2024 yazında işçi sınıfının durumu üzerine

1 Mayıs 2011 | Taksim Meydanı

Kaldıraç’ın Ağustos 2024 sayısında, yayınlanan ilk yazıda, başlıkta bir soru var: “Kim kimi ne sanıyor?” Üç sendika konfederasyonu birlikte ortak açıklama yaptılar ve bu evlere şenlik açıklamayı konu alan bir değerlendirmedir.

Üç sendika konfederasyonu!

Dile kolay söylemesi; bunlar koskoca konfederasyonlardır. Kelimenin ağzı dolduruşuna bakın hele, “konfederasyon”lar, ortak açıklama yapacaklar. Demek büyük bir şey olacak gibidir. Öyle sinek vızıltısı değil de sanki bir aslan kükremesi gelecektir. Konfederasyonlar, hem de üç en büyüğü, açıklama yapacaklar!

Ama, bunlar ne kadar konfederasyon olsalar da, adlarında işçi sözcüğü geçse de, işçi sendikası olmaktan o kadar uzaktırlar. Hele ikisi, işçileri, ancak çuvala koymak, aldatmak için hatırlarlar. Ve DİSK de, sertleşen sınıf mücadelesine göre daha işçi sendikacılığına sarılacağına, onlara yakınlaşmayı kendine uygun görmekte gibidir. İstemeyiz elbette, ama 1 Mayıs 2024’te gördüğümüz tam da bu olmuştur ve 1 Mayıs kutlamalarının hemen ardından, Özel ile Erdoğan’ın yumuşama buluşmasının üzerinden 1 ay geçmiş iken, DİSK’in “normalleşme”yi sendikal alanda taşımasını görmüş olduk. Elbette hâlâ sağlam durmanın, hâlâ “normalleşme” adına efendilere boyun eğmemenin bir yolu vardır. İsterlerse, irade gösterirlerse, belki bir adım atabilir ve işçi sendikası olmaya evrilebilirler.

Üç koskoca konfederasyon, imzaladıkları ortak açıklamada, işçi sınıfının hiçbir sorununu dile getirmediler.

Sadece Saray’ın yetkililerine, “biz bu gelmekte olan selin” önünde duramayız, diye seslenecek bir yol buldular. Gelmekte olan sel, yükselecek işçi direnişleridir. Ve bu hem Gezi Direnişi’ni, hem de 15-16 Haziran Direnişi’ni hatırlatmaktadır.

Sınıf savaşımı sertleşecek.

Ve daha şimdiden bu durum, görevi devlet adına sendikacılık yapmak olan sendika mafyasını zora sokmakta, sıkıştırmaktadır.

Sendikalar, işçi sınıfının bir sınıf olarak çıkarlarının temsilcisi olduklarını hep birlikte reddettiler. Sadece sıradan bir “vatandaş” olarak, dertlerini sıralamışlardır. O da, oldukça güçsüz olarak.

Oysa adlarında konfederasyon yazılı bu üç sendika bir araya gelmiş iken, insan, kapitalistleri, devleti sıkıştıracak, zora sokacak, okkalı açıklamalar ve eylem planları bekler.

Boşunadır, beklemeyin. İşçiler, işçi sınıfının eylemlerine bakarak harekete geçme eğilimindeki diğer tüm toplumsal kesimler, artık, birer örgüt olarak bu devlet sendikalarından bir şey beklememelidir.

Elbette, birçok irili ufaklı sendika vardır ve bunlar gerçek işçi sendikalarıdır. Birer işçi sendikası olarak, işçi sınıfının birliğinden yanadırlar ve bunu mücadele birliği olarak düşünmektedirler. Elbette bu sendikalar, işçi sınıfının çıkarlarını açık ve net bir dille savunmaktadırlar. Ama bunlar, küçük sendikalardır, yeterince güçlü değildirler. Buna rağmen, bu sendikaların varlığı çok büyük bir öneme sahiptir.

