2022 sonunda işçi sınıfının durumu üzerine

Sanırım, bugünün en önemli sorunlarından biri, işçi sınıfının, eskiyi yıkma ve yeniyi kurma iradesini gösterecek tek sınıfın somut durumu üzerine net bir bakış açısına, bunun ürünü olan bir değerlendirmeye sahip olmaktır.

Bu sadece “işçi sınıfı bitti mi” türü, eskimiş tartışmaları arkada bırakmak için gerekli değil. Tersine, bu tartışmalar aşılmaya başlamıştır bile. Ama, bu tartışmaların değişik kıyafetler içinde ortaya çıkan farklı türleri de var. Ve bunların başında, gelişmekte olan devrimin, kapitalizmin yıkılışının dayanağının işçi sınıfı olmadığı yolundaki tartışmalardır. Bu açıdan da işçi sınıfının durumu üzerine tartışmak gereklidir. Ama dahası, işçi sınıfının devrimin öncüsü olduğu fikrine sahip olanlar için, işçi sınıfının durumu üzerine tartışmak gereklidir. Doğrusu, bizim ilgi noktamız da burası, bizim gibi işçi sınıfının devrimin öncü sınıfı olduğunu düşünenler ile tartışmaktır. Dikkat noktamız burada olmak üzere bir tartışma yürütmektir. Öyle ise, bize en yakın, bizim yoldaşımız diyeceğimiz kişi, çevre ve grupların meseleyi ele alışı bizi ilgilendiriyor, uzaktakiler değil. Bu aslında bizim, devrimci direnişe, devrimci mücadelenin her bileşenine, direnişlerin her biçimine odaklanmak gerekir görüşümüze de uygundur.

İşi kolaylaştırmak için, maddeler şeklinde tartışmak istiyoruz.

1

Kapitalizmin temel çelişkisi, üretimin artan toplumsal niteliği ile, mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişkidir. Kapitalist üretim, gün be gün, kapitalizm geliştikçe, herhangi bir metanın üretimini, tek tek işçilerin emeğinin sonucu olmaktan çıkartır ve onun toplumsal niteliğini öne çıkartır. Bir ayakkabıyı bile üretmek, binlerce, on binlerce işçinin ortak emeğinin yer aldığı üretim sürecinin sonunda ortaya çıkar. Bir yandan deri sektörüne, diğer yandan iplik sektörüne vb. bağlıdır. Tek bir metanın üretimi, işçilerin ortak toplumsal emeğinin içinde yer aldığı bir süreçtir.

Ve bu toplumsallaşma, sermayenin daha ucuz emek cennetleri olan ülkelere kaydığı zaman, ortaya çıkan uluslararasılaşma sürecini de içine alır. Bugün, tek bir metanın üretimi, birden fazla ülkede işçilerin ortak emek sürecinin sonucu olmuştur.

Ve bu toplumsallaşma ile tezat olarak, mülk edinme, özel karakterde kalır. Üretilen metalar, sermaye sahiplerinin malları olarak görünmekle kalmaz, aynı zamanda daha az kapitalistin elinde toplanır.

Üretimin toplumsal niteliği ile, mülk edinmenin özel karakteri arasındaki bu çelişki, bizim emek-sermaye çelişkisi dediğimiz şeyin kendisidir. Emek sermaye çelişkisi, kapitalist üretimin bu karakterinden gelir.

Bu aynı zamanda, daha çok insanın işçi olarak üretim sürecine girmesi de demektir. Bu daha yoğun ve daha yaygın sömürü de demektir.

Mülk edinmenin özel karakteri ile, üretimin artan ve gelişen toplumsal niteliği arasındaki çelişki, gerçekte, kapitalist sistemin yıkılması ile sonuçlanır. Üretim toplumsal bir süreçtir ve bu nedenle, bir önceki ya da daha önceki üretimlerin sonucu ortaya çıkan makinalar, şimdi üretim araçları olarak “sermaye” görüntüsünde yeni üretim sürecine girerler. Emek ürünü olan bu makinalar, kapitalistlerin elinde cansız emektirler ve canlı emek emmek, canlı emeği sömürmek için devrededirler. Yani, kapitalist “para”ya sahip olduğu için, sadece bundan dolayı değil, bu para ile üretim araçlarının sahibi olarak ortaya çıktığı için, işçileri sömürür. Ve onları üretim aracı yapan sistem, içinde kapitalist devleti de içeren, kapitalist toplumun, daha genel söylersek, sınıflı toplumun varlığının sonucudur.

Bu noktanın iyi kavranması gerekir.

Emek-sermaye çelişkisi üzerine dururken, basit bir “sevgi” ilişkisi tarif edilmiyor. İşçiler patronları, psikolojik vb. nedenlerden dolayı sevmemezlik yapmıyorlar. Mesele açıktır. Kapitalist, sermayenin insan hâline girmiş biçimidir. Kapitalist, sermayenin isteklerine uygun olarak davranır ve bu durum onun temsilcilerinin kişilik özelliklerini belirler. Karakterini veren şey, sermayenin kendisidir.

Daha önceki emek sürecinin ürünü olan, örneğin bir tekstil makinası, şimdi, işçilerin canlı emeğini kullanıp ondaki artı-değeri sızdıracak bir hâle, sermaye hâline girer. Bu da sınıflı bir toplumun varlığını şart koşar. Devleti de içinde.

Kapitalist, kişilik hâline gelmiş sermaye olarak, işçileri değil, onların canlı emeğini “çok sever.” Bu sevgi, işçilerin canını çıkartmaya varır çünkü işçideki canlı emeği sömürmenin gereğidir bu.

