Biz tüm kapitalist dünyanın faşizmin yenilgisi sonrasındaki devlet örgütlenmesine tekelci polis devleti diyoruz. Biz, böyle diyoruz. Buna “burjuva demokrasisi” denmesinde, özsel anlamda bir sorun görmeyiz. Sadece, devlete ilişkin genel tanımlamalarla yetinmek olarak eksik görürüz, o kadar. Çünkü burjuva demokrasisi de katıksız bir diktatörlüktür. Her devlet, egemen sınıfın tüm “ulusa” hükmetme aracı olarak (“ulusa” diyoruz, çünkü, mesela bir sömürge ülkedeki devlet -TC devleti bir sömürge ülke devletidir- ile bir emperyalist ülkedeki devletin ulusa hükmetme hâli farklı farklıdır) bir diktatörlüktür; egemenin, diğer sınıfları baskı altında tutma aracıdır. Bu, sosyalist devrim sonrasında, burjuva devleti yıkan proletaryanın devleti için de geçerlidir. Proletarya kendi devletini, kendisi için demokrasi olan bu devleti, burjuva sınıfı baskı altında tutmak üzere, proletarya diktatörlüğü olarak niteler. Çünkü proletaryanın “ulusu” kandırmaya, kitleleri yalanla uyutmaya ihtiyacı yoktur. Toplumun çoğunluğu için proletarya diktatörlüğü bir demokrasidir ama iktidarını kaybetmiş burjuvazi için bir diktatörlüktür.
Faşizm, Ekim Devrimi’nin dünyaya yayılamamasına burjuva sınıf tarafından verilen bir yanıt, bir karşı-devrimdir ve olağanüstü burjuva devletlerden biridir. Devletin olağan ve olağanüstü örgütlenmesi arasındaki fark önemlidir. Dahası, faşizm, tüm kapitalist dünyanın, devrim ve sosyalizm mücadelesini bastırmak üzere, içinden geçilen tekelci çağa uygun bir devlet örgütlenmesidir.
Hiçbir devlet, sürekli olarak olağanüstü yöntemlerle örgütlenerek yönetemez. Olağanüstü olan, eğer süreklilik kazanırsa, olağan hâle gelir. Bu yeni olağan, aslında sistemin oturtulması anlamına da gelir.
Faşizmi anlamak için tekeller çağını da hesaba katmak gerekir. Bu konuda yazdıklarımız epeyce detay içerdiği için, buraya yeniden girme niyetinde değiliz. Okuyucu bu kaynaklara ulaşabilir. Hem, burada tekrar tüm tartışmaya girmek, her yönü ile ele almak, aslında bizi daha güncel bir tartışmadan uzaklaştıracaktır.
Bir toplumsal örgütlenmede, üst yapıyı belirleyen, içinde devlet de dâhil, o toplumun altyapısıdır. Toplumsal ve ekonomik değişime bağlı olarak bu altyapı, yeniden devlete yansır. Yani altyapıdaki değişimler, başka bir ifade ile toplumsal ve ekonomik değişimler, devlet örgütlenmesine yansır. Tekelciliğin yansıması gibi. Elbette devlet de, bu altyapıyı, daha genel konuşacaksak, kurulu sistemi sürdürmek üzere örgütlenmiştir. Egemen, elbette kendi içinde yaşadığı tüm değişimleri, bu örgütlenmeye gecikmeli olsa da yansıtır.
Faşizm için hem bu durum hem de Ekim Devrimi’ne karşı karşı-devrim örgütlenmesi birlikte ele alınmalıdır. Olağanüstü devlet örgütlenmesinin temeli buradadır.
Devletin bir sosyoekonomik biçimde örgütlenmesine şekil veren şey, o toplumda ve o çağda tüm dünya sistemi içinde süren sınıf savaşımıdır. Paris Komünü’nü hatırlayalım. Almanya ile savaşta yenilgiler almaya başlayan Fransız burjuvazisi, Paris’te işçiler komünü ilan ettiklerinde (ki proletaryanın devletinin ne olduğunu anlamak için bakılması gereken ilk örnektir) savaş hâlindeki Almanya ve Fransa, bir işbirliği geliştirmişlerdir. Fransız egemenleri, Fransız devleti, Paris Komünü’nü boğmak için Bismarck’ın yardımını istemişlerdir. Barış anlaşmasının şartlarından biri budur ve Paris Komünü’nü boğmak için Paris toplarla dövülmeye başlandığında, bu iki ülkenin egemenleri, bir ve aynı ruhu paylaşıyorlardı: kapitalist sistemi proletaryanın yıkımından korumak. Almanya, başlangıçta “savunma savaşı” olarak adlandırdığı savaşı, bu sürede, işgal için savaşa dönüştürmede epeyce hevesli idi ve bu fırsatı kaçırması düşünülemezdi. Zira Paris Komünü, aslında sadece Fransız egemenlerini tehdit etmiyordu.
Fransız egemenleri, bu süreci öncesinden başlatmışlardı. 1848 iç savaşının ardından, Bonapart (Napolyon değil, Louis Bonaparte), bir darbe ile devleti ele geçirmek üzere harekete geçmişti. Bu darbe, aslında, egemen sınıfın, olağanüstü koşullara uygun bir yeni örgütlenme yaratma isteğinin, ihtiyacının sonudur. Burjuva parlamento böyle yok edilmişti. Elbette Bonaparte’ın başında bulunduğu yeni örgütlenme de burjuvazi için bir demokrasi idi. Ama egemen, tüm ulusu yönetme yeteneğini yitirmekteydi ve bunu yeniden kazanmak için, içeride ve dışarıda savaşa ihtiyaç duyuyordu. Daha ortada Paris Komünü yoktu ama Fransız işçi sınıfının mücadelesi yükselmişti ve sistem, bunu bastırmak için, alışılmış, olağan yöntemlerle iş göremeyeceğini “düşün”üyordu, hatta göremiyordu.
Devrimci mücadele yürüten herkes, Paris Komünü ve ona giden 1848 sınıf savaşımlarını incelemek zorundadır. Bir nota gerek var: Bizim ülkemizde anti-komünizm, anti-Sovyetizm biçiminde çok geniş bir alanda, özellikle sol içinde etkilidir. Nedenlerini başka bir yerde tartışabiliriz. Ama bizim solcularımızda anti-komünizm, anti-Sovyetizm biçiminde etkilidir ve bu nedenle, Paris Komünü’nü (tabii ki Fransa’da iç savaşı ve Bonapartizm üzerine Marx ve Engels’in yazdıklarını) incelemelerini öneririz. Sovyet devriminden öğrenmeyi reddedenler, olur da belki Paris Komünü’nden öğrenebilirler.
Biz Türkiye’ye, güncele dönelim.
TC devletinin olağanüstü örgütlenmesi de epeyce süre almıştır.
Burada iki etken başlangıçta daha öndeydi.
En başta Kürt devriminin bastırılması geliyordu. Kürt devrimini bastırmak için ortaya konan ve PKK tarafından haklı olarak “özel savaş” olarak nitelenen savaş, aslında bir iç savaş idi. Ama bu savaşı, Batı’nın dışında, yani Kürt illerinde sürdürmek için, özel bir savaş geliştirilmiştir. O dönemler, Kürt illerinde ortaya konan “olağanüstü hâl”, aslında Batı’da da bir çeşit varlığını sürdürüyordu. Ama Batı’da işçi sınıfının bir direnişi yoktu ve o işçi sınıfı zaten 12 Eylül karşı-devrimi ile yenilmişti. Bu koşullarda, özel savaş, aynı zamanda Türk-İslam sentezi ideolojisi ile yürütülmüştür. Hapishane kaçkınları, uyuşturucu şebekeleri, soytarı din adamları, lumpenler, hırsızlar, tecavüzcüler, serseriler, ırkçı asker artıkları, NATO’ya hizmeti baştacı yapmış generaller, gazeteci kılıklı şarlatanlar, elleri kanlı toplum bilimci ve araştırmacılar, eroin kaçakçıları, serseriler, müptelalar bu “özel savaş” unsurları olarak örgütlendiler. Başlarına Özel Harp Dairesi’nde görevli NATO tedrisatından geçmiş askerler ya da MİT’çiler koydular. Böylece, katiller ve hiçbir değeri olmayanlar, Kürt adına ne gördülerse onu yok etmeyi, karşılığında kazanacakları paralar için bir görev bildiler. Uyuşturucu paraları ile finanse edilen operasyonlardan, büyük çaplı uyuşturucu vurgunları elde ettiler. Yağmacı gibi, her şeyi parçalamayı görev bildiler. Bu aslında yozlaşmış bir savaş anlamına gelir. Bu nedenle adına “kirli savaş” denilmiştir.
Bu savaşın içinde yer almış Ağar vb. çetelerin, bugün uyuşturucu baronları olarak ülkenin egemenleri arasında yer alması, rastlantı değildir. Bunlara, inşaat, enerji ve yeni silah firmalarını ekleyin.
Acaba bunlara, yeni elitler ya da lumpen burjuvazi diyebilir miyiz?
Üzerinde durmaya değer.
Gülen teşkilâtı hatırlardadır, büyük bir hayır kurumu gibi, adına “Hizmet Hareketi” demiştir. İçinde, tüm yukarıda sayılanlar vardır ve kökeni, din ile, komünizme karşı mücadele dernekleri örgütlenmesine dayanır. NATO aparatıdır. Bunlar devlete sızmadılar, “sızmak”tan söz etmek hatalıdır, tersine zaten devletin bir örgütlenmesidir. Sadece bu devleti, NATO bağları içinde bir sömürge ülkenin devleti olarak görmeniz, anlamanız için yeterli olur. Ve içinde din tacirleri, meczuplar, zevk düşkünleri, katiller, üçkâğıtçılar, nasıl geçindiği belli olmayan bir güruh, uyuşturucu çevreleri de vardır. Ama kendilerini, uzun süreli ve “normal” dönem örgütlenmesinden gelen “eğitilmiş bir genç kadro” ile sahneye sürmeyi başardılar. Bu görünümleri, Erdoğan projesi ile ortaya çıkan ipsiz-sapsız takımı, rantçılar, yağmacılar, zevk düşkünleri, şaşaalı yaşam meraklıları, uyuşturucu çeteleri vb.den epeyce farklı idi.
İşte tam da bu noktada, “olağanüstü hâl” uygulamalarında, sömürge bir ülkede yaşamaktan ileri gelen, emperyalist güçlerin yerini de görmek gerekir.
SSCB çözüldükten sonra, o zamana kadar hepsi, tek bir NATO şemsiyesi altında CIA’nın sivil savaş unsurları olan bu çeteler içinde de, emperyalist güçlerin dünyayı paylaşma savaşımının etkileri de ortaya çıkmaya başladı. Onlar yine aynı yapıdaydı ama içlerinde ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve İsrail örgütlenmeleri de kendini ayırmaya yöneldiler. Savaş, güç toplamakla da ilgilidir. Ve bu güçler, bu yapı içinde kendi güçlerini toplamaya koyuldular. Konu Kürt hareketine ya da olduğu kadarı ile Batı’daki işçi ve devrimci harekete karşı savaş olduğunda, ayrılmaz bir tek vücut hâline geliyorlardı. Ama içeride kendi güçlerini de örgütlüyorlardı. En somut örnek, cemaatlerin başına kimin atanacağı, eskiden MİT’in kararı ile gerçekleşiyordu ve tartışma çıkmıyordu. Çünkü SSCB’ye karşı NATO tek bir vücut gibi idi. Ama bugün, bir tarikatın başına, acaba CIA’nın mı, yoksa Alman istihbaratının mı, yoksa İngiliz istihbaratının mı, yoksa İsrail istihbaratının mı, yoksa Fransız istihbaratının mı adamının atanacağı bir konudur ve bu nedenle tarikat içi savaşlara tanık olmaktayız.
Sömürge ülke olmak, NATO’nun içinde bir sömürge olmak düşünülmeden burası anlaşılamaz.
Bugün bize, cinayetleri, faili meçhulleri kimin işlediği sorulunca hemen Gülen hareketini gösterenler, aslında devleti temizlemek için uğraşıyorlar. Evet, içinde Gülen hareketi de vardır, ama esas olan bunların devlet yapılanması olmasıdır ve NATO’ya bağlı olmalarıdır. Bunu unutmamak gerekir.
Her tarikat, her mafya örgütü, aslında bu emperyalist güçlerin etki alanı içindedir. Elbette bu durum, dini de yozlaştırmak zorundaydı. O olmadan, hırsızlıklar için, temiz giyimli din tacirlerinin fetvalar vermesi anlaşılamaz ya da söylenecekler eksik kalır.
Adına “Fetöcü darbe” denilen tiyatro, aslında, tam da böyle ortaya çıkmıştır. Darbe, aslında bir “temizlik” değildir. Darbe, bugünkü Saray Rejimi’nin kurulması için, “Allah’ın lütfu”dur.
Gülen, nasıl bir ABD ve NATO projesi ise, AK Parti de, Erdoğan’ın yönetimi de aslında bir ABD ve NATO projesidir (Kürt halkına karşı savaş da bir NATO programıdır). İkisi ikiz sayılır ve bu açıdan “paralel devlet” bir çeşit uydurmadır. Her ikisi de birbirine paralel ve çizgileri efendilerce oluşturulmuş yapılardır.
Burada, 2013 yılında ortaya çıkmış olan Gezi Direnişi’ni anmak gerekir. Gezi Direnişi, aslında bu yozlaşmış kirli savaşa karşı tepkinin açık bir göstergesidir. Hangi nedenin bardağı taşırdığı belirleyici değildir, Gezi Direnişi, tüm devlet uygulamalarına, olağanüstü hâl de dâhil tümüne açık bir tepkidir. Kurulmuş olan rant, uyuşturucu ağı, yağma, savaş ekonomisine karşı bir tepkidir.
Bu arada ise, AK Parti eli ile yeni bir burjuva sınıf, tam da bu lumpen yapılanmalara dayalı savaş örgütlenmesine uygun tarzda, geliştirilmeye başlandı.
Erdoğan döneminde, ABD direktifleri altında, bir yeni burjuvazi yaratılmaya başlanmıştır. Graham Fuller’in “Yeni Türkiye”si, aslında projenin tüm detaylarını ortaya koymaktadır.
“Devlet eli ile burjuva yaratma” siyaseti, ülkemizde eskidir. Cumhuriyet’in kuruluşunda da hem bu özel savaş hem katliamlar hem lumpen kitlelerin kullanılması yaşanmıştır. Adına Hamidiye Alayları denilen yapı, hapishanelerden toplanmış katillerden, tecavüzcülerden, serserilerden, kumarbazlardan, nasıl geçindikleri belli olmayan kitlelerden oluşturulmuşlardır. Ve aynı dönemde, devlet eli ile burjuva yaratma siyaseti devreye konmuştur. Ermeni ve Rum kıyımları bunun bir başka yüzüdür.
Ve şimdi, ABD öncülüğünde, ekonomide yeni bir elit yaratmak üzere, yeni bir burjuvazi yaratmak üzere, devlet devreye sokulmuştur. Bu yağma, rant ve savaş ekonomisi aslında buna dayanır.
Elbette o dönemin Hamidiye Alayları, Topal Osmanları, bugün biraz daha “çeşitli”dir. İçinde uyuşturucu çeteleri vb. de vardır.
Erdoğan, devleti bir “anonim şirket” olarak yöneteceğini açıkça söylemiştir, Gezi Direnişi’ne karşı olarak “benim görevim rant üretmektir” demiştir. Bu sözler, aslında realitenin kendisidir. Ve dikkat edilsin, limited şirket demiyor, “anonim şirket” diyor. Anonim şirket, aslında sermayenin de büyüklüğünü ifade eder. Bu, aslında rant üzerine kurulu, savaş ve yağma ekonomisi üzerine kurulu yapılanmayı anlatmaktadır. Enerji, inşaat, sağlık, eğitim, savaş sanayii gibi alanlarda yeni bir burjuva kesim, yağma ve savaş politikalarına uygun tarzda yaratılmaya başlanmıştır.
Yeni burjuvalarımız, tam bir lumpen karaktere sahiptir. Yağmacıdır, kültürel açıdan fakirdir, köşe dönmecidir, hırsızlığın en sıradan ve en adi biçimlerini devreye sokacak karakterdedir. Para kazanma ve servetler ele geçirme tarzları ile olduğu gibi, şatafatlı yaşamları ve zevkleriyle de lumpen karakterdedirler. Ve Erdoğan, bu trajikomik hâli, tarih saymakta bir tereddüt görmemiştir, tarih yazmak olarak ifade etmiştir. Komik biçimde “laik” ilan edilen Cumhuriyet’in olmayan laikliğine trajikomik bir savaş açmış gibi görünmesi bu yüzdendir. Bu yüzden, çok sarılmış göründüğü dini, din adamları aracılığı ile, her türden hırsızlığını aklamak için azgınca kullanmıştır. Eski laikliğin kurumu olan Diyanet İşleri (nasıl bir laiklik ki Diyanet İşlerine sahiptir), Saray Rejimi eli ile, artık komik ve açık biçimde olmayan laikliğe karşı savaş aracı hâline getirilmiştir. Diyanet İşlerinin kadrosu, 120 binden 250 binlere çıkarılmıştır.
Yeni ve “lumpen burjuvaziye” uygun, yeni kadrolar, liyakatsiz ilan ediliyor, komik mi, trajikomik mi? Hırsıza kendisi için kadro lazım ise, bu kadronun hırsızlık konusundaki uygunluğuna bakılır. Kadrolar liyakatsiz demek, aslında arkadaki bu düzeneği yok saymak, görmemek ya da CHP’nin yaptığı gibi saklamak demektir.
Gezi Direnişi, egemenlerin kâbusunu katlanılmaz kıldı. Böylece, üçüncü etken, Saray Rejimi’nin örgütlenmesi zorunluluğu için ortaya çıkmıştı. Ve elbette ki kendini dünya tarihinin en etkili lideri ilan eden Erdoğan, Gezi Direnişi’ni ahlâksızlık, din dışılık, çapulculuk olarak niteleyecektir. Aslında, kendisinin başında bulunduğu rejimi tarif etmektedir. Direnişçilere, “ayaklar baş olursa” vurgusu ile çapulcular adını takarken, düzenin sahibi TÜSİAD üyelerine de, daha ne istiyorsunuz, grevleri yasaklıyoruz, kârınıza kâr katıyoruz, diye seslenmekteydi.
Biz devrimciler, toplumun en alt tabakasını da oluşturan kesime, lumpen proletarya deriz. Bunlar, Hitler Almanyası’nda faşist örgütlenmenin paralı askerleri oldular. Bizde de buna uygun görevler aldılar.
Burada duralım ve lumpen proletarya üzerinde biraz duralım.
Marx, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”nde lumpen proletarya için bir tarif ortaya koymuştur. Bonaparte’ın, hani Napolyon Bonapart’ın komiği olan Louis Bonaparte’ın örgütlenmesinde önemli bir yer tutmuş yığındır. Bir hayır derneği kurmasını da anlamlı bulmalısınız. Hem Gülen hareketi hem tarikatlar hem de Erdoğan’ın çeşitli adlarla örgütlediği dernekler, bu maskeye sahiptir. Tarih işte böyledir. Hepsi zevk düşkünüdürler. Şaşaalıdırlar ve sömürge ülkenin elitlerinin şaşaası biraz farklı olur. Çantaları ve saatleri bir servet eder ve en önemlisi, bu saatler ve çantalar, cep telefonlarının tüm alışkanlıkları değiştirdiğini ilan ettikleri bir döneme rastlamaktadır. Yani aslında gözden düşmüş eşyaları, yeni zenginliklerinin zevkleri olarak sunmaktadırlar. Öyle sanıyorum, o pahalı saatlerin en çok satıldığı ülke Türkiye’dir. Artık, dünya çapında holdinglerin sahibi olanların gösterişi kollarındaki saatlerle ifade edilmiyor. Ama bizim bu yeni yükselen burjuvalarımız, işlevsiz eşyaları şaşaalı görünüm için seçmektedirler. Milyonlarca liralık saat, aslında kollarındaki süs olmak dışında bir şeye yaramaz. Film sahnesinde, Osmanlı dönemini oynayan yıldızların kolunda, o döneme uygun bir giyimle örtüşmese de o kol saati yer almaktadır. Adam, “milletin anasını bellemek”ten gelen milyonları bir biçimde gösterecektir. Olur da rolü o saatlerin olmadığı bir dünya dönemine ait ise, o, o saati kolundan çıkartamaz, işini bu kadar sevmez, hatta kolunu sadece saatine mekân olsun diye taşımaktadır. O saatin bulunduğu kolun ucundaki el, sadece saati göstersin diye bazı durumlarda kullanılmaktadır.
Marx’a dönelim, şöyle yazıyor:
Paris’in lumpen proletaryası, bir hayır derneği kurma bahanesiyle, her biri Bonapartist bir ajan tarafından yönetilen ve tepelerinde Bonapartist bir generalin bulunduğu gizli birimlerde örgütlendi. Neyle geçindikleri ve kökenleri belli olmayan, yıkıma uğramış roués (zevk düşkünleri) ile burjuvazinin bozuk ve maceracı unsurlarının yanında, serseriler, terhis edilmiş askerler, serbest bırakılmış hükümlüler, firar etmiş kürek mahkûmları, dolandırıcılar, şarlatanlar, Lazzaroni (İtalya’da işçi sınıfının dışına düşmüş kişiler için kullanılan aşağılayıcı lakap -çevirenin notu), yankesiciler, üçkâğıtçılar, kumarbazlar, Maquereaux (pezevenkler), genelev sahipleri, hamallar, yazar bozuntuları, laternacılar, paçavracılar, bileyiciler, tencere tamircileri, dilenciler, kısacası, Fransızların la bohème (yarını düşünmeden yaşayanlar) diye andığı, belirsiz, dağınık, oradan oraya savrulan yığının tümü… (K. Marx, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, V. Bölüm”, Fransız Üçlemesi içinde, Yordam Kitap, s. 197-199).
Belki bunlara, uyuşturucu dağıtıcılarını (baronlar artık birer burjuva sayılmalıdır), havadan para kazananları, 600 evi olan belediye başkanlarını, Ankara’nın dörtte birini sahiplenen Gökçek gibi yurtlardan kız çocuklarını satarak servet edinen tipleri, ilginç emlakçıları, Saray için pezevenklik yapanları ve bunun için devlet adına otel katları kapatan resmî kılıklı olanlarını vb. eklemek gerekir. Hatırlanacaktır, çeşitli ifşaatlarda, bazı otellerin kat kat, bazı Bakanlara ve Saray erkânına ayrıldığını, bunun için özel bir pezevenklik sisteminin işlediğini öğrenmiştik. Saray kendine has bir “yaşam” da demektir. En komikleri, Saray’ın en önemli şahsiyetleridir, zira bu en önemli şahsiyetler, birer soytarı hâline gelmişlerdir. Öyle olur, zira sultan çakmadır ve Abdülhamid bir trajedi ise, Erdoğan onun komiği olabilir. Bu sarayda da artık en önemli şahsiyetler ister istemez saray soytarısı olmak zorunda kalır.
Demek ki, lümpen burjuvaziye gelmiş oluyoruz. Ama bunu anlamak için, sömürge bir ülkeden söz ettiğimizi unutmamak gerekir. Efendi, bu toprakları kendisi için bir çeşit çiftlik olarak düşünmektedir. Çiftliğin başında kâhyaları var. Kâhyalar, çevrelerinde bir sürü gazeteci, bir sürü katil, bir sürü lumpen, bir sürü uyuşturucu baronu, bir sürü pezevenk, bir sürü din adamı kılıklı kişi vb. ile bir yağma-rant ve savaş ekonomisi yürütmektedirler.
“Artık dünya tarihini bir komedi olarak görmek yerine kendi komedisini dünya tarihi sayan bu ciddi soytarı…” (K. Marx, age, s. 199) derken Marx, burada Bonaparte’ı tarif etmektedir. Bu kadar uyar! Bizimki de, tarih yazan kişi, dünya lideri olarak anılmaktan hoşlanıyor. Kendine her türlü başkanlık “yakışıyor” ve bununla yetinmiyor, bize uygun olarak bir de şeyhülislam olarak anılmak istiyor. Şimdi, buna sultan, sisteme de “patrimonyal sultanlık” demek mümkün müdür? Değildir, Sultanın komiği bile sayılmaz. Bir anonim şirketin ceo’su hayalini gerçekleştirmiş ve bu nedenle lumpenlere bir rol model olmuş kişiden, başına taç koyarak sultan çıkmaz. Olsa olsa, sultanın çakmasıdır.
Abdülhamid’in taklididir. Ama nev’i şahsına münhasır Abdülhamid’i, 21 yüzyılda, sömürge bir ülkede taklit etmek, komik değil, trajikomiktir. Bu nedenle, “eşim ve kızım ona helâldir” diyen profesörlere rastlayabilmekteyiz.
Sömürge ülkenin burjuvaları da, lumpenleri de biraz farklı oluyor. Ve elbette bundan bizim solcularımız da, “aydın”larımız da payını alır, sanki bu özneleri, kendine münhasır varlıklar olarak kabul etmek, ancak içki masalarında gülmece yapmak üzere mümkündür.
Acıdır, 2 milyona yakın üniversite öğrencisi, ekonomik koşulları nedeni ile, üniversite kaydını dondurmak zorunda kalıp memleketlerine dönmüştür. Bunu hangi mizah ile açıklamak mümkündür, sultanlık ile mi?
Mizah, birçok durumda, durumun ciddiyetini gizlemeye de yaramaktadır. Onun için, mizah alanında, kara mizah diye bir kavram vardır. Güldürür ama düşündürür. Oysa bizde, ortaya çıkan toplumsal çürüme, mizahı da etkilemekte, çürütmektedir. Mizah, ağır toplumsal durumları bir anlamda kabul edip, normalmiş gibi davranmaya olanak sağlıyor.
Eğer siz sadece konuşmayı, kendinize sansür koyarak bir çeşit konuşmayı sürdürme işini aydın olma hâli olarak sanıyorsanız, siz de yaşanan bu trajikomik hâlin bir parçası olursunuz. Kendini bilmek önemli bir meziyettir. Kendini sansürleyerek konuşmayı da bir çeşit kendini bilme hâli olarak kabul edebiliriz, öyle mi?
Devam edelim.
Parlamento nedir?
Parlamento, mülk sahiplerinin, devlet borçlarını, vergilerin harcanma şeklini, burjuvaların doğrudan kontrol etme sistemidir. Görüntü olarak parlamento, tüm ulusun kendi temsilcilerini seçmesi olarak sunulabilir. Ama hiçbir zaman öyle olmamıştır. Burjuvazi, egemen, kendi temsilcilerini seçer ve halka onaylatır. Tekelci çağ söz konusu olunca, bu daha da “rafine” hâle gelir. Seçilecek kişinin ödemesi gereken, harcaması gereken paraya bakın, başka bir kanıta ihtiyacınız kalmaz. Ama tekelci sistem, hâkimiyet ilişkileri ve bunun gerektirdiği şiddet ile birlikte ele alınmalıdır. Yani, kontrol mekanizmaları çok daha gelişkindir. Olağan dönemlerde bu sistemi işletirler. Ama olağanüstü örgütlenmeler, bunun yozlaşmasını da beraberinde getirir. Ve iş bir noktaya geldiğinde, artık parlamentonun egemenin münasip yerlerini örten bir incir yaprağı olma özelliği ortadan kalkınca, parlamentoya da gerek olmaz. Savaş ve iç savaş, bunu beraberinde getirir. Dünyanın belli başlı tüm “demokrasi”lerinde, emperyalist metropollerde, “demokrasinin beşiği” ilan edilen ülkelerde de parlamento, artık bypass edilmektedir. Elbette bizim gibi sömürge bir ülkede bu biraz daha farklı işlemektedir.
Normalde egemen, ucuz devlet ister. Kapitalistler, tekeller, burjuvalar ucuz devletten yanadırlar. Bu nedenle neoliberallerin “devleti küçültmek” diye, özellikle sömürge ülkelere dayattıkları projeler, aslında sistemle uyumludur. Ama olağanüstü koşullarda bu değişir. Bu nedenle, Diyanet İşlerinin kadrosu bir anda iki katına çıkar. Ne de olsa, artık Diyanet İşleri bir çeşit din elbiseleri ile özel savaş yürüten organlardan biridir. Ve bu noktada, “itibardan tasarruf edilemez.” Ona lüks araçlar, lüks saatler, şatafatlı konutlar, şatafatlı giyecekler vb. gereklidir.
Devlet, burjuvazi adına, tüm ulusa hükmetme yeteneğini kaybetmeye başlayınca, olağanüstü örgütlenmeler devreye girer. Yoksa egemen, sistemi ayakta tutamaz ve elbette bunun mali portresi vardır; burjuvazi, ucuz devlet ile olağanüstü örgütlenmeyi yürütemez. Uyuşturucu ağı ile özel savaşı, iç ve dış savaşı finanse etme çözümü de böyle gelişir. Kirli işler için kara para en uygun olanıdır.
Toplumsal ve iktisadî değişime bağlı olarak, devlet de, sınıf savaşımı içinde, onun yolu ile devleti etkiler. Mali dolandırıcılık, şatafat, devlet bütçesinin yağmalanması, savaş ekonomisi ve en önemlisi efendilerin verdiği görevler, sınıf savaşımı içinde devletin örgütlenmesine yansır. Bu durumda, bizi profesörlerimiz ve temizlik abidesi ve liyakat hayranı yazarlarımız affetsin, liyakat, kendine uygun tarzda işler. Hırsız için hırsızlık konusundaki beceri, katil için tetikçilik becerisi, üçkâğıtçı için ona uygun beceriler, yağma için onun gerektirdiği beceriler, yalan için yalan becerileri vb. bir liyakat ölçüsü olur. Tersini beklemek, aptallık ve körlük değil ise, ahmaklık değil ise, bilerek durumu çarpıtmaktır. Hırsız, kendini aklayacak tarzda ferman yazan din adamı isteyecektir ve bu normaldir.
Saray Rejimi, bu koşullarda örgütlenmiş, çağımızın devleti olan tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesidir.
Parlamento ve siyasi partiler artık kâğıt üzerinde vardır ve işlevsizdir. Sadece ilgili durumlarda kullanılırlar. Seçim sistemi ve sandık gömülmüştür. Bunları gömen, egemendir. Seçimlerin kendisi bir çeşit tiyatrodur ve müsamere cinsinden, ilkokul tiyatrosu gibidir.
Bugün, yani 28 Mayıs 2023’teki gayrimeşru seçimler sonrasında, Saray Rejimi, ülke ekonomisini uluslararası konsorsiyuma bırakmıştır. Efendi, borçların ödenmesi için duruma el koymuştur ve bu şartla, yeni Erdoğan iktidarı, gayrimeşru tarzda kabul edilmiştir. Ve artık, efendi, mızrağı gizlemeye çalışmamaktadır. Açıkça, tüm diplomatik teamülleri bir yana bırakarak, emirler vermektedir. Ve bu açıdan Erdoğan, bir sultan olmak bir yana, yetkisiz bir gayrimeşru iktidarın başıdır.
Şimdi, Saray Rejimi’ne, sultanlık ya da “tek adam diktatörlüğü” denilebilir mi? Denilir elbette, hem yanlış olur hem de durumu anlatmaktan uzak bir hâl olur.
Saray Rejimi’nin ekonomisinin başına getirilen Şimşek, İngiliz vatandaşıdır. Ama sadece vatandaşı değildir, aynı zamanda uluslararası konsorsiyumun memurudur. Bunu biz uydurmuyoruz. Durum budur. Bakan-memur Şimşek, efendilere, uluslararası tekellere bir rapor vermek için, nisanın ortasında toplantıya alınmıştır. Burada Şimşek memur, enflasyondan söz ederken, “yerel halk”tan söz etmiştir. “Yerel halkı enflasyonun düşeceğine inandırmak” gereğinden söz etmiştir. Enflasyonun düşeceğine “yerel halk” inanırsa, enflasyon da geri düşebilir, beklentiler bunun için bir yol olur, diye söyleniyor. Ama bizi ilgilendiren “yerel halk” terimidir. Memur Şimşek, uluslararası sermayenin kavramları ile konuşmaktadır. Avrupa sömürgecileri Amerika’yı “keşfettik”lerinde, orada yaşayan halka “yerel halk” diyorlardı. Sömürgecinin ağzıdır bu. Yerel halk terimi, öyle sıradan bir terim değildir ve Bakan Şimşek’in, kimin için çalıştığının en açık kanıtıdır. Kendisi ile bu halk arasında bir bağ yoktur ve bu gerçektir. Yerel halk, tam da onların bakışıdır. Bu bizim, uluslararası konsorsiyum vurgumuzu net olarak kanıtlamaktadır. Ve biliniyor, CHP, yeni kabinedeki Şimşek ve İçişleri Bakanı için, “liyakatli” değerlendirmesini yapmıştır. Gerçekten de uluslararası sermaye için, alacaklı sermaye güçleri ve ülkeler için, liyakatlidir, o kadar ki, “yerel halk” demekten kendini alıkoyamamaktadır.
Bugün Saray Rejimi, bir savaş kabinesine dönüşmüştür. Bu içeride ve dışarıda savaş politikasının daha da artacağının kanıtıdır.
Ve bugün Saray Rejimi, açlığa ve işsizliğe, yoksulluğa mahkûm ettiği halkı isyandan uzak tutmak için devreye soktuğu sadaka sistemini, yeni olarak belediyeler üzerinden yürütmeye hazırlanmaktadır. Baskı, din ve milliyetçilik yetmiyor. Bu nedenle bir çeşit sadaka sistemi geliştirmek istiyorlar ve bu sadaka belediyeler eli ile verilerek, sisteme karşı bir isyan önlenmek istenmektedir.
Saray Rejimi, içeride ve dışarıda yozlaşmış bir savaşı yürütmektedir. Savaş endüstrisi, yeni zenginler yaratmak üzere devrededir. Bayraktar ailesini rahatsız eden şey de budur. Kamuya ait tüm birikim, yeni burjuvaların emrine sunulmuştur ve utanmadan “hiç kredi almıyorlar” diye Saray’dan açıklamalar yapılmaktadır. TUSAŞ ve ASELSAN, sadece birikimleri ile değil, bizzat kadroları ile yeni savaş baronlarının emrine verilmiş iken, krediye gerek mi vardır? Üretilen her şey devlet tarafından akıl almaz fiyatlarla satın alınmakta iken, krediye gerek var mıdır?
İşte Saray Rejimi, böylesi bir örgütlenmedir ve işçi ve emekçiler, direnenler, Saray Rejimi’ni alaşağı etmek dışında bir çıkış yoluna sahip değildirler. Sistemin “demokratikleşmesi” diye bir yol yoktur. Tersine savaş ve iç savaş, daha da gelişecektir. Bu nedenle belediyeler eli ile sadaka sisteminin kurulmasına karşı durmak, mümkün olduğunca sosyal dayanışmayı geliştirmek ve bunu meclisler şeklinde örgütlemek temel olmalıdır.
Önümüzde, Saray Rejimi’nin savaş ve iç savaş politikalarının daha yeni biçimlerini göreceğimiz bir dönem var. Egemenler, kan soslu parayı sevmişlerdir. Karakterlerine de uygundur. TC devleti, savaş ve iç savaş politikaları ile ayakta durabileceği düşüncesindedir. Uygulamaları buna dönüktür. Bu, aynı zamanda savaş politikalarının mimarı olan Washington’un isteklerinin de ifadesidir. Bu geçici bir politika değildir.
Bu savaş politikalarına karşı, işçi sınıfının ve direnenlerin örgütlenmesi, sabırla, inatla örgütlenmesi temeldir. Savaşı ve iç savaşı görmeden, devrimci hareketler, doğru politikalar üretemez. İşçi sınıfının devrimci örgütlenmesini temel almadan, sisteme karşı sürekli ve etkili bir savaş yürütülemez. Bu nedenle, bizim cephemiz için, işçi sınıfının örgütlenmesi, devrimcileşmesi, her zaman önde tutulması gereken bir vazgeçilmezdir.