Malya ovasına çocukları ve hayvanlarıyla gelen kahraman kadın ve erkeklerin anısına sonsuz saygıyla, hayranlıkla
A- Giriş
Tarih yazımı, egemen sınıfın egemenliğinin kabul ettirilmesi için egemenlerin kendi tarihinin kaydının tutulması ve diğerlerinin yok sayılması, manipüle edilmesi üzerine inşa edilmiştir. Ezilenler ise kendi tarihlerini daha çok sözlü aktarım yolu ile aktarmışlardır. Ondan dolayıdır ki, kendi tarihimizi yazmak, gelecek kuşaklara aktarmak için yapılan çalışmalara rağmen tarih üzerine yapılacak çalışmalar hâlâ bir görev olarak devrimcilerin önünde durmaktadır.
Babaî Ayaklanması, Anadolu tarihinde etkisi itibari ile en güçlü ayaklanmalardan biri olmasına rağmen belki de üzerinde en az bilgiye sahip olduklarımızdan biridir. En güçlülerinden biridir diyoruz çünkü yenilmesine, iktidarı alamamasına rağmen Anadolu Selçuk Devleti’nin yıkılmasını sağlamıştır.
Babaî Ayaklanması hakkında ulaşabildiğimiz çok fazla kaynak maalesef yok. Var olan kaynakların bir çoğu ise Anadolu Selçuklu Devleti’nin tarih yazıcısı İbn Bibi’yi referans alarak hazırlanmış kaynaklar. İbn Bibi gerek annesi gerek babası sarayda görev almış sarayda büyümüş bir saray tarihçisidir. Gordlevski “Kuşkusuz, Vakayiname, feodal zümrenin çıkarlarını yansıtmaktadır.”[1] diyerek durumu açıklamaktadır. 15. yy Osmanlı tarih yazıcısı “Yazıcıoğlu Ali” İbni Bibi’nin eserlerini redakte ederek (tahrif de diyebiliriz) Osmanlı’yı Selçuklu’ya ve Oğuz’a dayandıracak argüman olarak kullanmıştır. Sınıflı toplumların sürekliliğini kavradığımızda burjuva tarih yazımında İbn Bibi’ye dayanmanın dayanılmaz cazibesi daha iyi anlaşılmaktadır.
Ancak henüz ortaya çıkmamış kaynakların olduğunu varsayarak çalışmalardaki sürekliliği sağlamak derinleşmek daha önemli hâle gelmektedir. ”… aslında ortaya çıkmamış, ama onlar (resmî tarihçiler, solcusu sağcısı ile) tarafından bilinen daha çok bilgi vardır.”[2] Deniz Adalı yine aynı eserin aynı bölümünde “egemenler neyi es geçiyorlarsa onu incelemek görevimizdir” diyerek Babaî Ayaklanması’nı incelemenin biz ezilenler için bir görev olduğundan bahsetmekte.
Bu deneme böylesi bir çabanın ürünü olarak hazırlanmıştır. Aynı zamanda Babaî Ayaklanması hakkında temel eğitim notları olarak kurgulanmıştır. Bu notlar aracılığı ile bulunduğumuz tüm topluluklarda tartışma yürütmek isteyen kolaylaştırıcı gönüllü arkadaşlara kolaylık sağlanması hedeflenmiştir. Bir tarih yazımından ziyade bir hatırlama, hatırda tutma çabasıdır bu notlar. Ancak paylaşıldığı ve yayıldığı oranda karşılığını alacaktır. Dolayısıyla üzerinde tartışılması, değiştirilmesi- eleştirilmesi ve genişletilmesi hususunda tüm önerilere açık bir çalışmadır.
Bugün hâlen birçok kaynağa ulaşılamadığı aşikâr. Ve bu alanda derinleşebilecek donanımdan, en azından bizler, maalesef hâlâ uzağız. Ancak ezilenlerin kendi tarihini hatırda sürekli tutmak, düzenli olarak gündemleştirebilmek adına bu ve benzeri çalışmalara, sistematik eğitimler yapılmasına fazlaca ihtiyaç olduğunu düşünmekteyim.
Bu çalışmada yararlandığım kaynaklar olarak, Gordlevski’nin “Anadolu Selçuklu Devleti” (Onur Yayınları, 1. Baskı) ve Ahmet Yaşar Ocak’ın “Babaîler İsyanı” (Dergâh Yayınları, 5. Baskı) kitaplarını, ulaşabildiğim ve “ana kaynaklara!” atıfta bulunan en kapsamlı kaynaklar olarak esas aldım. Ayrıca Deniz Adalı’nın “Anadolu, Dün, Bugün, Yarın, Tarih ve Devrim” (Kaldıraç Yayınevi, 1. Baskı) kitabı üzerinden genel perspektifin oluşturulması ve diğer yan kaynaklara atıflar için faydalandım. Bütün çalışmada temel olarak bu 3 kaynak kullanılmıştır.
B- Ayaklanmayı hazırlayan koşullar
1- Daha önceki ayaklanmaların etkileri
Burjuva tarih yazımı tarihsel olayları birbirinden kopuk zamanın ve mekânın sürekliliğinden koparılmış dilimlere bölünmüş hâli ile aktarmaktadır. Burjuva tarih yazımı bu şekilde olsa da tarihin yaşandığı hâli ile kendisi için bunu iddia etmek elbette olanaklı değildir.
Anadolu coğrafî olarak Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanların tam ortasında yer almakta olup bu bölgelerdeki tüm gelişmelerden doğrudan etkilenmiştir. Tersiyle Anadolu’daki gelişmeler de tüm bölgeye etkisi olmuştur. Dolayısıyla ezilenlerin tarihini anlama çabasında olan bir çalışmada bölgemizdeki tüm ayaklanmalar üzerine düşünmek, çalışmak kaçınılmazlık hâline gelmektedir.
Babaî Ayaklanması’nın öncülleri diyebileceğimiz coğrafyamızdaki belli başlı ayaklanmalara kısaca bir bakmakta fayda var. Hem eylemlilik hem örgütlenme hem de ideolojik olarak birbirinden beslenmiş ve gelişmişlerdir (Not: Aşağıdaki bilgiler wikipedia ve İslam Ansiklopedisi’nden derlenmiştir).
Mazdek İsyanı: MS 5. ve 6. yüzyıllarda bugünkü İran-Irak coğrafyasında gerçekleşmiştir. Mazdek ve taraftarları yeryüzündeki tüm malların insanlar arasında hakça, eşit bir şekilde bölüşülmesini savunmuşlardır. Zenginlerin mallarına el koymayı ve yoksul kesimle bölüşeceklerini ileri sürmüş ve ayaklanmışlardır. Mazdek hareketi için özel mülkiyete karşı olması sebebi ile ilk komünist hareketlerden birisi bu nedenle denilmektedir.
El-Mukanna Ayaklanması: MS 770 ve devamında bugünkü Irak toprakları bölgedeki Arap sömürgeciliği ve İslamlaştırma siyasetine dair yaklaşık 20 yıl süren isyan. Etkisi öyle büyüktü ki, dönemin Abbasi halifesi Mehdi’yi bile “İslâm’ın ortadan kalkacağı ve bütün cihana Mukanna‘nın dininin yayılacağı” korkusuna kapılmasını sağlamıştı. Mukanna hareketi bastırıldığında bir kalede sıkışan sayısı 2000 civarı olduğu söylenen isyancılar teslim olmak yerine kendilerini ateşe atarak hayatlarına son vermişlerdir.
Babek Ayaklanması: MS 816-838 yılları arasında bugünkü Azerbaycan toprakları üzerinde gerçekleşen ayaklanma Hürremiler Hareketi’nin önderliğini yapan Babek Hürremi tarafından Abbasi devletinin işgal ve sömürü faaliyetlerine karşı gerçekleştirilmiş bir özgürlük hareketidir. Babek’in verdiği zarar ve etki, Abbasilerin yıkılış sebepleri arasında sayılmıştır. Abbasi devleti yaklaşık 500 bin kayıp vermiştir.
Siyah Öfke: Siyah Kölelerin İsyanı 869-883 bugünkü Irak topraklarında gerçekleşmiş ve yaklaşık 300 bin köleden oluşan isyancılar, Fırat ve Dicle’den açılan balta girmemiş ormanların ve sazlıklarla kaplı bataklığın ortasına kurdukları “Muhtâra” adlı başkentlerinden gönderdikleri ordularla Abbasi ordularını pek çok defa bozguna uğrattılar. Hatta başkent Bağdat yakınlarına kadar ilerlediler. Basra, Übülle, Ehvaz’ı 15 yıl boyunca ellerinde tuttular, buralardan vergi toplayıp bu bölgelere idareciler atadılar. İsyan sonunda öldürülen isyancı sayısının 500 bin ile 2,5 milyon olarak tahmin etmektedirler.
Anlaşılan o ki ayaklanma batıda gerçekleşmeyince bilinmesi ve öğrenilmesi zor oluyor. Hâlbuki anlaşıldığı üzere isyancı kölelerin devlet ve ordu kurdukları görünmekte.
Karmatiler/İslam’ın komünist yorumu: 10. yüzyılda Basra Körfezi çevresinde ortaya çıkan bir toplumsal hareket. Bu hareket de Mazdek hareketinden esinlenmiştir diyebiliriz. Özel mülkiyetin ortadan kaldırılarak, ortak mülkiyete dayalı bir toplumsal örgütlenmeyi amaçlamış ve gerçekleştirmiştir. Karmatîlik, 10. yüzyılın başlarına kadar El-Sevâd ve Suriye’ye yayılmış ve 903’te Şam’ı kuşatmıştır. Ancak 907’de Abbasîler tarafından bastırılmıştır. Mekke’yi kuşatıp Hacerül Esvede dahi el koymuşlardır.
Bu isyanlara ek olarak elbette daha fazla isyan eklenebilir sayılabilir. Ancak konumuz açısından sürekliliğin kavranması için yeterli olduğunu düşünmekteyim.
Babaî Ayaklanması öncesi özellikle bugünkü Suriye, Irak, İran, Azerbaycan bölgelerinde gerçekleşen Emevi ve Abbasi işgal ve sömürgeciliğine karşı büyük ayaklanmaların gerçekleştiğini görmekteyiz. İşgalcilerin ideolojisi İslam’ı yaymak olarak kendini göstermekte iken isyancıların ideolojisi İslam öncesi ortaklaşa toplumlara dair inanışlar -ki sapkın inançlar olarak adlandırılmaktadır günümüzde de- ya da görünüşte İslam’ın Batıni yorumuna dayalı inanışlardır. Bu anlamıyla Babaî Ayaklanması’nın düşünsel zenginliğini ve bugünkü Alevi-Kızılbaş inancının şekillenişini bahsedilen isyanlarda aramak mümkündür.
İdeolojik olarak isyan hareketleri birbirini besleyerek yayılmıştır. Örneğin Anadolu’daki Babaî hareketinin 10. yüzyılda Enel Hak (ben Allah’ım) diyen ve Bağdat’ta işkence ile öldürülen Hallacı Mansur’dan ideolojik olarak etkilenmediğini asla söyleyemeyiz. Alevi-Kızılbaş geleneğindeki bugün hâlen devam eden “Dar-ı Mansur”u bu şekilde anlamalıyız. Hallacı Mansur’u kışkırtıcılıktan yargılayanlara “Halkı sultanlardan başka hiç kimse kışkırtamaz. Çünkü halkı aç bırakan, köleleştiren onlardır,” diyerek halk isyanlarının genel felsefesini açıklamıştır Mansur.
2- Ayaklanma öncesi Anadolu’daki genel durum (ekonomik-sosyal-siyasal)
Biz Marksistler açısından konu aslında olabildiğince açık. Sınıflı toplumların tarihine sınıf savaşımları damgasını vurmuştur. Bu, köleci toplumların ortaya çıkışından itibaren böyledir. Bu elbette biz böyle söylediğimizden dolayı olagelen bir durum değildir. Olageleni kendi sınıfımızdan doğru anlama çabamızın bizi getirdiği yer burasıdır. Yukarda da bahsettiğimiz gibi, ortaklaşa yaşam, adalet arayışını esas alan eşitlikçi bir düzen isteyenlerin isyanları, insanın insan ile çelişkisinden ortaya çıkan ve ona son vermeyi amaçlayan isyanlardır.
Biz ezilenlerin tarihini elbette ezenler yazacak değil. Bundan elbette hayıflanarak söz etmiyoruz. Sadece ve sadece elimizdeki sınırlı kaynaklar ve olanaksızlıklar ile kendi tarihimizi anlamaya öğrenmeye çalışıyoruz. Çalışıyoruz çünkü geleceğimizi kurarken geçmişimizi anlamak kaçınılmaz bir görev olarak önümüzde durmakta. Resmî tarih yazıcıları “… W.A. Gordlevski Baba Resûl isyanını sadece iktisadî sebeplere bağlı olarak ele alır ve bunun bir köylü ayaklanması olduğunu iddia eder.”[3] cümlesinde olduğu gibi “iddia ederler ama yok öyle şeyler” tadında yazacaklardır.
Ahmet Yaşar Ocak’ın ilgili çalışması incelendiğinde görülecektir ki, Babaî Ayaklanması’nın sınıfsal bir savaş olmadığını kanıtlamak üzere Marksist tarihçileri temsilen Gordlevski’ye cevaben yazılmaya çalışılmıştır. Bir önlem alma eseridir. Elbette ekonomik zorluklar, yaşanan baskı vb.nin etkisinin inkâr edilemezliği eserde zarurî olarak anlatılır.
Resmî tarihçilerin yazım formülü zannedersem şu şekilde oluyor:
Cahil köylüler + kendini peygamber/mehdi ilan eden babaların sultanlık hevesleri + iyi niyetli Türkmenlerin kurban edilmesi = keşke olmasaydı da, Selçuklular zayıf düşmeseydi de, Moğollar Selçukluları yıkmasaydı.
Eseri kıymetli kılan ulaşılan bilgi ve kaynakların muazzamlığı ancak o bilginin egemen ideoloji için kullanılma çabası karşısında büyüklüğün hükmü etkisini yitirmekte.
“Daha Anadolu’da yaptıkları ilk fetihlerden itibaren Selçuklular, vaktiyle Horasan’a indiklerinde zengin toprak sahipleriyle halk kitleleri arasında gördükleri büyük uçurumu, Bizans aristokrat toprak sahipleriyle yerli ahali arasında da gördüler. Bu sebeple herhangi sosyal bir krizden sakınmak maksadıyla, kendi geleneklerine uygun olan mîrî toprak rejimi ile askerî iktâlar sistemini uygulamaya başladılar. Hatta XIII. yüzyıla kadar feodal sistemin oluşmasına da engel olabildiler.”[4]
Aslında Selçuklular feodal sistemin kötülüklerini görüp ona karşı direnmeye çalıştılar, demek istiyor yazar. İnsan hâliyle “bak sen!” demekten kendini alamıyor. Bilim maalesef egemen ideolojinin sınırlarına dayandığında feodalizme direnen Selçuklu’yu icat etmek de zor olmasa gerek.
Selçuklu’nun toprağa dayalı üretim yaklaşımı mîrî arazi yani bugünkü kullanıldığı anlamı ile devlet arazileri ile iktâ sisteminin birlikte kullanımıdır. Anadolu’ya ilk girildiği dönemde göçebe halka toprak dağıtılması Anadolu’da yaşayan köylülerin topraklarının mîrî araziye çevrilmesi ve zamanla iktâ sistemine geçilmesi devletin kendini var etme ve toprağa yerleşme süreçleridir. Mîrî arazi sistemi giderek yurtluğa dönüşerek babadan oğula geçer hâle gelmektedir. Bu bir direnmeden öte bir süreçtir. Selçuklular Anadolu’ya geldiklerinde zaten toprağın özel mülkiyeti ile karşılaşmış ve bu konuda başta uç beylikleri olmak üzere toprağın örgütlenişini değiştirmişlerdir. Kaldı ki mîrî arazinin halkın ortak kullanımına değil de başta ordunun beslenmesi amacıyla feodallere bırakılması, mîrî arazi üzerinde yaratılmak istenen kutsal peçeyi hâliyle kaldırmaktadır.
“Böylece, halifeden sultana, zengin feodalden küçük timar sahibine kadar her şey, düzgün hiyerarşik bir unvan sayısı merdivenini ortaya koyuyor.
“Boy başkanı, subaşı, han olan Selçuklu sultanı, bir merkezî hükümdara dönüşmüş. Küçük Asya’da hayvancılıkla uğraşan boyların birliğinden, sonuçta, bir feodal devlet kurulmuştur.”[5]
Sürekli içeride savaşlar, dışarıda Moğol tehdidi altında bağları esnek de olsa bir feodal devletten rahatlıkla söz edebiliyoruz. Özellikle sultanın gücünün zayıfladığı zamanlarda feodal beylerin giderek artan gücü daha gözle görünür hâle geliyordu. Örneğin Sultan 1. Alaaddin Keykubad’ın ölümünden önce, her iki taraf (feodal beyler ile sultan) veliahtlık konusunda İzzeddin için anlaştılarsa da feodal beyler 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’i tahta geçirmişlerdir. Asıl olan feodallerin sınıfsal çıkarlarıydı.
Yeri gelmişken Gordlevski ilgili eserinde Anadolu’daki derebeylik düzenine ilişkin kapsamlı bir çalışma yapılmasının vaktinin geldiğinden bahsetmekte. Resmî tarih yazımında sultan ve padişahların ön planda tutulduğu ve devletin bütünüyle özdeşleştirildiği de düşünülürse Anadolu’daki derebeylerin incelenmesi de başlı başına bir konu olarak yerli yerinde durmakta. Yoksa resmî tarih yazıcıları “Osmanlı’da feodalite var mıydı, hayır yoktu” soru cevaplarıyla boşluk üzerinden hareket etmekteler.
13. yy’a gelindiğinde Selçuklu sarayının şatafatı, muktedirliği giderek yerini korku ve saldırganlığa bırakmaktaydı. Bunda özellikle dışarıda Moğol baskısı belirginken, içeride de yoksul köylülerin sefalet içinde yaşamasına bağlı olarak artan huzursuzluk ve itirazlar belirleyici idi. Selçuklu sarayı öyle bir hâle gelmişti ki entrikalar, siyasi cinayetler, darbeler artık olağan olaylar olarak karşılanmaktaydı. Şehzadeler sürekli sürgüne, cezaevlerine gönderilmekteydi. Özellikle “Muineddin Pervane” etrafında cereyan eden olayları esas alırsak dönemi bu yönüyle daha iyi anlayabiliriz.
Toprağa bağlı sömürü bu şekilde iken bir taraftan da Moğol baskısı ile Anadolu sürekli göç almaya, bu yoğunlaşan nüfusa bağlı olarak giderek ekonomik koşulların köylüler açısından kötüleşmesine neden olmaktaydı. Bu durum, “köylüleri, barış zamanında, feodal için çalışmaya, savaş zamanında, onun uğrunda kan dökmeye zorluyordu.”[6]
İşte bu koşullar altında, feodaller ile köylüler arasındaki çatışma da derinleşmektedir. Feodaller giderek kendilerine daha korunaklı, tahkim edilmiş kaleler inşa etmeye başlamışlardır. Hâliyle her an bir ayaklanma beklentisi içindeydiler. “Sultanın haraçları feodaller tarafından, fazlasıyla, durumları gittikçe kötüleşen köylülere ödetiliyordu.”[7] diyerek Gordlevski dönemi bize resmetmektedir.
Üretimin temelinde köylü emeği vardır ancak köle emeği de hatırı sayılır bir şekilde kullanılmaktadır. Kölelik tartışmaları resmî tarihte neredeyse yok sayılmakta saklanamaz olanı da sevimli hâle getirilmektedir. Harem böyle bir konudur. Özellikle ev işlerinde köle emeği yakın tarihe kadar Anadolu’da yaygın bir şekilde kullanılmaktaydı. Hatırlayanlar bilir 80’li yıllarda bir TRT dizisinde Arap Bacı karakteri aslında bir ev kölesini resmetmektedir ve yakın zamana kadar zenginlerin evlerinde hizmet etmişlerdir. İşte ev içi köle emeğinin kullanımı bu kadar yaygındı. Ancak yine de üretimin temelinde köylü emeği vardır.
Benzer bir biçimde dinsel feodaller de müridlerinin emeğini karın tokluğuna kullanarak bedava işgücü hâline getirebiliyorlardı.
Fethedilen ülkelerden getirilen özellikle Hıristiyan halk köleleştirilerek toprakta kullanılıyor ve köle topluluğuna dönüşüyordu.
“Abulfeda’nın yazdığına göre, Akdeniz kıyısında, Antalya yakınında yaşayan Türkmenler, Hıristiyan çocuklarını kaçırıyor ve bunları Müslümanlara satıyorlardı; burada, kuşkusuz, ülke dışına, Mısır’da bir yerlere, Memlüklere satış söz konusudur. Ama, kolay zenginleşme sağlayan bu uğraş, ülke içinde de ileri boyutlardaydı.”[8] Köle ticareti büyük kârlar sağlayan bir ticaret biçimi olarak gerek savaş zamanı gerekse de barış zamanı kendini var ediyordu.
Dönemin seyyahı İbni Batuta Anadolu’yu dolaşmıştır ve hakkında Gordlevski şöyle yazar: “önyargısız yaptığı gözlemleri, büyük önem taşımaktadır. Tarafsız insan, genellikle, Küçük Asya’da yaşayanların sustuğu şeyleri görüyor. İbni – Bibi ve Aflâkî, her günkü yaşam biçimine bakmışlar, İbni – Batûta ise, Küçük Asya’da seyahat ederken, bir yabancıyı şaşırtan noktaları ön plana çıkarmıştır.”[9]
Batuta, seyahatleri sırasında her ihtiyaç duydukça köle satın almıştır. İzmir’de bir cüce hediye edilmiş, Selçuk’ta genç bir Rum kadın almış, Balıkesir’de köle Margarita’yı satın almış. Demek ki ihtiyaç duyduğu her yerde köle satın alabileceği bir pazar yeri rahatlıkla bulabiliyordu. Ve yeri geliyordu bir kölenin fiyatı bir keklik fiyatı kadar düşebiliyordu.
Ancak bize anlatılan Anadolu tarihinde maalesef bu gerçekler sümen altı edilerek anlatılmış, bolluk ve cennet içinde yaşayan insanlar resmedilmiştir. Öyle ki insanların ayaklanması karşısında sapkın ilan edilmelerine sessizce destek verilmiştir.
Diğer taraftansa Anadolu’daki köylüler ağır vergi yüküyle karşı karşıya idiler. Gordlevski’nin aktarımı ile 1184 yılında Suriye’de bulunmuş İbn Cubeyr haçlı topraklarında köylülerin ürünlerin yarısını vergi olarak verdiklerini ancak Anadolu’daki köylülerin daha fazla vergi ödediklerini belirtmektedir. Bu ağır kölece bir çalışmaydı ve köylülük bu hukuksuzluk ve baskıya bir yere kadar dayanıyordu.
“Barış zamanında, köylülük hukuksuzluğa ve baskıya sessizce dayanıyordu, ama feodal sınıfın temsilcisi safyürek vakanüviste (İbni Bibi’yi kastediyor yazar), her yanda sessizlik ve bolluk varmış gibi görünüyordu. Ama, köylülüğün esenliği, kuşkusuz, görüntüsel, düşseldi.”[10]
C- Baba İlyas ve Baba İshak üzerine
Resmî tarih Babaîliği, İslam’ın heterodoks hâli olarak yorumlamaktadır. Aslında sapkın, büyücü, sahtekâr bir hareket tanımlamalarına daha sıklıkla maruz kalmaktadır. En azından resmî tarihçi akademisyenler ayaklanmanın bir yönüyle sistem dışına çıkmasına da izin vermemek adına heteredoks tanımlamasını yapmaktalar. Bütün hareketin ideolojik alt yapısını İslam içinde tanımlamak isteği ağır gelmektedir. Hâlbuki ayaklanmanın ideolojik altyapısını incelediğimizde “İslam’ın heterodoks yorumu” maalesef hafif kalmaktadır.
Yukarıda Babaî Ayaklanması’nın ekonomik altyapısına kısaca göz attık. Babaî Ayaklanması’nın bu altyapı üzerinden yükselen ideolojik şekillenişine de kısaca bakmakta yarar var.
Konuyu ilk kez inceleyenler, görüntüsel olarak mehdi-kurtarıcı kültürü ile kendini var eden bir yapıya sahip olduğunu görmektedir. Kurtarıcı inancını Ortadoğu halklarının İslam’dan da önce binlerce yıllık inançları içinde şekillendirdiği bir gerçekliktir ve bugün dahi yaşayışımızda yerini korumaktadır.
Ezilenlerin mücadele tarihi incelendiğinde o kadar çok benzer örnek vardır ki bütün mücadele birkaç kişiliğin üzerinde somutlaştırılmaktadır. Ancak hiçbir kurtarıcı kurtarıcıyım diye yola çıkmamış, yürüdüğü yol onu şekillendirmiştir. Kahraman olmak için yola çıkanlar maalesef ancak şaklaban olmuşlardır. O nedenle “kendini kurtarıcı ilan etti” “kendini peygamber ilan etti” cümleleri en iyi niyetle mücadeleyi anlamamak, konuyu önemsememek ya da propaganda içeren kötü niyetli yakıştırmalardır.
Diğer taraftan İslam’ın özellikle Abbasiler ile yoğunlaşan bir şekilde, zor yolu ile Ortadoğu, Kafkaslar ve sonra Anadolu’ya yayılma çabası bu yayılışa karşı gösterilen direnişi yukardaki geçmiş ayaklanmaları incelerken görmüştük.
Yayılmacılar, sömürgeciliğin kılıfı olarak yani ideoloji olarak “İslam’ı yaymak” olarak tariflendirince, işgale karşı direnenler hâliyle ortaklaşa yaşamdan kalma geleneksel inançlarını direniş kültürü ile beslemişlerdir. Bu çerçevede oluşan İslam karşıtlığı geleneksel inançlar ile bütünleşmiş ve özellikle göçler yoluyla Anadolu’ya gelenlerin bir yandan da yerleşik inançlarla buluşması sonucunda kendine has, merkezinde insan olan, ezilen yoksul halkın yaşamını kültürünü esas alan inanışların şekillenmesine olanak tanımıştır.
Özellikle ayaklananların yenilgisi sonrasında bir noktada görünüşte İslam’a benzeyen ama İslam’dan farklı kendine has inanışlar topraklarımızda şekillenmiş ve bugüne kadar özellikle Kızılbaş Alevi inancı olarak kendini korumuştur. Kızılbaş Alevilerin 4 kapı 40 makam örgütlenişleri kanımca bunu anlatmaktadır. Bu kendini koruma ve saklanmayı esas alan örgütlenmenin izlerini Hristiyanlığın yayıldığı dönemde pagan inanışlar olarak tarif edilen inanışlar içinde de görmek mümkün.
İşte tam da bu noktada kendi yaşam biçimine uygun olan inancını egemenden korumak ve zora baskıya rağmen yaşatmak adına sırları olan mistik bir inanca doğru evrilmesi ile süreç tamamlanmıştır diyebiliriz.
Babaî Ayaklanması’nın ortaya çıktığı koşullarda ezilenler kendi ideolojilerini de şekillendirmekteydiler. Hallacı Mansur’un “Enel Hak” çıkışı, Hacı Bektaş Veli’ye de atfedilen “don değiştirme” yeteneği, Pir Sultan Abdal’ın “sır olup yeniden doğması” gibi, doğanın ve toplumsal hareketin yasalarının önderlerde somutlanıp onlara atfedilmesi ilk elden akla gelen örnekler olarak gösterilebilir.
Ayaklanma, Baba İlyas ve Baba İshak’ın üzerine yıllarca çalıştıkları planlı ve oldukça güçlü bir ayaklanmadır. Uzun süre köylüler arasında propaganda faaliyeti yürütülen ayaklanmada egemenlerin zalimlikleri, yolsuzlukları, sürdükleri kötü hayat buna bağlı olarak da kendilerinin bütün bu yolsuzluk ve zulüm düzenine son vermek üzere mücadele ettikleri temel propaganda konuları idi.
Bugünkü Amasya, Tokat, Çorum, Sivas, Yozgat, Adıyaman, Maraş, Malatya ile Kuzey Suriye Bölgesi ayaklanma çalışmalarının yürütüldüğü alanlar idi.
Ayaklanmanın önderleri Baba İlyas ve Baba İshak’tır. Bu noktada Baba İlyas ve Baba İshak’ın aynı kişiler olduğu yönünde geçmiş yıllarda değerlendirmeler olsa da Ahmet Yaşar Ocak yaptığı çalışmalarla farklı kişilikler olduklarını Baba İlyas’ın daha çok ideolojik önder, Baba İshak’ın ise askerî önder oldukları tespitine ulaştığını görmekteyiz. Tıpkı Bedreddin ile Börklüce-Torlak Kemal ilişkisinde olduğu gibi.
Baba İlyas Amasya’dadır. Ayaklanmanın hazırlık aşamalarında Baba Resul olarak çağrılır ya da kendini peygamber ilan ettiği söylenir.
Burada durup şunu anlamak, sormak gerekir. İslam dini son din ve İslam peygamberi son peygamber olarak tanımlanmakta. Baba İlyas’ın kendini peygamber ilan etmesinin aynı zamanda doğrudan İslam dışında bir inanış olarak kendini ifade etmesi gerçekliği ile karşı karşıya kaldığımızı gösterir. Yani İslam’ın heterodoks yorumunun epey dışına doğru zorlamak gerekir. Ya da peygamberlik iddiası egemenler tarafından ayaklanmaya belirli kesimlerin katılmasını engellemek adına uydurulmuştur.
Baba İlyas’ın, Elvan Çelebi’ye göre Dede Garkın’ın halifesi olarak Anadolu’da Amasya’ya geldiği belirtilmekte. Dede Garkın Elbistan taraflarına yerleşmiş olup muhtemelen Baba İshak ve Baba İlyas bağlantısı da buradan gelmekte. Amasya’ya yerleşen Baba İlyas’ı Sultan Aleaddin ziyaret etmiş onunla görüşmüştür. Gordlevski’nin Hammer’dan aktardığına göre (s. 178) bu görüşmeler sultanda hayranlık uyandırmış hatta o kadar etkilenmiştir ki bu nedenle incinen Mevleviler giderek sultandan uzaklaşmıştır. Ancak Baba İlyas hakkında ayaklanma öncesine kadar neredeyse hiçbir bilgi bulunmamaktadır.
Baba İlyas köylüler üzerinde çok büyük bir etki bırakmıştır. Günlük yaşamındaki çalışkanlığı, bilgeliği insanlar arasındaki sorunların çözümü için çabası onu giderek ermiş insan mertebesine kadar ulaştırmıştır. Hatta o kadar çok keramet gösterdiği rivayet edilmiştir ki Baba İlyas’ın ölümünden sonra girilen savaşlarda Baba İlyas’ın öldüğüne inanmayan Selçuklu askerleri saldırmaya cesaret edememiştir. Frank askerleri korkudan haç çıkararak saldırıya geçmiştir. Ölümünden sonra sırlandığı ve ölmediği söylenmiştir.
Baba İlyas’ın yoksul köylüler üzerinde yarattığı bu etkiyi resmî tarihçiler köylülerin cehaletine bağlamaktalar. Ancak kurtuluş mücadelesi vermek hele de egemenlere karşı bu kadar planlı bir ayaklanmayı başlatabilmek için daha üst düzey bir akla sahip olması gerekir kitlelerin. Yoksa sıradan köylünün dinsel argümanlarla aldatılması ile karıştırıp hokus pokus yaparak açıklamak çaresizliktir.
Baba İshak ise Adıyaman Samsat taraflarında olup Baba İlyas’ın mürididir. Dede tarafından büyük ihtimalle Nesturi Hıristiyanlarından olup Samsat’a yerleşmişlerdir.
Baba İshak için çok şey söylenmektedir. Rum dönmeliğinden tutun da amacının bir Rum devleti kurmak olduğuna kadar. Ne ilginçtir ki Saltıkname’ye göre Şeytan bir gün Baba İshak’ a Hızır şeklinde görünüp onu dünyadaki adaletsizliğe son vermek üzere “Dadger” yani “adaleti yerine getiren” ilan eder. İlginçtir şeytan adalet dağıtması için İshak’ı yoldan çıkardığından Saltıkname’de bahseder. En azından Ahmet Yaşar Ocak çalışmasında bu şekilde aktarmakta.
Buradan anlıyoruz ki;
1- Şeytan Selçuklu devletinin düşmanıdır.
2- Selçuklu devletinde adalet o kadar yerle yeksandır ki ancak adalet talebi ile yenilebilir.
O hâlde Selçuklu’nun düşmanı olan Şeytan, Anadolu yoksullarının ve ezilenlerinin dostudur diyebiliriz. İlginç!
“Özellikle Baba İshak gibi, Anadolu Hıristiyanlığı tarihinde en aşırı heterodoks yorumlar ve hareketleri üreten Samsat kökenli bir lider yönetiminde girişilen bu mesiyanik propaganda, sözü edilen bölgelerin fakir Hıristiyan köylü halkını epeyce derinden etkilemiş olmalıdır.”[11]
“En aşırı” ne demek oluyorsa! Bir şekilde resmî tarihin aradığı dış mihraklar içeride zuhur etmiş oluyor böylelikle. Hâlbuki yazar aynı çalışmada (s. 119) 800’lü yıllarda Anadolu’nun yaygın olarak Hıristiyanlığın Pavlosçu yorumuyla var olan yoksul köylülerden oluştuğundan ve Bizans İmparatoru 1. Mihael tarafından katledildiklerinden bahsetmekte. Demek ki Anadolu’da Hristiyanlar yaygın olarak var. Bir bilimsel çalışmada “en aşırı” tarifleri ile yaratılmak istenen duygu tam da tarihin bilimsellik adına tahrif edilmesidir.
Gordlevski Baba İshak’ın mücadelesinde Mazdek Ayaklanması’nın izlerinin bulunduğunu, mutlak eşitlik ve adalete dayalı öğretinin buradan temellendiğini belirtmekte.
Baba İshak özellikle Urfa, Adıyaman, Antep, Maraş ve Kuzey Suriye bölgelerinde aktif olarak propaganda ve örgütlenme yapmış ayaklanmanın askerî olarak hazırlanması amacıyla uzun süre faaliyet yürütmüştür.
D- Ayaklanmanın başlaması
Ayaklanma hazırlığı tüm hızı ile devam ederken, önceden tedbir almak isteyen Selçuklu Amasya’ya Baba İlyas’ın olduğu Çat köyüne bir baskın yapar. Baba İlyas baskından haber alır almaz Amasya Kalesi’ne geçer.
Bu esnada Baba İshak bütün hazırlıklarını tamamlamış, Baba İlyas ile birlikte uygun anı beklemektedirler. Selçuklu’nun bu baskını ayaklanmanın başlangıcında hızlandırıcı etki yaratmıştır.
10 Muharrem 638 yani 1 Ağustos 1240 Çarşamba günü Baba İlyas’a yönelik saldırı haberini alır almaz Baba İshak ayaklanmayı başlatır. İlk ayaklanma kıvılcımını vergi memurlarının zulmüne karşı verilen direniş çakar. İbni Bibi’ye göre isyancılar “karıncalar ve eşek arıları gibi her yerden çıkarlar.”
Baba İshak önce Kefersud’u ele geçirir. Ardından Adıyaman, Gerger ve Kâhta’da Selçuklu ordusunu yenerek Malatya’ya doğru ilerler. Yürüyüş boyunca ordunun sayısı sürekli artar. Malatya önlerinde Elbistan’a geldiklerinde gerçekleşen savaşta Malatya Valisi bütün teçhizatı bırakıp savaş alanından kaçmak zorunda kalır.
Baba İshak buradan Amasya’ya Baba İlyas’ın yanına yürüyüşe geçer. Baba İlyas Amasya’da kuşatılmıştır ve Baba İshak Amasya’ya yetişmek ve Baba İlyas’ı kurtarmak arzusundadır. Amasya’ya doğru ilerleyen Babaîler Sivas’ta Selçuklu ordusunu bozguna uğratırlar. Bu aşamada ayaklanma ateşi Anadolu’daki birçok halka umut olmuştur. Her inançtan ve her halktan yoksul köylü ayaklanmaya akın akın katılır. Tokat’tan da geçen Babaîler Amasya yakınlarına geldiklerinde iyice korkan Sultan 2. Gıyaseddin Keyhusrev Konya’yı terk ederek Kubadabad’a sığınır.
Amasya’da ise Baba İlyas savunma hazırlıkları yapmıştır. Ancak Amasya’da verilen savaşta Baba İlyas ağır yaralanır. Öldüğünün bilinmesinin ayaklanma saflarında yaratacağı etkiden dolayı yaralı hâlde bir mağaraya giderek orada yalnız öldüğü söylenir. Elvan Çelebi’nin aktarımına göre ise Baba İlyas yakalanıp kalede zindana atılır ve ölümü burada gerçekleşir. İbni Bibi’ye göre ise Amasya kalesinde idam edilip surlardan aşağı sallandırılmıştır. Ancak anladığımız kadarı ile Amasya savaşında Baba İlyas ve yoldaşlarının direnişi kırılmış ve Amasya’da öldürülmüştür. Ahmet Yaşar Ocak’ın aktardığına göre, Amasya dolaylarında yaşayan Aziz Theodere ile Aziz Georges’un öldürülme hikâyeleri Baba İlyas için aktarılan ölüm anlatılarına çok benzer. Sözlü gelenek içerisinde halkın kahraman olarak gördükleri kişiler birbirinin içinde yaşamaya devam etmekte. O nedenle bir kahramandan bahsederken aslında ondan önceki toplamın hepsinden de bir anlamı ile bahsetmiş olmaktayız.
Baba İshak ordusu ile Amasya’ya gelir ve burada Selçuklu ordusunu yener. Bütün halk Baba İlyas’ın ölümünden dolayı öfkelidir. Ve Konya’ya Selçuklu ordusunun başkentine büyük yürüyüşü başlatırlar. Konya Selçuklu’nun başkentidir. Konya’yı almak demek aslında iktidarı almak anlamına gelir.
Aslında Babaî hareketi en başta planlı ve iktidar hedefi ile hareket etmesi ile birçok ayaklanmadan ayrılır. Örneğin Sâd’ed-Dîn Köpek (döneminde sadık anlamında kullanılan bir adlandırma köpek) için Baba İshak tarafından saraya yerleştirilmiş ve veziriazamlığa kadar yükselmesini sağladığına dair iddialar mevcut. Sâd’ed-Dîn Köpek’in sarayda gösterdiği faaliyetler ve zamanlaması düşünüldüğünde gerçekliği mümkün olabilir. Ancak kim olduğundan bağımsız Selçuklu sarayına birden fazla istihbarat elemanı yerleştirilmiştir. Benzer hareketlerde olmadığı derecede planlı ve iktidarı hedefleyen bir hareket olduğuna dair en etkili verilerden bir tanesidir bu. Görebildiğim kadarı ile Ahmet Yaşar Ocak eserinde bu tartışmadan hiç bahsetmez. Ya karşısına çıkmamıştır -ki çok olası değil- ya da taşları yerinden oynatmak istemez.
Ahmet Yaşar Ocak’ın kaydettiği tarihî vesikalarda Babaîlerin sultanlığı hedefledikleri yani iktidarı almak istedikleri çok açık şekilde görünmekte. Ayaklanmanın izlediği rota da hesap edilirse hedefin Konya yani başkent ve iktidar olduğu çok açık hâle gelmektedir. İktidarı almakla, ortakça bir yaşam, adaletli bir yaşam kurmak onlar açısından daha olanaklı hâle gelecekti.
2. Gıyasaeddin Keyhusrev Moğollara karşı sınırda görev yapan Erzurum garnizonunu acil olarak geri çağırır. Burada kısaca duralım. Kafkaslar ve Orta Asya’daki insanlar Moğol akınları ile Anadolu’ya doğru dağılırken sınırı korumakla görevli garnizonun başkente çağrılması artık sınırların Moğolların rahatça Anadolu içlerine girebilmesine olanak tanıyacak hâle geldiğini göstermektedir. Nitekim Anadolu Selçuklu Devleti’ne son darbeyi Moğollar vurarak devlete son vermişlerdir.
Babaîler Konya’ya doğru yürüyüşlerinde Kırşehir Malya ovasına geldiklerinde kadınlar, erkekler, çocuklardan oluşan binlerce kişiye ulaşmışlardı. Ayaklananların sayısını resmî tarihçiler 4000 civarı olarak tarif etmekte iken 50 bin kişilik bir güçle harekete geçtikleri iddiası daha gerçekçi görünmektedir. Ayrıca yanlarında hayvanlarını da taşıyorlardı. Aynı Spartaküs’ün “Güneş Ülkesi” hayali ile yürüyüşünde olduğu gibi.
Malya ovasına, Selçuklu ordusunun yardımına Frank ordusu da zırhlı kıyafetleri ile gelmişti. 1240 yılının kasım ayı başları gibi Malya ovasında karşılaştılar. Selçuklu ordusundaki askerler savaşmaya yanaşmıyorlardı. Gerek korkudan gerekse de artık iktidarın düştüğünün görülmesi ve bir anlamıyla ikili iktidar durumunun ortaya çıkmasının yarattığı ruh hâlinden kaynaklı denilebilir.
Frank ordusunun o dönem için ileri savaş donanımı çelik zırhları karşısında Babaîlerin işlevsiz kalan ok ve yayları savaşın sonucunu da kendiliğinden getirmiştir. Savaş iki aydan fazla sürer. Kahramanca çarpışırlar. Kazanmak için dövüşürler. Yoksul köylülere karşı coğrafyanın tüm toprak sahipleri, sömürücüler kendi gelecekleri için savaşmaya çalışırlar. Bu bir sınıf savaşıdır ve sahası tüm yeryüzüdür sözünü doğrularcasına.
Baba İshak da dâhil binlerce isyancı kış soğuğunda Malya ovasında öldürülürler. 2-3 yaşındaki çocuklar hariç herkes kılıçtan geçirilir. Bedreddin yiğitleri gibi, Nâzım’ın dizelerindeki aynı haykırışla yenilirler…
“Yenenler, yenilenlerin
dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
kılıçlarının kanını.”
E- Sonuç
Yenilgiden kurtulabilenler Anadolu’nun birçok yöresine dağıldılar. Örneğin Hacı Bektaş-ı Veli’nin kardeşi Menteş ayaklanmada öldürülür. Hacı Bektaş uzun süre bugünkü dergâhının olduğu bölgede mağarada saklanır. Her yere dağılır Babaîler, Ahmet Yaşar Ocak’ın Irene Beldiceanu’dan aktardığına göre (s. 138) 1487 yılında Göynük’ün 7 mahallesinden 2 tanesi “Mahalle-i Babaîler” olarak geçmektedir.
Ayaklanma yaklaşık 4 ay sürer ve Selçuklu sultanını tahtından kaçıracak kadar korkutur. Babaîler Malya önüne Selçuklu ordusunu 12 defa yenerek gelmişlerdir. Dillerindeki “ya zafer ya ölüm” haykırışı bugün dahi kulaklarımızda çınlamaktadır.
Ayaklanmadan sonra Baba İlyas’ın küçük oğlu olduğu rivayet edilen Muhlis Paşa’nın ayaklanmaya kaldığı yerden devam ettiği, dağılan güçleri toparladığı Konya’ya tekrar saldırı düzenlemek isterken yakalanıp kalede zindana atıldığından dönemin kaynakları bahsetmekte. Bu esnada sultan tarafından anlaşma teklifine “adalet yerini buluncaya kadar asla mücadelesinden vazgeçmeyeceğini belirtir.”[12] Hatta 40 gün ile 6 ay arası Konya’yı ele geçirdiği çeşitli Osmanlı kaynaklarında dile getirilmekte. Ancak bilgimizin sınırlılığı kaynaklara erişimimizdeki zorluklar resmî tarih süzgecinden geçen bilgilerle hareket ediyor oluşumuz konuyu bizim cephemizden sınırlamakta. Ancak Ahmet Yaşar Ocak’ın ulaştığı bilgiler, Muhlis Paşa’nın hareketlerini doğrular.
Babaî Ayaklanması Anadolu’da iktidar hedefi ile hareket eden belki de en büyük ayaklanmalardandır. Savunmadan ziyade saldırı ruhu ile donanmış, Selçuklu ordusunu 12 defa yenerek düşmanlarına yenilginin tadını defalarca yaşatmıştır. Gordlevski, ayaklanmanın başarıya ulaşmasındaki temel eksikliği, yoksul köylülük ve göçerler dışında yer alan şehir zanaatkârlarının ayaklanmada desteklerinin tam alınamaması olarak tarifler. Bu kadar planlı bir hareketin zanaatkârlarla işbirliği geliştirememesindeki temel ayrım noktaları üzerine düşünmek, araştırmak ve iyi anlamak gerekmekte.
Babaî Ayaklanması’ndan bugüne çok fazla iz kalmamış gibi düşünmek eksik olacaktır. Evet elimizde çok fazla bilgimiz olmayabilir ancak şunu artık daha iyi anlıyoruz Babaî hareketi Anadolu’da Kızılbaşlığın hem örgütlenmesinde (ocak sistemi, dedelik makamı vs.) hem de ideolojik olarak şekillenmesinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Babaîliği anlamak bugünkü Kızılbaş Aleviliği de anlamak demektir.
Geçmişimizden öğreniyor ve geleceğimize yürüyoruz. Babaîler bizim geçmişimiz, tarihimiz aynı zamanda da geleceğimiz. Anadolu halklarının yenilgilerle dolu makus talihi kırılmak zorunda. Kırılacağına inancımız tam.
10.08.2023
[1] V. Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti, Onur Y. Çev. Azer Yaran, Ankara 1988, s. 13.
[2] Deniz Adalı, Anadolu Dün Bugün Yarın Tarih Ve Devrim, İstanbul, Kaldıraç Yayınevi, 1998 s. 252.
[3] Ahmet Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2011, s. 37.
[4] Ocak, age, s. 37.
[5] Gordlevski, age, s. 150.
[6] Gordlevski, age, s. 180.
[7] Gordlevski, age, s. 163.
[8] Gordlevski, age, s. 167.
[9] Gordlevski, age, s. 19.
[10] Gordlevski, age, s. 176.
[11] Ocak, age, s. 84.
[12] Ocak, age, s. 165.