Üretimin toplumsallaşması geliştikçe, aslında zaten toplumsal üretimin sonucu olan ve şimdi karşımıza sermaye olarak çıkan makinaların, üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçirilmesini “talep eder.” Yalnız, bunu ancak ve ancak, devrimci işçi sınıfının ağzından, mevcut sömürü sistemini koruyan kapitalist devlete karşı açık bir mücadele içinde talep eder. Yani, üretimin toplumsallaşması, üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyete son verilmesinin nesnel temelini oluşturur ve bu durum, işçi sınıfının iktidarı alması ile sonuçlanana kadar sürer.

İşçi sınıfının devrimci rolünün kaynağı buradadır.

Kapitalist toplumun iki temel sınıfı vardır. Biri kapitalistlerdir, diğeri işçi sınıfıdır. Üretimin toplumsallaşması ve mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişki, aynı zamanda, toplumun daha geniş kesimlerinin işçi hâline getirilmesini zorunlu kılar. Kapitalist üretim, aynı zamanda, işçi sınıfını ve kapitalist sınıfı yeniden üretir.

Bu iki sınıftan kapitalist sınıf, eğer işçiler yoksa, var olamaz.

Bize “elveda proletarya” diye nutuk atanlar, aslında işçiler yoksa zaten kapitalistlerin de var olamayacağı gerçeğini hokkabazca atlarlar. Teknik gelişmeler, siber teknik, robotlar vb. eğer işçi sınıfını yok ediyorsa, demek ki kapitalistleri çok daha fazla yok etmiş olmalıdır. Bu durumda, “elveda proletarya” tezleri ile bilim cakası satanların, önce kapitalist sınıfa elveda demeleri gerekirdi. Ama öyle yapmıyorlar. Çünkü onlar, burjuva sınıf adına, kapitalist sınıf adına bir ideolojik mücadele yürütmektedirler ve amaçları, işçi sınıfının devrimci öncü rolünü reddetmek, onu devrim yolundan vazgeçirmektir.

Oysa işçi sınıfının varlığı, başka bir sınıfın varlığına bağlı değildir. Emekçi, sermaye sınıfı olmadan da var olur, üretmeye devam eder ve eğer kendisi bizzat üretim sürecinin ve toplumun yönetimini devralırsa, tüm sınıfları, bu arada kendisini de yok etmeyi başarabilir. Öyle ya, karşıtı olarak kapitalist yok ise, işçi sınıfının varlığından bir sınıf olarak söz etmenin de anlamı kalmaz.

Demek ki, kapitalist sınıfın, onun ideologlarının birincil önceliği, işçi sınıfının bu devrimci rolünü kavramasını önlemektir.

Kapitalizmin keskinleşen çelişkisine rağmen, işçi sınıfı ve onun devrimci örgütleri, bu sürece hazırlanmaz ve iktidarı almanın strateji ve taktiklerini geliştiremezlerse, işte o zaman kapitalist sistem yaşamaya devam edebilir.

2

İşçi sınıfının kapitalist sınıfa, kapitalizme, kapitalist topluma karşı mücadelesi, tek boyutlu değildir.

Kapitalist sınıf, aslında kapitalist toplumun sahibidir. Bu sahiplik, gerçekte, onların siyasal örgütlenmesi ile sağlanır ve kapitalist toplum onların egemen olduğu toplumdur. Kapitalist toplumun egemeni olan burjuva sınıf, kendi çıkarlarını, ulusal çıkarlar olarak ifade eder ve bunu topluma kabul ettirir. Bunun için, devleti vardır. Bu egemenlik, kültürel alanda da vardır.

İşçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki savaş, gerçekte, işçi sınıfının, kapitalist topluma karşı savaşımıdır.

Bu savaşım, salt ekonomik bir savaşım değildir. Bu savaşım, ekonomik, siyasal ve ideolojik bir savaşımdır. Ve işçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüttüğü sınıf savaşımının bu üç biçimi, aslında bir bütündür.

Sınıf savaşımının ekonomik biçimi, daha günlük ve daha çok kendiliğinden bir mücadeledir. Yani, işçiler kendi ekonomik ve sosyal haklarını almak, geliştirmek vb. için, örgütlülük düzeyi ne olursa olsun bir mücadele yürütürler.

Onların bu ekonomik mücadelesi, sadece orada kalsa bile, burjuvazi bu savaşıma karşı, ekonomik, siyasal, askerî, ideolojik, kültürel, yani her açıdan bir mücadele yürütür. Ve bunu, birçok burjuva örgütlenmenin yanısıra, esas olarak en gelişmiş burjuva sınıf örgütü olan devlet ile yaparlar.

En “demokratik” hâli ile burjuva devlet, burjuvazinin işçi sınıfını bastırma, topluma kendi çıkarlarını dayatma aracıdır, işçi sınıfını bastırma aracıdır.

İşçi sınıfının bu devlete karşı mücadelesi, salt ekonomik bir mücadele ile sınırlı kalırsa, asla zafere ulaşamaz.

İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesi de, ekonomik, siyasal, ideolojik bir mücadeledir. Bu yönlerin tümü, sınıf savaşımı denilen şeyin kendisidir.

Ekonomik mücadele sınıf mücadelesinin en basit, en temel, günlük biçimidir. Oysa bu mücadele, mutlaka siyasal ve ideolojik biçimlerle birleşmelidir. Nasıl ki, “ekonomik mücadele sınıf mücadelesi değildir” dersek hata edersek, aynı biçimde, siyasal ve ideolojik mücadeleyi ekonomik mücadelenin uzağında tanımlarsak da doğru bir şey yapmamış oluruz. Yani “ekonomik mücadele” ve sınıf mücadelesi diye bir ayrım yapmak yerinde olmaz. Bunun tümü bir aradadır. Ekonomik mücadele, her koşulda sürer. Ama siyasal ve ideolojik mücadele, daha gelişmiş örgütlülükler gerektirir. Sendikalar, bu sınıf savaşımı içinde ortaya çıkmıştır ve işçi sınıfının temel olarak ekonomik-demokratik mücadelesi için işlev görürler. Bu açıdan düzen içi örgütlenmelerdir. Ancak bu mücadele eğer, siyasal ve ideolojik mücadele ile birleşmezse, alabileceği sonuçları dahi alamaz hâle gelir.

Bu nokta bizim ülkemiz için oldukça önemlidir.

3

12 Eylül, bir karşı devrimdir. Devrimci hareketin iktidarı alma iradesini geliştirememesinin bedelidir. Devrimci hareket, iktidarı alma perspektifini, günlük mücadelesinin bir parçası hâline getiremeyince, egemenler, askerî bir darbe ile, süreci kontrolleri altına almayı başarmışlardır.

İşçi hareketi açısından bu nokta önemlidir.

Sendikaların, en gelişmiş işçi sendikalarının dahi, işçilerin elinden alınıp, sendika mafyası olarak örgütlenmesine neden olan süreç, aslında işçilerin siyasal ve ideolojik olarak devrimci mücadeleden kopartılmaları ile başarılmıştır.

Önce işçi sınıfının devrimci örgütleri yenilmiş, ardından öncüsüz kalmış olan işçilerin sendikaları da ellerinden alınmıştır.

Siyasal ve ideolojik alanda meydana gelen erozyon, işçi sınıfının ekonomik örgütlenmelerine, aynı anlama gelmek üzere günlük mücadelelerine dahi sahip çıkamaz hâle gelmesine neden olmuştur.

Devrimci hareketin, bu yenilgi sürecini sokaklarda, barikatlarda yaşamaması, yeterli direnişi gösterememesi ayrı bir konudur ve doğrusu bu yazının konusunu aşmaktadır. Bu konuda, Kaldıraç Hareketi’nin analizleri, rahatlıkla ulaşılabilir durumdadır. Meraklıları bu analizlere bakabilirler ve dahası mutlaka bakmalıdırlar. Devrimci dostlarımızı bu konulara bakmaya davet etmek, aslında bizim için kaçınılmaz bir çağrıdır. Ve bu konudaki analizlerimizin ilgili yerlere ulaşmamış olması hâli varsa, bunu açıkçası kendi eksiğimiz olarak görürüz.

4

TC devleti, önümüzdeki yıl, Cumhuriyet’in 100. yılını doldurmuş olacak. TC devleti, daha ilk günden kurulurken, ateşleri içinde doğduğu mücadelenin gereklerine göre, ileri bir burjuva bilinçle doğmuştur. İki etken, burjuvazinin ve onların bağlı olduğu emperyalist efendilerin ustaca bertaraf ettiği iki süreç iyi anlaşılmalıdır. Bu, TC devletinin doğuş ve şekillenme sürecidir. İlki, Ekim Devrimi’dir. TC devleti, emperyalist efendilerin kontrolünde, Ekim Devrimi’nin yayılmasına karşı bir ileri karakol olarak örgütlenmiştir. İkincisi, savaşın içinde gelişen anti-işgal direnişin burjuvazi tarafından kontrol altına alınmasıdır. Anti-işgal hareket, anti-emperyalist bir bilince erişmeden, burjuvazi tarafından boğulmuştur. Bugünden o günlere, “kurtuluş savaşı” günlerine baktığımızda, sahip çıkılacak her şey, halkın anti-işgal mücadelesidir. Ve fakat bu mücadele anti-emperyalist bir karakterde olsa da anti-emperyalist bir bilince yükselemediği için kolaylıkla yenilmiştir. TC devletinin halkların imhası ve inkârı, işçi sınıfının inkârı, anti-komünizm üzerine yükselmesi aslında bu iki sürecin, dışarıdan savaşa son veren ve işçi sınıfının önderliğinde yeni bir dünyanın kurulmasına olanak tanıyan Ekim Devrimi’nin ve içeride de halkın anti-işgal direnişinin bastırılması amacı ile bağlıdır.

Buradaki burjuva bilinci doğru görmek ve anlamak gerekir. İleri bir sınıf bilincidir bu. Ve bunun arkasında, Ekim Devrimi’ne kadar dünyayı aralarında yeniden paylaşmak için savaşa tutuşmuş olan emperyalistlerin, Ekim Devrimi korkusu ile savaşın rotasını değiştirmeleri bilinci yatmaktadır.

Bu açıdan TC devleti, yeniden emperyalizme bağlanmış, sömürgeleşmiş bir devlettir. Emperyalist efendilerden bağımsız bir burjuva egemenlik yoktur burada. Ve bu daha en başından Takrir-i Sükûn yasalarında kendini açıkça ortaya koymuştur. Bu andan başlayarak adım adım, emperyalist egemenlik yeniden güçlenmiş ve şekillenmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonunda faşizme karşı kazanılan zafer, kapitalist-emperyalist dünyada, ABD hegemonyasının oturtulmasını sonucunu da vermiştir. Bu ABD hegemonyası, IMF, Dünya Bankası, doların egemenliği gibi ekonomik organizasyonların yanında, NATO gibi siyasal ve askerî organizasyonların ortaya çıkması ile tahkim edilmiştir.

Bu tarihten başlayarak, TC devleti yeniden organize edilmiştir.

Konumuz olduğu için, sendikalara bakmalıyız. Diğer değerlendirmeler, meraklıları için Kaldıraç Hareketi’nin belgelerinde yer almaktadır.

Bugün Ukrayna sürecinden anlıyoruz ki NATO, önce bir ülkeye giriyor, sonra resmî hâle gelerek ülkeyi NATO üyesi yapıyor. Ülkemizde bu süreç 1945 ile başlar. Ve Türkeş de içinde bazı askerlerin özel eğitime alındığı ABD süreçleri 1946’da başlar. Ama TC devleti, NATO’ya 1952’de alınır. Kore’ye asker gönderme karşılığı da alınarak, Türkiye NATO üyesi olmuştur.

Aynı dönemde Türk-İş kurulmuştur.

İşçi sınıfının gelişmişlik düzeyi, 1900’lerin başlarındakine göre daha ilerde idi. Ve gelişmiş burjuva bilinç, emperyalist efendilerinin kontrolünde, Türk-İş’in kurulmasında da kendini göstermiştir. Bunu yapmamış olsalardı, gerçek anlamda bir sendikal hareket ortaya çıkacaktı; burjuvazi ön almıştır.

Demek ki, sadece Hak-İş değil, öncesinde Türk-İş de devlet eli ile kurulmuştur.

1960’larda sınıf mücadelesi, DİSK’i ortaya çıkarmıştır. DİSK’in önemi de buradan gelmektedir. DİSK, gerçek bir işçi sendikası olarak ortaya çıkmıştır. 15-16 Haziran Direnişi, bu gelişen işçi hareketinin, siyasal ve ideolojik alanda tüm eksik örgütlenmesine rağmen, bu sürecin ürünüdür. Ve 12 Mart ve 12 Eylül, bu süreci kontrol altına almak, bastırmak amacına sahiptir. Tek amacı bu değildir elbette. Ama biz burada işçi hareketi ile ilgiliyiz.

Öyle ise, DİSK’e sadece sıradan bir işçi sendikası diye bakmak eksik olur. Elbette DİSK bir işçi örgütüdür ve amacı, işçilerin ekonomik ve demokratik sorunlarına sahip çıkmak, bunun için mücadele etmektir. Ama öncesindeki sendikalar, bizzat devlet eli ile kurulmuş olduklarından, hatta Türk-İş’in kuruluşunda bizzat CIA’nın devrede olmasından hareketle DİSK’in önemi daha iyi anlaşılmalıdır. 12 Eylül yönetimi ve TC devletinin DİSK’e karşı tutumunu buradan hareketle anlamak gerekir.

Diyebiliriz ki, Türk-İş ve Hak-İş aslında devletin örgütlenmeleridir. Hak-İş, ABD’nin Yeşil Kuşak projeleri, komünizme karşı İslam’ın kullanılması ile daha doğru bir yere oturtulabilir. Ama bu durum, Türk-İş’in temize çıkarılmasını sağlamaz.

Elbette biz, tek tek sendikaların olumlu gelişimini yok sayma niyetinde değiliz. Daha çok, burjuva bilincin, devlet eli ile sendikacılığa müdahalesinin anlamı üzerinde duruyoruz.

12 Eylül sonrasında bir yandan DİSK biçilmeye çalışıldı ve diğer yandan ise, sendikal hareket, Türk-İş’in içinden gelişen sendikal arayışları da durdurmak üzere, yeniden örgütlendi. 12 Eylül hukuku, aslında sendika mafyasının egemen hâle gelmesini sağladı. Sendika mafyası, sadece işçi hareketi içinde bir uzlaşmacı kanal ile sınırlı değildir. Elbette sonuçta “sarı sendikacılık” ile aynı yere çıkar. Ama ülkemizde bu süreç çok farklı gelişmiştir. Bunu doğru kavramak, sendikal mücadele kadar, sınıf savaşımının tüm biçimleri açısından önemlidir.

Yukarıda vurguladık, sınıf savaşımının ekonomik, siyasal ve ideolojik biçimleri vardır. Bunlar birbirinin içine de girmiş, bütünlüklü süreçlerdir. Ama eğer biz sendikal hareketin gelişimini doğru anlamazsak, siyasal ve ideolojik mücadeleyi olduğu kadar sendikal mücadeleyi de doğru ele almış olamayız.

Sadece bir örnek olsun; bugün eğer Saray Rejimi’nin ekonomik politikasını anlamazsak, Saray Rejimi’ni doğru anlamazsak, sendikal mücadeleyi, işçilerin ekonomik ve demokratik hakları için yürüttüğü mücadeleyi de doğru anlayamayız. Mesela yağma-rant ve savaş ekonomisinin “savaş ekonomisi” vurgusunu unutursak, en sıradan bir talebi, mesela güncel olan asgarî ücret meselesini bile doğru anlayamayız. Savaş ekonomisini yokmuş gibi ele almak, “yağma-rant ve savaş ekonomisi”ni anlamamak demek olur.

Bu nokta, Birleşik Emek Cephesi’ni (BEC) doğru anlamak için de gerekli ve zorunludur. Görüldüğü gibi, sınıf mücadelesinin ekonomik ayağını anlamak için de, siyasal ve ideolojik mücadeleyi doğru yürütmek gerekiyor.

5

2022 sonunda, toplumun en kalabalık sınıfı işçi sınıfıdır. Nüfusun 85 milyon olduğu varsayılmaktadır. Yaklaşık 21 milyon aile demektir bu. Bu 85 milyonun, 64,5 milyonu çalışabilir nüfustur. Yani, çocukları, öğrencileri, çok yaşlıları düşerek bu rakama ulaşılmaktadır. Bu 64,5 milyon çalışabilir nüfusun 32,6 milyonu kadındır ve 31,9 milyonu erkektir.

Kadınların, yani 32,6 milyon kadının, 5,9 milyonu, kayıtlı çalışmaktadır.

Biliniyor, kırsalda çalışan kadınlar, çalışıyor sayılmazlar. Oysa emekçidirler.

Biliniyor, modern şehir yaşamının köle-hizmetçileri, temizlikçi ve bakıcı kadınlardır ve bunların da çok ama çok büyük bir kesiminin kayıtlı çalışmadığı biliniyor.

Kayıtlı çalışma, elbette bir kurumda sigortalı olmak, sosyal güvenceye sahip olmak olarak da tanımlanabiliyor.

Kayıtlı olduğu hâlde, sigortası yattığı hâlde çalışmayan insanlar da vardır ve bunlar hesaplamanın dışında bırakılabilir.

Kaba hesap 6 milyon kadın çalışana, bir o kadar da kayıtsız çalışan eklemek gerekir. Ucuz kadın emeği, toplumumuzun bir gerçeğidir.

Bunun üstüne, kendi evini çeviren kadınlar da hesaba katılabilir. Ama biz bunu bir yana bırakalım. Çünkü artık pek çok evde, kadınlar, ev işleri dışında da çalışmak zorunda kalmaktadır.

Erkek nüfusun içinde, yani çalışabilir 31,9 milyonun içinde, 15,4 milyon kayıtlı çalışan vardır.

Burada da, yani erkekler içinde de, kayıt dışı çalışma söz konusudur ve oldukça yaygındır. Bu konuda, kayıt dışı istihdam konusunda maalesef tam veriler yoktur.

İşte sendikacılığın geri olmasının bir sonucu da budur. Sendikalar, bizzat kendi iş kolları üzerinden, kayıt dışı çalışan sayısını hesaplayabilir ve emin olun ki, bu hesaplamalar, TÜİK gibi bir yalan makinasınınki ile kıyaslanmayacak kadar gerçekçi olurlar.

Kanımızca, çalışabilir nüfusun 30-32 milyonu, işçi olarak çalışmaktadır, kayıtlı ve kayıt dışı.

Bu kadarla sınırlı değil.

Çocuk işçiler, 4 milyonu aşkın bir rakama ulaşmaktadır.

Dahası var, işsizler de işçi sınıfının bir parçasıdır, yedek sanayi ordusudur ve en azından bugün işsiz rakamları 10 milyonu geçmiş durumdadır. Hatta birçok hesaplama bizi 15 milyon rakamına götürmektedir. Böylece işçi sınıfının toplumsal ağırlığı ortaya çıkmaktadır. Fizikî olarak toplumun %75’ine ulaşmaktadır.

Elbette emeklileri de bunun içine koymak gerekir. Böylece, işçi sınıfının fizikî ağırlığı ortaya çıkmış olur.

Şimdi, sendikalı işçi sayısına bakılabilir. Bu çok küçük bir orandır, %15’e ulaşmamaktadır ki, bu da sadece kayıtlı işçilerin içindeki orandır. Kayıtsız işçiler vb. hesaba katılıp da, işsizler hesap dışı tutulsa bile, bu rakam yüzde 8-10 arasına inmektedir.

12 Eylül’ün hemen arifesinde, bugünkünün üçte biri oranında bir işçi sayısı olduğu hâlde, sendikalı işçi sayısı 3 milyonu geçmekteydi. Bugün sendikalı sayısı hâlâ aynı gibidir ve işçi sınıfı büyüklük olarak, nicelik olarak 3’e katlanmıştır. Demek ki sendikalılık oranı, sendikalaşma oranı üçte bire düşmüştür.

Bunun ana nedeni, işçi sınıfının siyasal örgütlenmesinin ya da devrimci hareketin işçi sınıfı içindeki örgütlenmesinin zayıflığı, başka bir deyişle işçi sınıfının burjuva partilerin kuyruğuna bilfiil takılmış olmasıdır.

Bu nokta oldukça önemlidir.

Bugün işçi hareketinin ana sorunu sendikal hareketin, sendikalaşma oranının geri olması değildir. Bu elbette bir gerçektir. Ama ana sorun, devrimci hareketin işçi sınıfı içindeki örgütlenmesinin zayıflığıdır ve başka bir deyişle, işçi sınıfının devrimci harekete uzaklığıdır, siyasal mücadele alanına kendini bir sınıf olarak ortaya koymamasıdır.

6

Örgütlülük ne kadar zayıf ise, işçi sınıfı içinde burjuva etki o kadar kuvvetlidir.

Bu burjuva etki, kendini sadece din veya ulusalcılık şeklinde ortaya koymaz. Milliyetçilik ve din, egemen sınıfın ülkemizde sürekli kullandığı ideolojik rıza üretme araçlarındandır. Ama burjuva etki sadece bununla sınırlı değildir.

İşçiler arasındaki rekabet, gerçekte burjuva etkinin, örgütsüzlüğün, siyasal tutum eksikliğinin doğrudan sonucudur ve baş edilmesi gereken sorunların başında gelmektedir.

Egemenler, işçileri sürekli bölüp parçalayarak yönetmektedirler. Bu bölüp parçalama işinin başında, işsizlik koşullarının üzerine yükselen, işçiler arasındaki rekabet gelmektedir.

Rekabet, açlar dünyasına aittir.

Rekabet, kapitalist sömürünün, eşitsizliğin ve adaletsizliğin gizlenmesi için büyük olanaklar sunmaktadır.

Yedek sanayi ordusu, yani işsiz nüfus ne kadar kalabalık ise, işçilerin işi kapma ve daha ucuz ücretle, daha kötü koşullarda çalışmaya razı olma durumları o kadar gelişmektedir.

Bu nedenle, biz sosyalist devrimciler, bu rekabete karşı hareket etmek zorundayız.

İşçilerin yoksul olduğu bir gerçektir. Ama yoksul olmak, işçi olmakla eş anlamlı değildir. İşçi, en başında bir sınıfın üyesidir. Toplumun en altında yer alan evsizler, yurtsuzlar vb. birçok işçiden çok daha yoksuldurlar. Ama onlar üretimden uzaktır ve bu nedenle, mücadele disiplinleri de gelişmiş değildir. Bu nedenle bunlara “lümpen proletarya” deriz. Bu kesimler, güce göre eğilip bükülmek konusunda daha “yetenekli”dirler. Oysa onların geleceği de, işçi sınıfının geleceği ile eştir. Kapitalizmin onlara sunacağı şey, açlık, evsizlik, yurtsuzluktur.

Devrimciler, işçi sınıfının yoksulluğu arttıkça, onun daha devrimcileşeceğini varsayamaz. Bu doğru değildir. Yoksulluk, açlık, işsizlik, elbette nesnel olarak mücadeleyi sertleştirebilir. İyi ama örgütsüzlük yaygın ise, bu sonuç ortaya çıkmaz.

İşçi sınıfı, toplumun en yoksulu değildir. İşçilerin kaybedecek bir şeyleri olmaması, aslında, onların üretim araçlarının sahibi olmamaları ile, kendi emek güçleri dışında bir şeye sahip olmamaları ile bağlantılıdır.

Kapitalist mekanizmalar, bazı dönemler, çeşitli mekanizmalarla işçileri borçlandırmaktadır. Borçlanmış işçi aileleri, hem işini kaybetme korkusu ile daha da sıkışmakta, korkaklaşmaktadır hem de kendince kurduğu geleceğini kaybetme korkusu yaşamaktadır. Oysa, bu borçlanma süreci, aslında onun için bir gelecek değil, bir hayaldir. Bankalara borçlanan işçiler, gelirlerinin bir bölümünü bankalara kaptırmaya başlarlar ve içine düştükleri kısır döngü, onları yıkıma götürmektedir.

Bir işçinin, yoka yakın parası ile borsa oyunlarına girmesi, kumara alışması, aslında geleceksizlik açmazının bir sonucudur. Burada bir işçiye gülen “talih”, diğerlerinin karşısına bir boyun kemendi gibi çıkmaktadır.

Buradan da anlaşılacağı üzere, işçi sınıfı, gününü, anını kurtarma yarışına saplandığında, siyasal bilinci gelişmemiş olduğunda, açmazını daha da büyütmektedir. Böylece, milyonlarca işçi için, ağır bir yazgı yazılmış olmaktadır. Bu durumlar olmamış olsa, “fıtrat”, “kader” gibi sözlerle iş cinayetlerinin savunulması bu kadar fütursuz gerçekleşmezdi.

İşçilerin ekonomik mücadeleleri için bile sendikal örgütlenmeleri zayıftır. 1,4 milyon işçi toplu sözleşmeden yararlanmaktadır. Bu toplu sözleşmelerde de çoğunlukla işçiler, devlet ve patronlara satılmaktadır.

7

İşçi hareketinin en başta gelen sorunu, siyasal örgütlenmenin zayıflığıdır. Devrimci sosyalistler, işçi sınıfı içinde etkin, örgütlü olmak zorundadır. Başka türlü işçi sınıfının sağlıklı bir sendikal mücadele yürütmesi de mümkün değildir.

Şu görüş sorunludur: İşçiler önce sendikal örgütlenmelerini geliştirecek, sonra siyasal örgütlüğün içine girecekler. Bu, hayata “aşamalı bakma” anlayışıdır. Ünlü aşamalı devrim teorileri gibi yanlıştır. Tersine, sendikal örgütlenme, siyasal örgütlenme, ideolojik mücadele, hepsi birlikte, ama eşitsiz gelişir. Yasa budur; bileşik ve eşitsiz gelişim.

Yani, işçiler hem devrimcileşecek hem de devrimcileştikçe, daha etkili sendikal mücadele gelişecek. Daha etkili sendikal mücadele, ülke genelinde işçilerin sendikalaşmaya meyletmelerine yolu açacaktır.

Bu nedenle, bugün, sendikal çalışmanın önemine vurgu yaparken biz, sendikal çalışmayı tek çalışma olarak ele almıyoruz. Bu nedenle, Birleşik İşçi Kurultayı gibi, ara örgütlenmeleri de öne çıkartıyoruz. Elbette, nihayetinde, işçiler her fabrikada, her işyerinde, yasal sınırlara hiçbir zaman sığmayacak devrimci örgütlenmeler de geliştirmek zorundadırlar.

Devrimci işçiler, sendikal alanda ellerine olanak geçtikçe, ele aldıkları sendika şubelerini, sendikanın bütününü, gerçek bir işçi sendikacılığı örneği ortaya koyacak tarzda çalışmak zorundadırlar. 12 Eylül’den bu yana 40 yılı aşkın bir zaman geçti ve o günün işçilerinin deneyimleri, artık, insan vücutlarında taşınmıyor. Bugün işçilerin çoğunluğu, 12 Eylül öncesindeki gibi bir deneyime sahip değildir. 15-16 Haziran deneyimine sahip değildir. Hatta, birçok işçi, Gezi Direnişi’nin bile dışında kalmıştır. Elbette konu Gezi Direnişi olunca, içinde yer alan işçi sayısı da bir hayli kabarıktır. Ama bu katılımlar, sendikal düzeyden çok bireysel gerçekleşmiştir. Buna rağmen bu önemli bir deneyimdir.

Devrimci işçiler, sadece sendikal alana sıkışan, sadece orayı hedefleyen, “sendikal çalışma yapmayan işçi siyasal çalışma yapmaz” diye düşünen bir hatla mücadeleyi geliştiremezler. Elbette ki, insanların kendi ekonomik, demokratik sorunlarına ilgisiz olması bir sorundur. İyi ama, eğer bir işçi sendikal alanı yıkmanın, orada gerçek bir işçi sendikacılığı örneği ortaya koymanın zorluğunu görüyorsa, o işçinin siyasal mücadeleye atılmayacağını nereden çıkartıyoruz? Belki işçiler, daha ileri bir çıkış yolunun arayışındadır. Her eylemde, TOMA karşısında dağılmak zorunda kalan kalabalıklar, bunda ısrar ettikçe, TOMA’ları devirme yollarını da bulacaktır. Ve o gün, TOMA karşısında etkisiz kaldığını düşündüğü için kenardan seyredenlerin bir bölümü, mücadeleye büyük bir coşku ile katılacaktır.

Gelişim eşitsiz ama bileşiktir. İleri ve geri düşüşleri olmayan bir mücadele yoktur. Bugün sendikal alanda çalışmak, neredeyse, illegal bir örgütlenme yapmak gibidir. Aslında değildir elbette. Buna bakarsak, sokak gösterilerinin her biri anayasal haktır. Ama hiçbir gösteriye izin verilmemektedir. Nasıl ki, izin almaya gerek duymadan sokaklara çıkmak gerekiyorsa, sendikal mücadeleyi de sadece yasalar içinde bir mücadele olarak ele almamak gerekir.

Evet, gelişmiş örneklerle, gerçek bir işçi sendikacılığı ortaya koymak, çok büyük bir öneme sahiptir. Bunu yapmak, büyük bir hamle demektir.

Ama birçok yerde, işçi eylemlerinin kendisi, işçilerin öğretmenleri olmaktadır. Hem yeni mücadele biçimleri gelişmekte hem de var olan sendikal anlayışları aşan tutumlar ortaya çıkmaktadır.

Bizi her seferinde satan Türk-İş veya Hak-İş’in üye sayısını geliştirmesi saçma olurdu.

Biz devrimci işçiler, hem en geri sendikanın içinde örgütleneceğiz hem fabrikalarda örgütleneceğiz hem de Birleşik İşçi Kurultayı gibi örgütlenmeler geliştireceğiz. Ve bunları yaparken, siyasal ve ideolojik mücadeleyi asla ve asla unutmayacağız.

8

Bugün hem dünyada hem de ülkemizde işçi sınıfının mücadelesi gelişmektedir. Kapitalist sistem, insanlık için bir yıkım olarak ortaya çıktıkça, insanlar, buna aydınlar da dahil, gözlerini işçi sınıfına çevirmektedir.

Eğer elinize İşçi Gazetesi’ni ya da Kaldıraç’ı ya da başka bir işçi gazetesini alırsanız, bir aylık bir sürede gerçekleşmiş eylemlerin derlenmiş hâlini görünce şaşıracaksınız. Bunun nedeni, bu eylemleri günlük yaşantınızda duymuyor olmanızdır. Herkes, neredeyse sadece kendi içinde olduğu eylemden haberdardır, daha ilerisi yoktur.

İyi bir işçi sendikası, her ay işçi eylemlerini, niteliği ne olursa olsun duyurmak zorundadır.

İşçi Emekçi Birliği’nin geçen sene Ekim-Kasım ayında gerçekleştirdiği eylemin nasıl sendikaları, işçileri harekete geçirdiğini hatırlayalım. Oysa İşçi Emekçi Birliği, daha yeni yeni adımlar atmaktaydı. Bunun sürekliliğini sağlamak, elbette başlatmak kadar önemlidir.

Biz devrimci işçilere, daha uzun soluklu bir mücadele perspektifi gereklidir. Bu nedenle, İşçi Emekçi Birliği, oldukça önemlidir. Tümü ile pratik gereksinimlerden doğmuş olsa da, çok değerlidir.

Burjuva basının karartma politikaları, işçi eylemlerini, başka eylemleri, kadın veya öğrenci eylemlerini, çevre eylemlerini duyulmaz hâle getirmektedir. Bunu aşmak için sadece sosyal medya üzerinden bir etkinlik yeterli değildir. İşçilerin başka işçilere ulaşması, fizikî olarak, yüz yüze onlara yaşadıkları deneyleri aktarması, büyük bir adım olur. Bunu küçümseyen, gerçekte burjuva basının karanlığı içinde kalmaya razı tutum almış olur.

Her işçi kendi sendikasından, açıkça aylık, haftalık eylem bültenleri yayınlanmasını istemelidir. Sadece o sendikanın yaptığı eylemlerin dökümünden söz etmiyoruz, ileri ya da geri, “iyi” ya da “kötü” her işçi eyleminin, her direnişin, sendikaların bültenlerinde açıktan yer alması gereklidir. Bunu sendikalarda talep etmek gereklidir ve mümkündür.

Her işyeri cinayetini, açık ve net bir dille, detayları ile ortaya koymak gereklidir.

Başka bir yolla, bu eylemlerden, işçi sınıfının öğrenmesi mümkün değildir.

Sendika şubelerinde, her hafta, her ay, gerçekleşen eylemlerin üzerine sohbetler yapılmalıdır. Bu, öyle yabana atılacak bir iş değildir.

9

Ve elbette, işçiler, sadece kendi eylemleri ile, kendi yaşadıkları ile sınırlı bir tutum alamazlar. Ülkede süren iç savaş, gelişen her türlü çevre, kadın ve öğrenci eylemi, Kürt halkına karşı uygulanan kıyımlar vb. iş cinayetleri, işçi intiharları, kadın cinayetleri işçilerin gündemi olmalıdır.

İşçi sınıfı, tüm toplumsal mücadelenin öncüsüdür. Buna uygun davranmak zorunluluktur. Biz, eğer öğrencilerin eylemine sessiz kalırsak, biz eğer kimyasal silah kullanımına karşı sessiz kalırsak, kendimizi de örgütleyemeyiz, toplumu da örgütleyemeyiz.

İşçi olmak, emekten yana olmak, günlük olarak sisteme karşı mücadele ile ilgili olmakla da bağlantılıdır.

İşte tüm bunlar, mücadelenin sadece bir biçimini değil, her biçimini kullanmayı gerektirmektedir. Sadece ekonomik mücadele yürütmekle yetinirsek, inanın o ekonomik mücadeleyi de istenildiği gibi başarı ile yürütemeyiz.

İşçileri kendi kabuklarının içinde yaşamaya mahkûm etmek, devrimci politika değil, işçi sınıfının mücadelesi değildir.

Bu açıdan yol almak, elbette kolay değildir. Kimse devrimcilere mücadelenin kolayını seçmeyi öğütleyemez. Zaten bunun da bir anlamı yoktur.

Bir anda, kısa sürede, tüm bu sorunların üzerinden gelecek bir sihirli hamle yoktur. Eğer bize mucize lazım diyeniniz varsa, bir dereceye kadar ona katılmamız mümkündür: O mucize emekle, inatla, doğru politik hatta ısrar etmekle, mücadele ile gerçekleşecektir.

Bugün tarihin hızlı aktığı bir dönemden geçiyoruz. Bazan bir ay, bir yıla bedeldir. Bu önümüzdeki günler, böylesi günler olacaktır. Önümüzde, dünya işçi sınıfı için, tüm yeryüzü için oldukça zorlu, bir o kadar da şanlı çıkışlara gebe bir süreç vardır.

Bu sürece hazırlanmak demek, bir-iki konuşma ile sonuç elde etmek demek değildir. Bu yanlış beklentidir.

Birleşik Emek Cephesi (BEC), aslında, işçi sınıfının mücadelesinin doğru hattıdır. Elbette bunu gerçekleştirmek zordur. Ama olanaklıdır.

Mücadeleye daha geniş bir perspektiften bakmak gerekir.

Dünya, sanıldığı kadar büyük değildir. Bugün dünyanın her yerinden işçi eylemleri, direniş haberleri gelmektedir. Bu direnişlerin gelişimi, başka ülkeleri de etkileyecek şekildedir. Bu nedenle, “şurada şu eyleme gelmeyen ile nasıl BEC konuşalım” demek, olumsuz bir abartıdır. Yorgunluk belirtisidir. Oysa mücadele edenler, tüm zorluklara rağmen yorulmayanlardır. Onlarca kere denediğimiz şeyi, tekrar deneyebilmek, aslında devrimci bilincin ürünüdür. Bu devrimci bilince, bu devrimci morale gölge düşürmemek gerekir. Nasıl ki, mücadelenin zorluklarını görmemek ateşle oynamak ise, aynı biçimde sadece bu zorluklara bakarak geri durmak da umutsuzluğa kapılmaktır. Oysa en çok bugün, bu çakal ulumaları, bu katliamların içinde gelişmekte olan gelecek güzel günleri görebilmek önem taşımaktadır.

Büyük bir cesaretle, işçi sınıfına, özellikle de genç işçilere, gerçekleri açıklamak gereklidir. Buradan geri durmadan, çıkış yolunu, devrimci yolu, BEC yolunu göstermek gerekir.

BEC, sadece bir araya gelmekle sınırlı değildir. BEC, aynı zamanda işçilerin gözlerini devrime dikmelerini de istemek demektir. Ve elbette BEC, ne başka örgütlenmelere engeldir, ne de her siyasal grubun kendi örgütlenmesinin önünde bir engeldir. İkisi de değildir. BEC, uzun soluklu çıkış yoludur. İşçi sınıfının toplumsal öncülüğe soyunmasının da yoludur.

Direnişler gelişecektir. Bugün bunu durdurmaları mümkün değildir. İşçi ve emekçiler gelişmiş bir örgütlülükten yoksun olmalarına rağmen, bu mücadelenin içindedirler. Bu direnişlerin daha örgütlü, daha yaygın hâle getirilmesi, BEC ile mümkündür.

BEC sadece işçilerin birliği demek değildir. Kadın hareketinin, öğrencilerin, avukatların, doktorların, kısacası toplumsal mücadelenin tüm aktörlerinin ortak cephesidir. Sabırla, inatla, bilinçle, emekle örgütlenecektir. Devrime inanç, bu örgütlenmenin temelidir.

İşçi sınıfı ancak mücadele içinde, ancak mücadele ettiği ölçüde, gerçek anlamda sınıf bilincine erişecektir.

Hareket etmeyenin öğrenme şansı yoktur. Seyrederek ancak düşmanın ne denli zalim olduğu gözlenebilir. Oysa bizzat mücadele edenler, o zalimliğin kaynaklandığı korkuyu, egemen sınıfların cennetlerini kaybetme korkusunu görebilirler, anlayabilirler.

Burjuvazinin, egemenin saldırılarının nedeni, artan korkusudur. Yoksa en sıradan bir hak arama eylemine, bu denli vahşice, devletin tüm güçleri ile saldırmaları açıklanamaz. Korkuyorlar. Bu nedenle, her eyleme, basını, copu, TOMA’sı, yargısı, ordusu, polisi vb. ile saldırıyorlar. Bunca yalan, burjuva kalemşörlerin kalemlerinden damlayan kan, aslında işçi ve emekçileri susturmak içindir.

2022 yılının sonuna geldiğimiz şu günlerde, ülkemizde sınıf mücadelesi öne çıkmaktadır. Sınıfların arasındaki savaşımın üzerini örten karanlık da dağılacaktır. Ve kimsenin kuşkusu olmasın ki, mücadele daha da sertleşecektir. Bu nedenle, işçilerin, kadınların, öğrencilerin, çevrecilerin direnişi çok ama çok önemlidir. Ne bu direniş bitecektir, ne de başka ülkelerde ortaya çıkan direnişler bitecektir.

Bu nedenle, telâşa düşmeden, büyük bir güvenle, kararlılıkla doğru ve devrimci rotada yürümeyi, adım adım örgütlenmeyi elden bırakmamalıyız. Mesele ceylan gibi yeryüzünde hareket edebilmekte değil, mesele köstebek gibi yerin altını kazma becerisindedir.

Gezi Direnişi, bir kendiliğinden sosyal patlamadır. Bize, birikmiş öfkenin nasıl bir sele dönüştüğünü göstermektedir. Mesele bunun varlığını bilmek ise, artık bunu biliyoruz. Mesele buradan bir devrimci zafere yürümek ise, işte şimdi örgütlememiz gereken de budur.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz