarya”, bugün dahi etkisini sürdüren bir saldırıdır.
Burjuvazi, elbette, sadece ve sadece “ekonomik bir varlık” olarak, işçi sınıfını tanımayı kabul eder. Ne de olsa, üretecek olanlar, üretim bantlarında ömrünü tüketecek olanlar gereklidir. Ve bu, hiçbir zaman bir robot ile gerçekleştirilecek bir süreç değildir. Her ne kadar makinalaşma gelişirse gelişsin, canlı emek ve canlı emek deposu olarak işçi, kapitalizmin her zaman ihtiyaç duyacağı bir sınıfın üyesidir. Bu nedenle, “ekonomik” bir sınıf olarak, canlı emek deposu olarak proletaryaya “elveda” denilmiyordu.
Onlar, 1848’de başlayan, kapitalist dünyanın üzerinde yer aldığı yeryüzünü sarsan, proletaryanın devrimci dirilişinden söz ediyorlardı. Onların elveda demek istedikleri şey, bu idi. Yani devrimci proletarya, yani burjuvazinin egemenliğini yıkan, Ekim Devrimi ile dünyanın önemli bir bölümünde sosyalizmin zaferini ilan eden, kapitalist pazar ilişkileri ağını darma duman eden muzaffer proletaryaya elveda demek istiyorlardı.
Yoksa onlara, her zaman, kendi emirlerinde çalışacak, kanlarını emecekleri geniş işçi yığınları lazımdır. Bugün, dünya proletaryasının sayısı, 4 milyarı geçmiş durumdadır. Bu 4 milyar ve fazlası olmadan, dünyanın çok küçük bir azınlığı, yaklaşık binde 5’i, nasıl böylesi bir zenginlik içinde var olabilir, yaşayabilir? 10’dan az ailenin servetleri, dünyanın yarısınınkinden nasıl daha fazla olabilir?
Elveda proletarya diye haykıran kalemşörleri bilmeyiz ama, kapitalist tekeller, bu bir avuç azınlık, “proletaryasız” bir hayatın kendileri için cehennem olduğunu biliyorlar. Onlar, kendi cennetlerinin, bu 4 milyarı aşkın insanın cehennemlerinin üzerinde durduğunu çok ama çok iyi biliyorlar.
Burjuvazi, işçi sınıfı var olmadan var olamaz.
İşçi sınıfı, elbette burjuvazi var olmadan var olabilir, ama artık burjuvaziyi alaşağı etmiş ise, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son veren bir sistemi kurmuş ise, bu sistem tüm yeryüzünü ortak bir cennete çevirmiş ise, kendisi de artık bir “sınıf” olarak değişmiş, ortadan kalkmış demektir. Artık, tüm toplum emekçilerden oluşur ve artık, iki karşıt sınıf yok demektir. Oysa burjuvazi, işçi sınıfı olmadan var olamaz. Karşılığı ödenmemiş emeklerine el koydukları emekçiler yoksa, sömürenler de yok demektir.
Kapitalist toplum, sınıflı toplumların sonuncusudur. Aynı anlama gelmek üzere, sınıflı toplumların en “gelişmişi”dir. Demek oluyor ki, sınıf savaşımının da en gelişmiş olduğu toplumdur.
Kapitalist toplum, kendinden önceki “kardeş” sınıflı toplumlarda, kölecilik ve feodalizmde var olan sınıf savaşımı deneyimlerini de içererek gelişmiştir. Sadece kendi dönemindeki sınıf savaşlarından öğrenmiyor.
Bu nedenle, tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki, tarihin en sert sınıf savaşları kapitalist topluma aittir. Bunun sarsılmaz kanıtı ise, burjuvazinin geliştirdiği örgüt olan devletin, kendinden önceki devletlerin sınıf savaşımı deneylerini de içerecek biçimde eriştiği “yetkin”liktir. Burjuva devlet, bir savaş makinası olarak işçi sınıfının karşısına çıkar.
Burjuva devlet, sadece faşist bir devlet olarak ortaya çıktığı İkinci Dünya Savaşı öncesinde değil, sonrasında da bu biçimdedir. Burjuva demokrasisi, ancak hamkafalı liberal-solcuların akıllarında vardır. Burjuva demokrasisi, elbette burjuvazi için bir demokrasi anlamında kastediliyorsa vardır. Dün Hitler Faşizmi de öyle idi. Bugün, dünyanın her kapitalist ülkesinde devlet, Hitler Faşizmini aratmayacak şekilde yetkinleşmiş, onu aratmayacak ölçüde baskıcı, onu aratmayacak ölçüde kontrol mekanizmalarına sahip, onu aratmayacak şekilde yalancı vb.dir. Bugün ABD’deki devlet, gerçekten bir demokrasi olarak tanımlanabilir mi? Ya da Fransa’daki ya da Almanya veya İngiltere’deki? Batılı Demokrasi diye sayılan ülkeler, savaşın, vahşetin, katliamların planlandığı ülkelerdir.
Ama elbette bu ülkelerde burjuvazi için bir “demokrasi” vardır ve ilke ve kurallar vardır.
Günümüz burjuva devleti, tekelci polis devletidir. Faşizmin tüm dişlilerini içeren bir devlettir bu. Ve değil sadece bizim ülkemizde olduğu gibi baskı ve şiddetin öne çıktığı koşullarda, her koşulda devlet, tekelci polis devletidir (Tekrar olmaması açısından, “Tekelci Polis Devleti” çalışmamızı bir kere daha önermek isteriz. Kaldıraç Yayınevi’nden 4. baskısı bulunabilir). Yeri gelmiş iken, vurgulamak isteriz ki, Tekelci Polis Devleti ya da günümüz burjuva devleti anlaşılmadan, bizim neden ısrarla “Saray Rejimi” dediğimiz de anlaşılamaz. Biz bir süredir AK Parti ile kurulmuş bu yapıya, “Saray Rejimi” diyoruz. Bu özel bir vurgudur. Devletin, dün yine AK Partili yıllardaki “niteliğinde” köklü bir değişim olmamıştır. Dün, AK Partili devlet, demokrasi idi de, şimdi diktatörlük vb. değildir. Saray Rejimi, değişiklikleri, somut durumu ifade etmek içindir. Her durumda bu devlet, sömürge bir ülkede, emperyalizme bağımlı bir ülkede burjuva diktatörlüktür ya da Tekelci Polis Devletidir.
Biraz konumuzdan sapıyoruz. Evet farkındayım.
Bizim konumuz daha çok, toplumsal mücadele ve demokratik kitle örgütlenmesidir. Unutmuş değiliz. Ama, devleti ele almadan, demokratik kitle örgütleri ya da örgütlenmesi kavramına dönük saldırıyı anlatmamız da zor olacaktır.
Demek ki, devlet, egemen sınıfın ortak örgütüdür ve onlar adına, sınıf savaşımı deneyimlerini içselleştirerek kendini yetkinleştirir. Günümüz burjuva devleti, bu anlamda, faşizmin dişlilerini içeren bir devlettir.
Burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki mücadele, yani, kapitalist toplumdaki sınıf savaşımı, her iki sınıfın, sadece ulusal ölçekte değil, uluslararası ölçekte yürüttüğü savaşımın deneyimlerine dayanarak gelişmektedir. Burjuvazi, bu deneyimleri, en başta devlet denilen mekanizma ile, kendi örgütü ile içselleştiriyor. İşçi sınıfı ise, bu sınıf savaşımı deneyimlerini, ancak, devrimci partisi, öncü partisi aracılığı ile içselleştirebilir. Bu deneyimlerden öğrenmesinin başkaca yolu yoktur.
Biz, burada “toplumsal mücadele” dediğimiz zaman, aslında sınıf savaşımının tüm biçimlerini, en geniş anlamda sınıf savaşımını kastediyoruz. Toplumsal mücadele, sınıf savaşımından ayrı değildir, olamaz. Şöyle de diyebiliriz, iki karşıt sınıfın, proletarya ve burjuvazinin varolduğu bir toplumda, toplumsal hareketin itici gücü, bu sınıf mücadelesidir, bu iki sınıf arasındaki mücadeledir. Ama bu iki sınıf toplumda yalıtık olarak var olmazlar. Bu iki sınıfın arasında, önceki toplumlardan gelen, belli bir tarih içinde şekillenmiş katmanlar vardır. Küçük burjuvazi, köylülük vb. gibi. Ama sınıf mücadelesi bunları da içine alır. Mesele bugün içinde yaşadığımız gibi, ekonomik kriz dönemlerinde, birdenbire durumu bozulan orta sınıflar yaygarayı basarlar. İşçiler, bu orta sınıfların durumuna bakıp, kendi sessizliklerinin derinliğini acaba daha iyi anlayabilirler mi? Bazan evet, bazan hayır.
Toplumsal mücadele, sınıf savaşımının üzerinde yükselen, farklı sorunların, farklı çelişkilerin iç içe geçmiş hâlini de anlatmak için uygundur. Elbette sınıf savaşımının reddedilmemesi koşulu ile. Sınıf savaşımına bağlı, onun içinde ama yıllarca farklı sınıflı toplumlardan da gelen çelişkiler, sınıf savaşımını daha renkli ve kapsamlı hâle getirir. İşte bu durumlarda da toplumsal mücadele demek yerinde olur. Mesela kimlik sorunu. Bizim topraklarımızda var olan halklar meselesi; dilini konuşamayan, asimilasyona ve katliamlara uğrayan, kendi kimliğini gizlemek zorunda kalan, kendi kimliği kendisine karşı küfür olarak kullanılan vb. hâli ile halklar meselesi, böyledir. Elbette bu sınıf savaşımının içindedir. İşte toplumsal mücadele dedik mi, iki de bir bu “sınıf savaşımının içindedir” sözünü kullanmaktan da kurtuluruz. Yoksa, sınıf savaşımının farklı çelişkilerin yumaklaşması ile aldığı biçimleri sınıf savaşımından bağımsız ele almak yanlış olur. Kadın mücadelesi de böyledir, binlerce yıllık sınıflı toplum tarihi boyunca birikmiş bir sorun, bugün kapitalist toplumda işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki sınıf savaşımı dinamiği içinde yeniden üretilmektedir. Kadın mücadelesi de sınıf savaşımının içindedir elbette. Buna gençlik sorunlarını, ekolojik sorunları ve hayatın her alanındaki mücadeleleri eklemek mümkündür. İşte bu sorunların tümü, sınıf savaşımı ile yumaklaşarak, birleşerek, iç içe geçerek gelişmektedir. Bu açıdan, sınıf savaşımından ayrı bir şey kastetmemek üzere, toplumsal mücadele demek mümkündür. Tersinden de, sınıf savaşımını, daha geniş, toplumsal hayatın her alanını saran bir savaşım olarak görmek daha geliştiricidir.
Bu iki sınıf arasındaki mücadele, sadece ekonomik bir mücadele değildir. Hem ekonomik, hem siyasal, hem de ideolojik mücadeledir.
Bu mücadelenin ideolojik ve siyasal olanı, ancak ve ancak, devrimci işçi sınıfı partileri eli ile yürütülebilir. Ekonomik mücadele ise, elbette demokratik kitle örgütlerince yürütülür.
Burjuvazi, ideolojik mücadelede daha etkindir. Elindeki tüm kitle iletişim araçlarını (dikkat edelim, kitle iletişim araçları yerine, henüz Sivil Toplum iletişim araçlarını koymaya yeltenmediler), bunun için kullanmaktadır. Ve bu ideolojik mücadele oldukça etkilidir. Sınıf savaşımında bu ideolojik mücadeleyi kaybettiği an burjuvazi, iktidarını kaybetmiş demektir. Bu nedenle, ideolojik mücadele üzerinde titizlikle durmak gereklidir.
İşte “elveda proletarya” tarzı ideolojik mücadele tam da bunun içindir. Bugün, dünya proletaryası, “elveda” diye başlayan yazıların kendisine “elveda” demektedir. Başka örneklerini boşverin, bugünlerde ABD’de, “Amerika için komünizm tehlikesi” tartışılmaya başlanmış ise, bunun nedeni, yükselmekte olan sınıf mücadelesidir. Ve açık konuşmak gerekirse, dünya proletaryasının bir enternasyonal partisi var olmuş olsa idi, muhtemelen, “bu ne korku beyler, daha başlamadık ki” diyecekti.
Daha sınıf savaşımının yüzeye vuran dalgaları dışında, büyük bir ivme ile ileri çıktığını görmüyoruz. Buna rağmen, tüm kapitalist dünyayı “komünizm” korkusu sarmaya başlamıştır. “Tarihin sonu” diye çığlık atıp, paralar kazanan yazarlar, daha şimdiden, “aslında ben komünizm öldü demek istememiştim” demeye başlamışlardır.
Ama bu ideolojik mücadele, hâlâ, bazı aydınlarda, “eski solcu” ünvanını çok seven, bir türlü bırakmak bilmeyen çevrelerde, derin etkilere sahiptir. Hâlâ, bu çevreler, aslında proletaryanın olmadığı, canlı emek kullanılmayan, tamamen robotik üretim modelleri üzerine kafa yorarken, “acaba proletarya bitti mi” sorusunu “haklı” ve “yerinde” bir soru olarak adlandırıyorlar. Ağdalı dillerini “bilimsellik” olarak satmaya çalışıyorlar.
Sınıf kavramını bile anlamış olduklarından şüpheliyiz. İşçi sınıfı bitti ise, diyelim ki robotik üretim yapılıyor ve toplumda artık hiç çalışan yok, bu durumda üretim araçlarının sahipliği meselesi diye bir şey kalır mı? Üretim araçları, bu noktada “özel mülkiyette” nasıl kalabilir? Yoksa, insanların köle olduğu, robotların ise çalıştığı ama buna rağmen köle sahibi burjuvaların varolduğu bir dünya mı düşünüyorsunuz?
İşte size “elveda proletarya” saldırısının etkileri. Gelin de siz bu beylere, tersini anlatın. Bize işçi sınıfının sayısının göreli azalacağını anlatırlar. Teknoloji geliştikçe, 1 birim sermayeyi harekete geçiren canlı emek miktarı azalır. Bu durumda sömürü oranı yükselir ama, bu beylerin derdi bu değil. Bunlara göre, bir gün, robotlar işi devralır, o hâlde, o günden önce, bugünden, elveda proletarya diyebiliriz. Beyler, gerçekten de biz, birçok işi robotlara yaptırmak isteriz, birçok iş dalını ortadan kaldırırız, ama önce işçi sınıfının önderliğinde bir devrim ile, tüm üretim araçlarını kamulaştırıp, sömürüye son verdikten sonra. İşte o zaman, üretimde robot kullanmanın ne kadar kârlı olduğu gibi bir hesaplama metodumuz kalmaz. Kâr diye bir derdimiz kalmaz. İnsanın ihtiyaçları, toplumun ihtiyaçları diye bir derdimiz olur. Belki o gün, insanların enerjiye bakışı da değişebilir, belki birbirine karşı davranışı da, belki doğa ile ilişkilerimiz değişebilir vb.
İşte burjuva ideolojik saldırılar bu denli etkilidir.
12 Eylül’de darbe ile iktidarı alanlar, yani bugünkü rejimin oluşumunu başlatanlar, TV kanallarına çıkıp her gün, “sizi kandırdılar”, “örgüt demek tuzak demektir”, “örgüt demek emir komuta zinciridir”, “örgüt demek sizi kandırmak üzere, beyninizin yıkanmasıdır” vaazlarını verdiler. Ve bu vaazların etkisiz olduğunu söylemek doğru değildir. Bu vaazların tutmadığı tek alan Kürt hareketidir. Bugün birçok kişi, Kürt hareketinin gücünü kabul etmek zorundadır. Ama bu gücün nedeni, dayanağı, örgüt konusunda burjuva yalanları dinlemeyen kadroların varlığıdır.
Bunu sadece 12 Eylül’ün darbecileri yapmadı. Sadece dini “komünizme karşı zehir” olarak öne çıkartanlar yapmadı. Onlarla birlikte, Murat Belge gibi “solcu” ünvanından para kazananlar da yaptılar. Onlarınki daha etkili olmuştur. Belge, her forumunda, devrimcilere karşı saldırılardan geri durmadı. Ahmet Altan ve Latife Tekin, hemen yenilmiş solun “zaafları”nı romanlaştırdılar, ki çoğu kendi hayallerinin ürünüdür. Sudaki İz, Çöp Masalları vb, aslında devrimci harekete karşı yürütülen ideolojik karalama kampanyasının bir parçası oldular.
Özelleştirmeyi ele alın. Burjuvazi dünya çapında, “özelleştirme”, “serbest piyasa” vurguları ile, işçi sınıfına karşı ideolojik bir savaşa girdi. Toplumun önde gelenleri bu ideolojik saldırının etkisi altında, kamu mülkiyetine ait işletmelerin yağmalanmasına alkış tuttular. Ülkede tarımdan söz eden, bugünkü politikaları eleştiren herkesin, o günlerde hangi kampta yer aldıklarına bakmakta yarar vardır. Bu bir yağma ekonomisidir ve öyle de uygulanmıştır. Ülkemizi örnek alırsak, artık alüminyum fabrikası yok, artık kâğıt fabrikaları, tekel, şeker fabrikaları ve daha başkaları yok. Ve şimdi, TC devleti, Çin’den ithal edilecek ürünlere karşı %25 ilave vergiler koymaktadır. Amerikalıların emirleri, kendi ülkelerinden önce bizde uygulanmaktadır. Hani serbest piyasa, ne oldu?
İdeolojik mücadelenin etkili alanlarından biri örgütlenmedir.
12 Eylül’den bu yana, tüm toplumsal alanda, örgütlenmek, sadece devlete ait bir hak olarak var edildi. Devlet, her gün yeni “özel timler”, yeni “özel kuvvetler”, yeni “Ergenekonlar” vb. örgütledi. Ama, tüm topluma, örgütlenmek suçtur, örgüt başkasına tabi olmaktır, örgütlenmek kandırılmaktır, örgütlenmek “kafanın yıkanmasıdır” vb. verildi. Tüm burjuva medya bunun için devrede oldu.
Tek çete örgütlenmelerine olanak verildi.
Yağma ekonomisi, rant ekonomisi ve savaş ekonomisi ile birleştikçe, her yerde çeteler ortaya çıktı. Pelikan çetesinden mi söz edelim, yoksa Bilal çetelerinden mi, Soylu çetelerinden mi söz edelim, yoksa Cengiz inşaat çetelerinden mi, mafya çetelerinden mi söz edelim, yoksa cemaat çetelerinden mi? Her alanda çeteleri örgütleyenler, halka, örgütlenmek suçtur, kandırılmaktır, terör faaliyetidir vb. öğütlerini verdiler.
Bu, örgüt ve örgütlenme düşmanlığı, bir sınıra geldi.
Ve işte bu noktada, burjuva aydınlar, çeşitli faaliyetler için geliştirdikleri organizasyonlara uygun bir ad buldular: STK. Böylece kendilerini halk örgütlenmelerinden ayırma olanağı da elde ettiler. Diyelim ki, çocuk gelinler için bir şeyler yapacak bir zengin kadın kulübü, kendini STK olarak adlandırdı. Böylece, onun faaliyetinin “terör örgütüne yataklık” olarak algılanmamasını da garantiye almış oldular. Sanat severler (keşke sanatı bunlar sevmemiş olsa) dernekleri, kuş severler dernekleri, çeşitli çıkar gruplarının faaliyetlerini örtme organizasyonları, mason dernekleri vb. bu STK adını kolayca ve hızla kabul ettiler.
Sonra devreye Murat Belge türünden olanların girmesi zamanı geldi ve STK kavramı, kendileri zaten büyük ölçüde yok edilmiş olan “Demokratik Kitle Örgütleri” kavramının yerine geçmeye başladı.
İşçi sınıfının siyasal ve ideolojik mücadelesi için, onun bir devrimci partisi olması gerekir. İşçi sınıfının devrimci partisi, elbette bir kitle örgütü değildir. Bu parti, gönüllüler birliğidir ve amacı, sosyalist devrim yolu ile, ülkede ve dünyada devrimi zafere ulaştırmak üzere, işçi sınıfının en ileri unsurlarını, işçi sınıfının öncüsü olarak örgütlemektir. Bu parti, disiplinli, hatta çelik disiplinli bir gönüllüler birliğidir. Profesyonelce savaşmayı görev edinmiş, kendini işçi sınıfının ve devrimin zaferine adamış bir gönüllüler birliği.
Oysa işçi sınıfının bu siyasal mücadelesi dışında, günlük hakları için, ekonomik hakları için mücadele edeceği, geniş işçi yığınlarını bir araya getiren, demokratik kitle örgütlerine ihtiyacı vardır. Sendikalar, işçi sınıfının demokratik kitle örgütleridir. Sendika, en başta bir işçi örgütüdür. Amacı, işçilerin ekonomik ve sosyal haklarını savunmak, patronun karşısında bir toplu sözleşme tarafı olarak yer almak, işçilerin eğitilmesini sağlamaktır. Sendika bir işçi örgütüdür. Sendika, bir kitle örgütüdür. İçinde farklı siyasal eğilimlere sahip, farklı inançlara sahip işçiler doğal olarak var olurlar. Bu nedenle bir kitle örgütüdür. Ve elbette demokratik bir kitle örgütüdür. Aşağıdan yukarıya örgütlenir. fabrikalarda işyeri temsilcilikleri kurulur ve bunlar fabrikalardaki işçiler tarafından seçilir, öyle de görevinden alınır. Sendikaların işyeri temsilcilikleri çok önemli görünmektedir. Çünkü, bugün, birçok sendika işyeri temsilciliği sistemini hayata geçirmemektedir. Elbette birçok sendika zaten işçi sendikası da değildir, artık patronun, devletin sendikaları hâline gelmiştir. Ama işçi sendikası olmaya devam eden sendikaların işyeri temsilciliği sistemini hayata geçirmeleri hayatî önemdedir. Sendikanın gücü, tabana dayanır. Bu ise işyeri örgütlenmesinden geçer.
İşte sendikaya STK dediniz mi, ne işyeri örgütlenmesi kalır, ne demokratik kitle örgütlenmesi. Demokratik kitle örgütü dediğiniz zaman, sendikanın hem işleyişini, hem de kapsamını ortaya koydunuz demektir. Sendika bir geniş işçi örgütüdür, örgütlenme alanı fabrikalar, işyerleridir. Bunu es geçtiniz mi, sendikanın ayakta kalma olanağı kalmaz.
Benzer bir biçimde, öğrenci gençlik örgütlenmesinden de söz ettiğimiz zaman, demokratik kitle örgütlenmesinden söz ediyoruz demektir. Yoksa, biz, devrimci öğrenciler olarak örgütleneceksek, bunun geniş kitlesel bir örgütlenme olmayacağı açıktır.
Demokratik kitle örgütü, kitlenin günlük sorunları etrafında örgütlenir. Bilimsel ve özgür bir üniversite mücadelesi, elbette öğrencilerin günlük olarak bulundukları alanda, geniş bir öğrenci örgütlenmesini gerektirir. Bu öğrenci örgütlenmesi, en başta, mesela paralı eğitime son vermek, mesela öğrencinin bir müşteri ve nesne olmasını reddetmek, eğitimle ilgili karar süreçlerine öğrenci temsilcileri aracılığı ile aktif olarak katılmak vb. üzerinden örgütlenmelidir. Çeşitli seçimlerde, hemen her burjuva parti, öğrencilere burs verilmesi vb. üzerinden vaatler sıralamaktadır. Bunun nedeni oy talebidir. Oy alabilmek için, en canlı soruna dokunmak istiyorlar. Biri ayda 500 TL veririm diyor, diğeri 600 TL veririm diyor. Aslında, öğrencilerin talebi farklıdır: Eğitim tamamen ücretsiz olmalıdır. Ne harç, ne haraç, ne kitap parası vb. Hatta, öğrenciler, okula verilen bütçenin yönetiminde söz sahibi olmalıdır. Belki o zaman laboratuarları olur, belki o zaman sosyal tesisleri olur, belki o zaman üniversiteler holdinglere iş yapanların arka bahçesi olmaktan çıkar. Elbette öğrencilerin bir başka talebi, öğrencinin nesne olmaktan çıkarılması ve eğitimin bilimsel temeller üzerine dayandırılmasıdır. Öğrenciler, üniversite yönetimine, sözde değil, açık ve net bir biçimde katılmalıdır.
İşte demokratik kitle örgütü dediğimiz zaman anlamamız gerekenler bunlardır. Elbette bir dernek, demokratik bir kitle örgütü olarak organize edilebilir, edilmelidir.
Devletin, her kurumun içine girdiği, her derneği kendine bağlamanın yollarını aradığı, kendi denetimi dışındaki dernekleri kapattığı bir ortamda, STK diye bir şey kalır mı? Sivil Toplum Kuruluşları diyorlar, mesela “insan hakları derneği” mi? Hayır. İnsan hakları derneği; ya devletin gizli açık devreye girdiği bir kurumdur ya da işçi ve emekçilerin mücadelesinden yana bir kurumdur. Başkası da olmuyor.
Toplumsal mücadelenin her alanında, toplumun en geniş kesimlerini kucaklayacak demokratik kitle örgütlerinin gelişmesi, tüm toplumun nefes almasını da sağlayacaktır.
Devrim, elbette toplumsal mücadelenin zirvesidir, ama demokratik kitle örgütleri, bu devrimci dönüşümde, hem devrimden önce, hem de devrimden sonra önemli roller üstlenirler. Örgütlü toplum, kuşku yok ki, daha bilinçli bir toplum demektir.
Gelişen demokratik kitle örgütleri, kitlelerin mücadeleyi öğrendikleri, kendilerini, bulundukları sınıfı ve karşısındakileri yakından tanımaya başladıkları yerlerdir. Sınıf mücadelesinde oldukça büyük öneme sahiptirler. Birçok örgütlenme biçimi, devrim öncesinde de, ama devrim sonrasında da etkili olmaya adaydır.
Biz öncelikle, STK sözünü bir yana bırakmalı, dostlarımıza da bunu önermeliyiz. Örgüt ve örgütlü mücadeleye karşı girişilen, yıllardır etkili olan burjuva ideolojik kampanyayı tersine çevirmeliyiz. “Demokratik Kitle Örgütü” kavramını kullanmakla işe başlayabiliriz.
Kitlesel bir hareketi hedefleyen, kitlelerin en geniş çıkarları etrafında örgütlenmeyi hedefleyen bir örgütlenmenin, kendini açık ifade etmesi gereklidir.
Bir sendika, kendini hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde açık olarak işçi örgütü olarak ilan etmelidir. Devletin karşısında “biz STK’yız” demek, kendini iki arada bir derede ifade etmektir. Açık ve net olarak, sınıf mücadelesinde, her örgütün kendini net olarak ifade etmesi gereklidir. Örgütlenmenin yolu da buradan geçmektedir.
Kuşku yok ki, işçi sınıfının sınıf çıkarlarını her şart ve koşul altında savunacak bir devrimci partisi olmalıdır. Bu, işçi sınıfının siyasal ve ideolojik mücadelesi için olmazsa olmazdır. Başka türlü, işçi sınıfı burjuvazinin egemenliğine son veremez, iktidarı alamaz. Burjuvazinin devleti ne ise, işçi sınıfının siyasal örgütü, devrimci partisi de işçi sınıfı için odur. Ama devrim, sadece ve sadece, burjuva devletle, işçi sınıfının devrimci partisi arasındaki mücadele ile gelişmez. Kitleler, kendi günlük istemleri doğrultusunda mücadele ederek öğrenir, öylece kendini tanır, öylece olup biteni anlamaya başlarlar.
Kitle örgütlenmeleri, sosyalizmi öğrenmenin okuludurlar.