İşte bu durum, bizi, yeniden işçi sınıfının durumunu ele almaya, bu konudaki belli başlı başlıkları ortaya koymaya zorluyor.

1

Sendikalar, büyük ölçüde işçi sendikası değildir. Bu, 12 Eylül ile oluşturulmuş bir sistemdir ve sendikalar, eskinin sendika bürokratlarından farklı olarak, bugün bir sendika mafyası şeklinde örgütlenmişlerdir.

Saray Rejimi, bu işi daha da ileri taşımıştır. Sendika mafyası, doğrudan siyasal amaçlarla, Saray adına işçi hareketine müdahale etmektedir. Saray adına müdahale etmek, devlet adına müdahale etmek, elbette işveren, kapitalist adına müdahale etmek demektir.

Bunun iki anlamı vardır: İlki, sendikalar büyük ölçüde işçi sınıfını kontrol etme aracıdırlar. Mücadele etme aracı değildirler ve işçilerden uzaktırlar. İşçiler bu durumun farkındadır ve yıllarca bu sendikalarda faaliyet yürütmemektedirler. Bu sendikalar tarafından sürekli ihbar edilmektedirler. Bu nedenle, sendikalaşma da gelişmemektedir. Sadece bu nedenle değilse de, bu durum sendikalaşma eğilimini kıran büyük bir faktördür.

İşçi, gerçekte sendikaların kendini sattığını, haklarını savunmadığını, kendisini ihbar ettiğini vb. biliyor. Bunun defalarca yaşanmış örneği vardır. Ama nasıl ki, her gün fabrikaya, her gün işyerine derisi soyulacak bir koyun gibi başı öne eğik şekilde gidiyorsa, yine başını kaldırmadan, sendikaların büyük çoğunluğunun kendilerini sattığını da biliyor.

İkincisi, devlet tarafından kontrol edilen, sendika mafyası tarafından yönetilen bu sendikalar, işçi sınıfına karşı birer siyasal varlıktırlar. Yani, Türk-İş, Hak-İş vb. birer siyasal örgüttür. Bu sendikalar esas olarak işçi sınıfına karşı, anti-komünist, ırkçı, gerici, neoliberal siyasetin aracılarıdır. Bunlar, öyle masum sendikalar değildirler. Bu nedenle, gerçek anlamda mafyatik bir örgütlenmeleri vardır. Zaten işçiden gelen aidatların üzerine konmak için, öyle sıradan bir sistem yeterli değildir. Hiçbir sendika, mesela her ay, gelir ve gider tablolarını basına vermez. Bunu yapmayan bir sendika, mesela bir belediyedeki yolsuzluğu, bir kamu kurumundaki yolsuzluğu nasıl deşifre edebilir ki? Sendikalar bir yandan devasa şirketler gibidir. Ankara’da Türk-Metal Sendikası’nın merkezini görün, zaten bu durumu anlayacaksınız. İçine hiçbir işçinin girmediği bir holding binasıdır ve içeride MİT’in adamları bile çalışmaktadır. Hem büyük birer holdingdirler, hem de her holdingin mafya bağlantıları gibi mafyatik örgütlenmelere sahiptirler. Bir siyasal parti gibi duran MHP, nasıl ki paramiliter bir örgüttür, bunun sendikalarda da uzantısı vardır. Bu mafyatik örgütlenme, büyük paraların döndüğü sendikada, gerektiğinde sendika yöneticilerini de hizaya getirme işinde kullanılmaktadır.

2

TC devleti, bugün olağanüstü bir devlet örgütlenmesi ile, Saray Rejimi ile yürümektedir. Saray Rejimi’nin bazı ilkeleri, son derece net olarak temsilcilerinin metinlerinde ifade bulmaktadır. TC devleti, açık olarak bir iç savaş mekanizmasının gereğini yerine getirmektedir. “Ya bizden yana tarafsın ya da bertaraf olursun,” tam da bunu ifade etmektedir. İç savaş yaklaşımıdır bu.

Bu topraklarda, yarı açık, bir iç savaş yürümektedir. Kürt halkına, Kürt devrimine karşı yürüyen savaş da bunun bir parçasıdır. Orada bu iç savaş açıktır. Ama Gezi Direnişi’ne kadar Batı’da örtülü olarak yürütülen iç savaş, artık yarı-açık bir hâl almıştır.

Yarı-açık, eğer halk dili ile söyleyecek olursak, “görmek isteyen gözler için” açık demek olur. Bu iç savaşı görmek istemeyen bir sendika uzmanı profesör, elbette devleti karşısına alacak açıklamalardan geri duracaktır. TÜİK yalan mı söylüyor tartışmaları budur. Bir grup akademisyen, tümü ile bilimsel kaygılarla ENAG ile enflasyon açıklamaları yapmaktadır ve başlarına gelenlere bakılırsa, hiç de düşündükleri gibi, gayri siyasi bir iş yapıyor değiller. Ama bizim sendika uzmanlarımız, anlı şanlı profesörlerimiz, ekonomistlerimiz, ENAG’ın rakamlarını değil de, her fırsatta TÜİK rakamlarını kullanmaktan geri durmamaktadır. Oysa iç savaşın yürüdüğü bir toplumda, devlet organları elbette resmî yalanlarını sürdürecektir. Bundan daha “normal” ne olabilir? Ekonomistlerimiz, profesörlerimiz, yüzlerini devlete çevirerek, kelimeleri eğip bükerek konuşmaya son vermek zorundadırlar; yüzünüzü işçilere çevirin, direnenlere çevirin, onların direnişleri olmamış olsa, siz bugünkü hâliniz kadar bile konuşamayacaksınız. İşçi hareketini destekler gibi yapmayın, sadece gerçekleri ortaya koyun. Yok TÜİK yalan söylüyor, yok şu yalan söylüyor, diyerek geçiştirmeyin. Şöyle başlayın, ENAG’ın rakamlarına göre enflasyon şudur, bunu temel alıyoruz, çünkü Saray Rejimi her konuda yalan söylemektedir. Onların hiçbir rakamını temel almayız, deyin.

Yani nereden bakarsak bakalım, bu iç savaş koşulları, sizin amacınız ne olursa olsun, eyleminize siyasal bir içerik katıyor. ENAG’ın yaratıcıları, aslında bir ekonomik-istatistikî iş yapmışlardır, amaçları budur. Ama bu aynı zamanda resmî yalana karşı durmak anlamına geldiği için, onlar istemese de siyasallaşmaktadır. Bundan kaçış yoktur.

Diyelim ki siz, hayvanların katledilmesine karşı tutum alıyorsunuz. Bahçeli’nin kim uyuyor, ne zaman uyuyor gibi abuk subuklukları ile dalga geçerek kendinizi avutamazsınız. Ama bizim liberal solcularımız bununla kendilerini oylayabilirler. Oysa Bahçeli’nin “püskevit” açıklamasından farklıdır durum. Siz, saf hâlinizle hayvan sevginizi dile getirmek isteyebilirsiniz ama karşınızda, her türlü organı ile Saray Rejimi’ni bulursunuz ve sizin eyleminiz, siz istemeseniz de, siyasal bir anlama bürünmeye başlar. Bu durumda, hayvanları ile birlikte doğayı, ve insana özgürlüğü savunmak zorunda kalırsınız. Ve bunda ister tutarlı olun, ister olmayın, sizin karşınıza tıpkı Cumartesi Annelerinin karşısına dikildikleri gibi dikilecekler. İşte siyasal bir eylem yapmış oldunuz. Oysa bundan kaçınmak istiyordunuz.

Türk-İş başta olmak üzere devlet yanlısı sendikalar birer siyasal varlıktırlar.

Her eylem siyasal bir anlam kazanma eğilimindedir.

Bu nedenle, işçi sınıfı, salt sendikacılık yaparak yolunda yürüyemez.

Gezi’den bu yana, eylemlerin siyasallaşması artmaktadır.

3

İşçiler, bugün, büyük ölçüde siyasal mücadele alanından uzak durmaya çalışmaktadırlar. Bu nedenle, burunları, burjuva politikacıların ve sendika mafyasının b.kluğuna batıp durmaktadır. Bu konudaki rehberleri de bu “uzmanlar”, bu gerçeği bildiği hâlde saklayan profesörler, bu liberal solcular, bu kapitalist sistemin dolaylı savunucularıdır. Bu yolla işçiler, devrimci mücadeleden uzak durmanın, devrimci sosyalist bir çizgide mücadele etmemenin, kendilerini hapisten, coptan, mahkeme kapılarından kurtaracağını sanmaktadırlar.

Daha da kötüsü, devrimci mücadeleden uzak dururlarsa, istek ve taleplerinin “yetkililerce”, yani devletin yöneticileri tarafından “makul” istekler olarak kabul edilip dikkate alınacağını düşünmektedirler.

Ve en kötüsü, kendilerine bunu tavsiye eden sendikacıları, sözüm ona solcu profesörleri vb. dinlemekten bıkmamaktadırlar.

Oysa durum hiç de böyle değildir.

Her ay, yüzlerce işçi eylemi gerçekleşmektedir.

İşçiler, kendi fabrikalarında gerçekleşen eylemlerin dışındaki eylemleri bile bilmez, ondan haber alamaz hâlde yaşamaktadırlar. Sendikalar, mesela koca konfederasyonlar, sadece alt alta sıralayıp, bu işçi eylemlerini ayrımsız yayınlamazlar. Bu profesörlerden biri, kalkıp da bu eylemleri alt alta saymaz.

Her gün, iş ve yaşam koşulları kötüleşmektedir. Birçok yerde işçiler, filmlerde tasvir edilen kölelik koşullarından daha ağır koşullarda çalışmaktadırlar. Patronlar kârlarına kârlar katarken, onlara düşen kırıntılar bile her gün daha fazla azalmaktadır. İşçiler, birçok iş kolunda işe giderken, sabah eşleri ile, ev halkı ile vedalaşmaktadırlar. İşyerlerinde ölüm kol gezmektedir. İşsizlik tırpan ile dolaşmakta, her gün işçiler işlerinden atılmaktadır. Ve işte kalanlar, kendilerini şanslı hissetmekte, bu his içinde günde 12 saat çalışmaktadırlar.

Ve bu üç konfederasyonun, adları konfederasyon olan sendikaların hiçbiri grev çağrısı yapmamaktadır.

Oysa tıpkı gösteri gibi, tıpkı yürüyüş gibi, tıpkı boykot gibi, grev de yasal bir haktır. Ve yasal haklarına bile sahip çıkmaktan aciz sendikacılar, çıkıp ekranlarda, asgarî ücret üzerine tartışmakta, demokrasi konusunda nutuklar atmaktadırlar.

İşçiler, her eylemlerinde siyasal iktidarı karşılarında bulmaktadırlar. Her hak arama eyleminin karşısında polis, jandarma, basın, mahkeme vb. ile siyasal iktidar, Saray Rejimi, devlet, bir karanlık olarak tam tekmil dikilmektedir.

1 Mayıs 2024’teki su sarnıcının önündeki sahne, unutulmamalıdır.

İşçiler, siyasal alana ilgi duymak zorundadırlar. Karşılarında burjuva devlet, siyasal bir varlık olarak vardır. Sendikaları kontrol etmekte, sokakta işçileri coplamakta, hapse atmakta, burjuva basın aracılığı ile tüm eylemleri gizlemektedir. Yani, kolluk kuvvetleri, basını, mahkemeleri, profesörleri, sendika mafyası, siyasal partileri ile, işçi sınıfının karşısına dikilmektedir. Bu durumda, aman siyasete bulaşmayalım, aman devrimcilerden uzak duralım anlayışı, var olan durumu olduğu gibi sürdürmeye razı olma anlayışıdır.

İşçi sınıfı devrimcileşmek zorundadır.

4

Gerçekte bu durum, onların, egemenlerin, Saray Rejimi’nin korkusunu ifade etmektedir.

Ancak işçiler, açıkça bilmelidirler ki, siyasetten, devrimcilerden uzak durarak, sendikal adımlar da atılamaz.

Diyelim ki, bir işyerinde sendikalaşmak istiyoruz. Bunu normalde sendika ile birlikte yapmak mümkündür. Ama çoktan beridir bu ülkemizde mümkün değildir. Sendika, hemen sizi ihbar edecek ve sendikal mücadele yürüten işçiler işten atılacaktır. Sendika uzmanları ve profesörler, korkuları nedeni ile işçilere bunu söylemezler. Söyleyeni de sendika mafyası yerinde tutmaz. Bu nedenle, bazı sendikacıların, devlet adına iş yaptıkları için, devrimcileri, olur olmadık yerde tehdit etme cesaretini göstermeleri boşuna değildir. Yani, öyle sözle mücadele edilecek bir durum ortada yoktur. Bu ciddi bir durumdur ve sınıf savaşımı, sanıldığından çok daha sert bir savaştır. Bizim haklı taleplerimize bakarak, bunun bir savaş olmadığını sanmak, çocukluktur.

Sendikalaşma faaliyeti, yarı gizli bir faaliyet olarak yürütülmek zorundadır. Sendikalaşmanın başarıldığı her iş yerinde, sürece bakın, bunu göreceksiniz. İşçiler, “biz en doğal, yasal hakkımızı kullanıyoruz, sendikal çalışma yapıyoruz” demelidir, ama bunu yaparken, her türlü önlemi almak zorundadırlar. Bu da siyasal bir bakış açısını gerektirmektedir.

Demek ki, siyasal mücadeleden, devrimci mücadeleden uzak durarak, en sıradan sendikal çalışma dahi yapılamaz. Yasal bir hak olduğu hâlde durum budur.

Siyasal açıdan korkunun yenildiği yerlerde, eylemler daha hızla gelişmekte ve bu nedenle basının karanlığını yenerek haber hâline gelebilmektedir.

İnsanların kendileri için meşru olarak tanımladıkları eylemler, daha hızla kalabalıklaşmaktadır. Hayvanların katledilmesine karşı eylemlere bakın, bunlar kendileri için meşru olarak görülen insanların eylemleridir ve bu eylemlerin belli kalabalıklar toplaması daha da olanaklı olmaktadır. İşçiler, kendi eylemlerini, en başta kendileri için meşru görmelidirler. Mahkeme salonlarında, “sen eyleme niye katıldın” diye sorana, “katıldım, çünkü hakkımı istiyorum” demekten geri durmamalıdır. Egemenden insaf beklemek, onların gözünde iyi görünmeye çalışmak, aslında kendi eylemini de reddetmek demektir.

Fabrikaya kuzu gibi, kendi dersini yüzdürmeye giden hâlden, artık sıyrılmak gerekir.

5

Ülkenin her yerinde, her gün sayısı giderek artan eylemler ortaya çıkmaktadır. İşçilerin eylemleri, gençlerin eylemleri, kadınların eylemleri, çiftçilerin eylemleri, çevrecilerin eylemleri, hatta son dönemde vergi ve cezalara karşı esnafın eylemleri, sürekli ortaya çıkmaktadır. Bu eylemler, yerel, dağınık ve daha çok kendiliğinden karakterdedir. Deprem bölgesinde yükselen eylemler de böyledir. Eylem ve direniş yoksa, Saray Rejimi, rant politikaları gereği, “rezerv alan” politikası ile, daha da halkın üstüne gelmektedir. Egemen, tekeller, onların ardındaki uluslararası sermaye, açgözlü bir biçimde sürekli saldırmaktadır. Ve işçi ve emekçiler, savunma pozisyonunda, “aman kargaşa çıkmasın” mantığı ile hareket etmemeye son vermek zorundadırlar.

CHP, sürekli olarak “aman provokasyon olmasın” mantığı ile, eyleme katılacak olanları engellemektedir. CHP mantığı ile hak ve hukuk savunulamaz. CHP mantığı, teslimiyet mantığıdır, egemenden aman dileme mantığıdır, sadaka kültürünün uzantısıdır. CHP mantığı, devletten ve işverenden hakkını almak için başlayan eylemin, devletin ve işverenin kucağına oturtulması mantığıdır. CHP’nin masalcılarını, liberal solun üfürükçülerini dinlemeye son vermenin zamanıdır.

En son, çiftçilerin eylemleri ortaya çıkmıştır. Çay, fındık, buğday üreticilerinden sonra, domates üreticileri de harekete geçmiştir. Bursa’da yolu kesen domates işçileri, ancak bu ileri eylemle gündem olabilmiştir. Domatesini ineklere yedirmek bir eylem biçimi olarak geride kalmıştır. Ama yolu kesmek, sesini duyurmak için geçerli bir eylem biçimidir. Yolu arayan, bir yol bulabilmektedir.

İşçiler yolları kesmeden, fabrikalardan sokaklara taşmadan, kendi seslerini duyuramazlar. Masalcıları ve üfürükçüleri dinlemeye son vermek gerekir.

6

İşçi sınıfı, (a) siyasal eylemlerden, devrimci örgütlerden uzak durarak bir sonuç elde edemez. Bunu anlamak için, 40 yıllık bir deney var. Tekel işçilerinin direnişi, tersini göstermiştir. Bugün iktidara yakın sendikalar, iktidar ve devlet için siyaset yapmaktadırlar ama işçilere siyasetten uzak durun demektedirler. Bu ikiyüzlülüğe son vermek gerekir. Bu üfürükçü profesörleri, cinci hoca gibi davranan uzmanları, oldukları gibi, Cübbeli Ahmet’in insafına terk etmek gerekir. Gitsinler, onunla yarışsınlar, işçi sınıfından uzak dursunlar. (b) İşçi sınıfı, sadece kendi sorunlarına ilgili kalarak mücadele edemez. İşçi sınıfı, kapitalist toplumun en devrimci sınıfıdır ve tüm toplumsal mücadeleye öncülük etmek zorundadır. Değil öncülük etmek, bugün işçi sınıfı, kendi günlük eylemleri dışında gelişmekte olan toplumsal eylemlere ilgi duymak konusunda bile geridir. İşçi sınıfı, gerçekte bu sorunların tümünün odak noktasındadır. Hileli ekmek en çok işçiyi etkiler, pahalı tarım ürünleri en çok işçi sınıfını etkiler, paralı eğitim, paralı sağlık hizmeti, kentlerin ulaşımı en çok işçiyi ilgilendirir. Bunlara uzak durmak, işçi sınıfının kendini yalnızlaştırır. (c) İşçi sınıfı sendikalarını kendi sendikaları hâline getirmek zorundadır. Bu sanıldığı gibi, kolay bir iş değildir. Bunun için, işyerlerinde komiteler kurmalıdır. Bunun için alternatif sendikal örgütlenmeler yaratmalıdır. Bunun için, fabrika dışında da bir örgütlenme sürecine girmek zorundadır. Sendikacı kılıklı adamların, işçileri, devrimcileri açıktan tehdit ettiği bir dönemdeyiz. Öyle, kurallara uyarak bu adamların sendikaları devrimci işçilere terk edeceklerini sanmak mümkün değildir. Bunu yapmak zorunda kaldıklarında geri çekilirler. Yani, sendikalar, bu sendika mafyasından, tırnaklarımızla, mücadele ile geri alınacaktır. İşçi sınıfının üzerine bir asalak gibi yapışmış bu kan emicileri, etimizin bir parçasını da kopartıp atarak, sırtımızdan indirebiliriz. (d) İşçi sınıfı, grev silahını kullanmak zorundadır. Grev işçilerin üretimden gelen güçlerini kullanmaları için, mücadele ile ortaya çıkmış olan bir silahtır. Yasaların bile tanıdığı grev silahı, ülkemizde kullanılmamaktadır. Saray Rejimi, büyük zenginlere, TÜSİAD üyelerine, “sayemizde grevler erteleniyor” demekten geri durmuyor. Bu denli açık bir konudur bu. Grevsiz sendika diye bir hayal kursa işverenler, işte bunu gerçekleştirmiş durumdadırlar. Kaldı ki, grev çeşit çeşittir. Sözleşme için grevler ortaya çıkabileceği gibi, hak ihlalleri için de grevler vardır, başka bir yerdeki işçilerin grevlerini desteklemek için dayanışma grevleri de vardır ve hattâ, tüm ülkedeki işçi sınıfının durumu nedeni ile ortaya çıkacak genel grevler vardır. Mesela emeklilik, asgarî ücret, kıdem tazminatı sistemi vb. birer genel grev konusudur ve bu genel grevler, siyasal hedefler için de yapılabilir, yapılmalıdır. Bu yüzlerce yıllık işçi sınıfının mücadele tarihinin bize gösterdiği şeydir. (e) İşçiler sokaklara çıkmak, eylemlerini tüm topluma duyurmak, alışılmış eylem biçimlerini aşmak, kolluk kuvvetleri ve devletin izin verdiği eylemlerle yetinmeye son vermek zorundadır. (f) İşçi sınıfı, dünya işçi sınıfı ile kardeş olduğunu anlamak zorundadır. Bunun için, işçi sınıfı, kendi tarihinin bilincine varmalıdır. Mesela savaş koşullarında, savaşa giren tekelleri, para babalarını desteklemek, ulusal çıkar adı altında kendi çocuklarını savaşa göndermek ne demektir? Bunu anlamak için, işçi sınıfının tarih bilincine sahip olması gerekir. Dünyanın başka ülkesindeki işçi kardeşlerine karşı kin vb. gütmek, göçmen işçileri kendine rakip görmek, aslında burjuvazinin milliyetçi politikalarına kanmaktır. İşçi sınıfının vatanı, tüm yeryüzüdür. Bu yeryüzünde her ülkede kardeşleri, dostları vardır, her ülkede iktidarda olanlar da düşmanlarıdır.

7

Önümüzde derin bir ekonomik kriz ve savaşa bağlı olarak sınıf mücadelesinin daha sertleşeceği bir süreç durmaktadır. İşçiler, ve emekçiler, kadınlar ve gençler, daha kötü yaşam ve çalışma koşulları ile karşı karşıya kalacaklardır.

Saray Rejimi, kapitalistlerin, tekellerin, para babalarının, uluslararası sermayenin iktidarıdır. Bu iktidar, onların istedikleri programı uygulamaktadır. Her gün tekellerin istediklerine uygun olarak, işçi ve emekçiler daha da yoksullaşmaktadırlar. Her gün soframızdan ekmeğimiz çalınmaktadır. Bunun daha da artacağından kuşku yok.

Ne savaş bitecektir, ne de kriz.

Savaş her geçen gün daha da yoğunlaşacak, daha da yakınlaşacaktır. İsrail’e karşı açıklamalar yapanlar, el altından İsrail için çalışmaktadır. İşçiler, tüm İsrail’e ihracat yapan, onlara iş yapan fabrikalarda üretimi durdurmalıdırlar. Başka bir yolla, İsrail’e akan desteği durdurmak mümkün değildir. Dün İstanbul limanlarından İsrail’e gerçekleşen ihracat, bugün Yunanistan üzerinden, Pire limanından gerçekleşmektedir. Sadece bir günlük bir gecikme ile ve tüm hızı ile bu işbirliği sürdürülmektedir. İsrail’in bombalarıyla ölen sivillerin kanları, Saray Rejimi’nin de elindedir, sadece ABD ve İngiltere’nin elleri kanlı değildir. Tüm NATO ülkelerinin, tüm Batı’nın elleri kanlıdır. Bunu durdurabilecek tek gerçek güç, işçi sınıfıdır ve işçiler ellerini şalterlere uzatmak zorundadır. Şöyle bir hayal kuralım, diyelim ki, Yunanistan’da, Kıbrıs’ta, Türkiye’de, Irak’ta, Mısır’da işçiler üretimi aynı anda durdurursa, gemiler çalışmazsa, fabrikalar grev çadırları ile süslenirse, bu 1 ay devam ederse, acaba ortaya bu tiyatrodan bir tek şey kalır mı? İşçi sınıfı bunu yapacak potansiyele, olanaklara sahip olan tek güçtür. Tek sorun, işçi sınıfının devrimcileşmesindedir, örgütlenmesindedir.

Savaş ve kriz, işçi sınıfı ve halk için yaşamı daha çekilmez kılmaktadır.

Tüm bu süreç, işçi ve emekçilerin eylemlerinin daha da artacağının kanıtıdır.

Sınıf savaşımı keskinleşecek, cepheler netleşmektedir, daha da netleşecektir.

İşçi sınıfı, bu sürece karşı, hem kendi içinde sınıf tutumunu geliştirecek bir birliği, birleşik emek cephesini örmek zorundadır, hem de devrimcileşmek zorundadır. Saray Rejimi’nin baskı ve şiddeti, Saray Rejimi’nin CHP eli ile işçi sınıfını oyalaması, onu sahte seçim vaatleri ile avutması, işçi sınıfının gelişecek eylemlerini ve devrimcileşmesini önlemek içindir.

Çözüm, işçi sınıfının birleşik emek cephesinde birleşmesindedir ve devrimcileşmesindedir.

Tüm devrimci hareketler, bu yolda, bahane üretmeden ortak adımlar atmak zorundadır.

Önümüzde eylemlerin, direnişlerin artacağı bir süreç durmaktadır. Çok değil, sonbahar sonrasında, bugün artmaya başlamış olan eylemlilik daha da artacaktır. Bu günden, sürece hazırlıklı olmak gerekir. Elbette bu, dikensiz gül bahçesinde yol almak demek değildir. Sürecin tüm zorluklarını bilerek, işçi sınıfının devrimcileşmesi, örgütlenmesi yönünde adımlar atmak gereklidir.

Sürekli olarak “nerede işçi sınıfı” diye sormak yerine, işçilerin zaten gelişmekte olan, her gün bir yenisine şahit olduğumuz ama medyanın karanlığını delemeyen eylemlerine gözü dikmek gereklidir.

Mesele hangi yöredeki insanların kime oy verdiği meselesi değildir. Hem Saray’ın yalanlarını bileceğiz, hem de sanki halk bu Saray Rejimi’ni oylamış ve seçmiş gibi davranacağız, bu kabul edilemez.

Saray Rejimi, seçimle gitmez.

Bir sonraki seçimlere kadar sabır gibi politikalar, aslında kitleleri uyutma politikalarıdır. Saray Rejimi, CHP de içinde, bir olağanüstü devlet örgütlenmesidir. Bugün, Erdoğan’a öfkeli olanları kurtaracak olan alternatif CHP değildir. Tersine, halkın bizzat kendi eylemleridir. Bu nedenle işçi sınıfının, gelişmekte olan eylemlerine, tüm ülkede ortaya çıkan direnişlere gözü dikmek gerekir. Devlet, bugün ikili bir politika sahneye sürmüştür, bir yandan Saray eli ile doğrudan baskı ve şiddeti devreye sokmuştur, diğer yandan ise sözüm ona muhalif partiler eli ile halkın öfkesini kontrol etmek istemektedir. Bu ikili politikaya izin vermemek gerekir. Bu nedenle, işçilerin eylemlerine, tüm direniş hattından yükselen eylemlere emek vermek gerekir.

İşçi sınıfının devrimcileşmesi ve birleşik emek cephesi, birbirini tamamlayan süreçlerdir. Birleşik emek cephesinin çekirdeği, elbette devrimciler olacaktır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz