Uzun zamandır biz, ekonominin, eğer gerekiyorsa bir isim, “yağma-rant ve savaş ekonomisi” olarak adlandırılması gerektiğini düşünüyoruz. Bunu ısrarla vurguluyoruz. Amacımız da şu: Hani bir şeyi sevmezsiniz ve ona kötü sıfatlar yakıştırırsınız. Böyle anlaşılmasın diye özellikle üzerinde duruyoruz. Yani, “yağma-rant ve savaş ekonomisi”, bize göre, içinden geçilen son 7 yıllık sürecin tam adıdır. Öncesinde bu denli oturmuş değildi ve yağma ile rant daha önde idi. Şimdi, ise tümü bir aradadır.
Dahası var, biz bu yeni “rejimi” açıklamak için, ısrarla “Saray Rejimi” diyoruz. Bunu da aynı titizlikle kullanıyoruz. Hem tekelci polis devleti ile, Saray Rejimi değerlendirmesinin bağını açıklıyoruz, hem de bu Saray Rejimi’nin, aslında üç şeyle ilişkili olduğunu söylüyoruz:
Bir, içinden geçilen emperyalist paylaşım savaşı süreci. Bu süreçte, TC, dünün ortaklaşa sömürgesi, acaba, eski ortaklardan ABD’nin mi, yoksa AB’nin mi elinde kalacak? (Elbette her zaman başka olasılıklar da var, bu daha ayrı bir konu). Siyasal alanı elinde tutan ABD’dir. Siyasal alan dediğimizde, hemen vurguluyoruz ki, bu siyasi partiler, parlamento vb. ile sınırlı değildir. Siyasal alan, ordu, polis, yargı, bürokrasi vb. de dahil, tüm devlet çarkıdır. Bu alanı ABD elinde tutmaktadır. Oysa ekonomik alanı, Almanya başta olmak üzere, daha çok AB elinde tutmaktadır. Bu nedenle, İdlib’de işler zorlaşınca, Erdoğan, ABD’li efendilerinin emirleri ile, İdlib’de yaşayan cihatçıları, “İdlib’den Berlin’e gideceğiz” diye pankart açtırarak yürütüyor. Bu savaş, aslında, bugün, ülkenin her alanına sinmiştir ve devletteki çeteleşmenin de kaynaklarından biridir. Her istihbarat teşkilâtı, ABD, İngiltere, İsrail, Almanya, Fransa vb. kendi güçlerine sahiptir ve bunun çeteleşmeden başka yolu da yoktur.
İki, Kürt halkına ve işçi sınıfına karşı sürdürülen savaş. Bu savaş, devlet çarkındaki çatışmaları zaman zaman örtmek için kullanılmaktadır. Özellikle “Kürd’e saldırmak” devlet içindeki her türlü çetenin ortak birleştirici unsuru olmaktadır. Bunu elbette işçi sınıfına, emekçilere saldırı için de söyleyebiliriz. Sisteme karşı gelişen direniş, aslında devlet çarkını çözücü bir etkiye sahip olsa da, bu etki, diğerlerinin yanında, esas unsur olduğu hâlde, daha az etkilidir. Saray Rejimi, bu nedenle, tekelci polis devletinin, daha kısa süreye ait özel bir organizasyonu olarak ortaya çıkmaktadır. Mesela bizce parlamento yoktur, siyasal partiler, AK Parti, MHP, CHP, İYİ Parti vb. yoktur. Hiçbir bilimsel inceleme, burjuva siyasal ve hukukî normlar içinde AK Parti, CHP, MHP gibi partilerin var olmasını açıklayamaz. Bu ancak, siyasal sistemin analizi ile anlaşılabilirdir. Mesela ortada bir “anayasa” yoktur. Bu aslında, anayasası askıya alınmış bir sistem demektir ve gerçekten de örgütlü bir işçi sınıfı ve devrimci hareket için bu “demokrasi” demektir. Bu sözlerin bazı okurlara ters geleceğini biliyorum, ama bilerek kullanıyorum. En iyi “demokrasi”, bizzat iç savaş koşullarında, ikili iktidar varken var olur diye düşünüyorum. Onun için Saray Rejimi’nin saldırganlığını, korkularının itirafı, dışa vurumu olarak ele almak kesinlikle yerindedir.
Üçüncüsü, Saray Rejimi, ekonomik olarak, yukarıdaki etkenlerle birleşmiş şekilde gelişen, bölgemizi saran paylaşım savaşımının da etkileri ile, yağma, rant ve savaş ekonomisine dayanmaktadır.
Bu konuya dikkat çekmek, sistemin iç yüzünü doğru biçimde teşhir etmek, küfretmekten daha doğru ve gerçekçi yoldur. Ayrıca sistemi yıkma misyonuna sahip işçilerin karşısına her zaman gerçekle çıkmak doğru olandır. Bu sadece bir ilke olarak değil, politik olarak da doğrudur.
İşte Erzincan depremi ile, bu yağma, rant ve savaş ekonomisi bir kere daha ortaya çıktı. Kızılay, muhtemelen, anket yapılsa, önemli ölçüde güvenilen bir kurum olarak adı öne çıkacaktı, deprem sonrasında, muhtemelen bu imajına da güvenerek, SMS ile, yani cep telefonları üzerinden kısa mesaj attırarak, halktan 10 TL bağış yapmasını istedi. Muhtemelen de epeyce insan yapmıştır.
ABD’li efendileri, Erdoğan’a bazı görevler veriyorlar. Sadece örnek olsun diye yazıyorum, mesela, “senin şu Akdeniz’de, petrol-gaz arama meselelerine bir tepki vermen gerekir. Bu arada İsrail’in bölgenin kaynaklarına el koyma meselesini de örtmeye yardım etmen şart. Öyle ise, sen şu Libya meselesine bir el at” diyorlar. Böylece, ABD-İsrail cephesi, a- Suriye bölgeleri, Lübnan vb. dahil, bölgedeki gazı kendine alıyor ve bunun için bir sistem oluşturuyor. b- Türkiye ile Suriye bir anlaşma yapmış olsa, bu süreç tamamen değişeceği için, İdlib meselesinin sürdürülmesinin faydaları ortaya çıkıyor. c- Libya’ya asker gönderme operasyonu ile, Erdoğan’ın iktidarda kalma, ömrünü orada geçirme heveslerine ABD ve İsrail desteği sağlanmış oluyor. d- Libya’ya Türkiye sokularak, eğer ABD doğrudan girse idi, AB ile karşı karşıya gelme riski de ortadan kaldırılmış oluyor. Ve tüm bunların karşılığında Erdoğan, 13 milyar dolarlık petrolü ailesine alma olanağı elde ediyor, bir de iktidarda kalması için, suç ortakları olan ABD-İsrail desteğini tekrar almış olduğunu düşünüyor.
Gerçi derler ki, elma şekerini kapmak isterken dikkatli olacaksın, sonuçta elma şekerini aldım derken, bir de bakmışsın, şeker yok, elinde sapı kalmış. Bu Libya meselesi böyle olacağa benzer. Ama sonuçta, ABD ve İsrail için, istenilen sonuçlar elde etmek için, daha güzel kullanılabilecek kim var ki?
Kızılay’dan buraya nasıl mı geldik? Şöyle ki, aslında Erdoğan, işin sadece komisyon işi ile meşguldür. Yağma, rant ve savaş ekonomisinden en büyük komisyonu almak ona yetiyor. Ama bunun için Saray Rejimi devam etmeli. Ve Saray Rejimi’nin esas kurucuları, bu durumu, bu zaafı, Erdoğan’ın korkularını birleştirerek iyi kullanıyorlar.
İşte, sistemdeki çürüme, ki bu duyduğunuz koku, bu çürümenin kokusudur, aslında yukarıdaki Libya örneğinde anlatıldığı gibi bir sürece ya da olaylara, süreçlere dayanıyor. Bay komisyoncu, “ülkesini pazarlamakla” görevli, “rant yaratmakla” yükümlü olduğunu bizzat kendisi söylemiştir. Ve tek istediği, öyle “dünya lideri” falan olmak değildir. Onları ona, çevresi yakıştırmaktadır. Derler ye, şeyh uçmaz, cemaat uçurur. Tam da öyle. O ise anonim şirket CEO’su olmak istiyordu, hepsi budur. kadere bakın ki, “çağın lideri” olma misyonu adlı oyunda rol almak zorunda kaldı.
Kızılay SMS ile para toplamak istedi.
Ama ne oldu?
Tüm sistem çürümekte olduğu için ve çürüme kokusu da dahil her şeyden komisyon alındığı için, muktedir böyle istediği için, deprem için SMS’te, başka bir olayın kapısı açıldı.
Uyanık, Torunlar inşaatın, ballı şirketi Başkent Gaz, Kızılay’a, “şartlı” bağışta bulunmuş. Bulunmakla kalmamış, bu olay, tüm sistemi açıklayıcı güzel bir örneğe dönüşmüş.
Başken Gaz, ta Melih Gökçek döneminden başlayarak, galiba 2007 yılı olmalı, özelleştirilmek istenmişti. O zaman da kötü kokular çıkıyordu. Özelleştirildi ama özelleştirilme paraları ödenmeyince, sonra bir daha özelleştirildi. İkincisinde fiyatı daha da düştü. Derken bir daha. Ve Başkent Gaz, Torunlar grubunun eline geçti, en düşük özelleştirme ihalesi ile. Ve o güne kadar, büyük kuruluşların gazını doğrudan veren Botaş, birden bire, Ankara’daki büyük kuruluşların gazını, Başkent Gaz üzerinden vermeye karar verdi. Bu, şirketin ilave 3 kat daha fazla gaz satması demek idi. Böylece, hem alırken en düşük fiyat, hem işletirken en kârlı durum yaratıldı.
Ülkeyi, bir anonim şirket gibi yönetme heveslisi Erdoğan, Torunlar ile çok sıkı fıkı olmalı ki, anonim şirket CEO’su gibi değil de, babasının çiftliği gibi batırmak üzere yönetmeye başladı. Yoksa, inanın, hiçbir holding, mesela Özilhan ailesi, kendi anonim şirketlerini böyle yöneten bir CEO’yu bir dakika görevde tutmaz. Ama bizim Muktedir, her şeyde baş olmak istiyor. Spor kulüpleri başkanı değilse, demek yakında olacaktır.
Başkent Gaz, Torunlar grubunundur. Hani, şu Mecidiyeköy’de, Galatasaray stadyumunun orada yapılan gökdeleni hatırlamayan çıkmaz. Hani asansöründe emekçiler öldüğünde, ambulanstan önce polisin yetiştiği inşaatın sahipleri.
İşte bu Başkent Gaz, deprem SMS’leri atan Kızılay’a, 8 milyon dolar bağış yapıyor. Ama diyor ki, bu bağışın 75 bin dolarını sen alacaksın, kalan 9 milyon 925 bin dolarını ise Ensar Vakfı’na vereceksin. Kızılay öyle yapıyor.
Elbette, önce herkese şaşırtıcı geliyor. Bir işçi, sokaktaki bir normal vatandaş, bir emekçi, bir ev kadını şöyle düşünür: Acaba bu adam, Kızılay’a bu bağışı verip, bu kadar cömertlik yapıyor, neden, paranın Ensar Vakfı’na verilmesini istiyor? Acaba, Ensar Vakfı’na doğrudan yardım yapmak mı istemiyor? Hani, şu Ensar Vakfı, çocukların tecavüze uğradığı ve kadın bakanımızın “bir kereden bir şey olmaz” dediği, olayın örtüldüğü vakıf olduğundan, acaba Başkent Gaz, bu vakfa doğrudan para aktarmak mı istememiş?
Hayır. Öyle değil.
Eğer, siz, Ensar Vakfı’na bağış yaparsanız, mesela 100 TL, bu bağışın %5’i, sizin ödeyeceğiniz vergiden düşmektedir. Aslında siz, 95 TL, gerçekte daha da az bağış yapmış olursunuz. Ama Kızılay’a bağış yaparsanız, bu kez %100’ü, vergiden düşmektedir. Yani, siz devlete vergi olarak vereceğiniz parayı, Kızılay üzerinden Ensar’a vermiş oldunuz.
Niye?
Çünkü, Mr. %10, yani Muktedir, Torunlar’ı aramıştır, belki de vakıf işlerinden sorumlu Bilal Oğlan aramıştır ve bu parayı istemiştir. Uyanık iş adamı, iş bitirici, kan emici Torunlar, hemen, olur ama biz bu parayı vergiden düşmek isteriz demiştir. Ve bu yol bulunmuştur.
Kızılay denilen kurumun başındaki adam, nasıl olur da, kendi adını böyle lekeler? Neden, Sayın Başkent Gaz, bu parayı Ensar Vakfı’na vermek istiyorsanız, nasıl vereceğinizi bilmiyorsanız, biz Bilal’i arayalım, siz de doğrudan oraya yatırın, bizi para aklama operasyonunuza alet etmeyin, demez? Çünkü, emir Muktedirdendir.
Bunlar size de yağma rant ve savaş ekonomisi denilen şeyden bir çürüme kokusu olarak ulaşmıyor mu? Bu kokuyu hissetmeyen var mı? Vardır. Çünkü, lağım derelerinin etrafında yaşayıp da hiç koku duymayanlar vardır, alışmıştır, sanki hayat hep böyle kokar gibidir. Lağım deresinin yanından uzaklaşması, bir süre oraya gitmemesi ve sonra geri dönmesi gerekir ki, kokuyu fark etsin.
Ensar Vakfı, parayı ABD’ye transfer ediyor. Ama para ABD’de de değil. Paranın Makedonya’da olduğu söyleniyor.
İşler açık.
Ama açık yapılmıyor.
Sadece artık gizlenebilecek bir şey kalmadı.
Kızılay Başkanı, ilgi çekici açıklamalar yapıyor. “Vergi kaçırmak başka şey” diyor, “vergiden kaçınmak başka.” Acaba bu bir itiraf mıdır? Vergi kaçıran herkes, vergiden kaçınmak istediğini, ama bunun yolunu bulamadığını söyleyecektir. Demek Saray’a yakın olursan, demek Bilal’e para aktaracaksan, sana yolu da gösteriyorlar.
Torun Mehmet, Ensar Vakfı’na, 31 konut hibe ettiğini de söylüyor. Demek, Ensar Vakfı, çocukların ırzına geçme olayını bu nedenlerle kolayca örtebiliyor. Demek kadın bakan, utanmadan, “bir kereden bir şey olmaz” demeyi, bu nedenle görev biliyor.
İşte çürümenin mekanizmaları buradadır.
Bu çürüme, durdurulamaz.
Bu çürüme, ancak, tüm devlet çarkı yerle bir edilip, işçi sınıfının iktidarı kurulunca, ancak, “ayaklar baş olunca” ortadan kaldırılabilir. Ancak bir devrim, böylesini güçlü bir temizliği yapabilir.
İşte onların korumaya çalıştığı sistem budur. Bu kadar rahat ettikleri bir “cennet” bulmuşlarken, bunu kaybetmemek için saldırganlaşmaları gayet anlaşılırdır. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, bu çürüme, tüm gövdeyi sarmıştır.