ABD hegemonyası, “Batı değerleri” ve savaş

Biden hükümeti ile birlikte, ABD’nin çözülen hegemonyasını durdurma ve egemenliğini devam ettirme yolundaki savaşı, başka biçimler almaya başladı. Bu başka biçimler elbette, “bilinmez” ya da “beklenmez” şeyler değil. Ama yine de durumu analiz etmek, gerçekliği bir kere daha bu gözle ortaya koymak faydalı olacaktır.

Birçok liberal için, Trump ile yaşanan “hayal kırıklığı”, kutsal “Batı değerleri”nin gördüğü zarar, Biden ile telafi edilecek, kutsal “Batı değerleri” yeniden şahlanışa geçecekti.

“Batı değerleri”ni tartışmak daha geniş bir alan alır, ama “Batı ittifakı”nın bir çeşit “welcome Amerika” ile canlandırılmaya çalışıldığı açık.

Trump, sanki, “avam” olmak demek idi ve sanki Biden, bir “beyefendi” olarak geri geliyordu. Biden, “kurumların” adamı idi. Ama galiba üç örnek, durumun hiç de sunulmak istenildiği gibi olmadığını ortaya koymaya yeterli olmuştur. Zor oyunu bozdu şimdiden.

Hepsi de Mart 2021’de gerçekleşmiştir.

İlki, bir gazetecinin “Putin için katil diyebilir misiniz” sorusuna, “hımmm, hımmm evet” demesi ile ortaya çıktı. Anlaşıldı ki, Biden, aslında diplomatik alanda, Trump’tan daha “beyefendi” değil. Eğer zekâ, ABD devlet bürokrasisinde kendini “diplomatik” üslupta ortaya koyuyorsa, Biden ile Trump’ın zekâ düzeylerinde bir farklılık yok. Hamburger yiyen, bira içen, gösteriş adına kendisi olamayan, herkesi kendinden küçük, kendini ise en büyüklerden de büyük gören bir anlayış ve yaşam tarzının şekillendirdiği bir zekâ. Söylentilere göre Biden, Putin’den “aynaya bakmasını öneririm” sözünü duyunca aynaya da bakmıştır.

Mart ayının başlarında, Biden, yardımcısı Kamala Harris için, “devlet başkanı” ifadesini kullanmıştır. Eğer, ABD tekellerine bir kinayede bulunup, durumu biliyorum diyerek zekâsını göstermedi ise, muhtemelen başkanın kendisi olduğunu unutmuştur. ABD tekelleri, aslında Kamala Harris’i Biden’ın yanına koyarak, gerçek başkan olarak düşünmüşlerdir. Obama döneminde Biden’ın gerçek başkan olması gibi. Biden’ın, sağlık sorunlarının farkındadırlar. Bu nedenle Harris “aslında gerçek başkan”dır yorumları da çok yapılmıştır. Biden hasta olacak ve yerine Harris geçecek düşüncesi yaygındır. Ama yine de, Biden’ın, bu kadar erken bir zaman diliminde Harris’i başkan sanması tuhaftır. Hadi diyelim bizimkisi cuma namazlarından sonra, aldığı afyonun etkisi ile “uçuyoruz” diyor ama, Biden’ınki ne ?

Üçüncü olay ise 24 Mart’ta yaşandı. Göç krizi konusunun ele alındığı bir toplantıda Biden, işin sorumlusunun Trump olduğunu söyledi. Bazı yanlış bilgiler de verdikten sonra, Beyaz Saray Özel Kalem Müdürü Ron Kline’a dönerek “bir sonraki konuya geçiyoruz ve … Ron kime hitap etmeliyim?” diye sordu. Beyaz Saray Özel Kalem Müdürü, hemen harekete geçerek basın mensuplarını dışarı çıkartmak üzere “basın mensuplarının artık gitme vakti geldi” dedi.

Demek oluyor ki, Biden demek, ABD “geri döndü” demek ise, bu geri dönüş, oldukça problemli bir dönüştür. Eğer Biden “Batı değerleri”nin koruyucusu olacaksa, Biden’ı da tanrıların korumasına ihtiyaç var.

Ama gelin işi biraz daha kapsamlı ele alalım, çünkü aslında Biden olsun olmasın, ABD yeni bir saldırı hamlesi başlatmak ve Batı ittifakını güçlendirmek için harekete geçmiş durumdadır.

Kısa tarih, faydalı olacaktır, belki biraz da hafıza tazelenmesi iyidir.

SSCB’nin çözülmesi ile “Soğuk Savaş” bir açıdan bitti. Soğuk Savaş’ın kazananı, başında ABD’nin bulunduğu, NATO, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası örgütlerle ifade edilen emperyalist sistem oldu. ABD başta, tüm emperyalist dünya sevinç çığlıkları attı.

Bir yandan Sovyetler Birliği dağıldı ve dünya kapitalizmi için Doğu Avrupa’da yeni bir pazar açılmış oldu. Ama öte taraftan, ABD’nin Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere diğer emperyalist güçler üzerindeki kontrolü artık “gerekli” olmaktan çıkıyordu. Elbette bu ABD açısından gönüllüce kabul edilecek bir konu değildi. Ama diğer emperyalist güçler, özellikle adı geçen 4’ü, ABD kontrolünden kurtulmak için hevesli idiler. ABD’nin askerî üstünlüğüne karşı, Almanya ve Japonya’nın ekonomik üstünlüğü devreye girmişti. ABD bu aşamada, askerî üstünlüğünü öne koyarak, “tek kutuplu dünya”, “imparatorluk” hedeflerini öne çıkardı. Aslında bu durum, iyi planlanmış da değildi. Bir açıdan zorunlu idi. Çünkü ABD’nin ekonomik alanda kaybetmekte olduğu, 1970’lerden beri sır değildi. Askerî alanda hâlâ güçlü iken, gerçekte NATO’nun kontrolü elinde iken, imparatorluk planını devreye soktu. Afganistan ve Irak işgalleri, aslında bu planın gerçekleşemeyeceğini gösterdi. Yine de ABD geri adım atmadı. Afganistan ve Irak işgalleri ile diğer Batı cephesi kendisinden uzaklaşmaya başlamıştı. “Batı değerleri” ise tam gaz devam ediyor, şahlanmış yürüyordu. Batı değerleri, tam da sömürgecilik, tam da köleleştirme, tam da yağma, tam da soykırım demektir, her zaman, dün, bugün ve yarın. Bu süreç, hem Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’nin bağımsızlaşmasına katkı yaptı hem de Batı ittifakı içinde tartışmaları artırdı. Ne de olsa SSCB ve komünizm tehlikesi yoktu. Durumu gören ABD, Libya işgaline AB’yi de katarak, Fransa, İngiltere, İtalya’ya biraz pay vererek, Batı ittifakını toparlamaya çalıştı. İşe de yaradı, çünkü Batı değerleri, bedava petrol bulunca, ekonomik pastaları büyüyünce, çok uzlaşıcı olur, ama geçici.

ABD, hızla “imparatorluk” planları için Ortadoğu’da operasyonlarına döndü. Suriye savaşı, arkada Batı ittifakı desteği, önde ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan ile başlatıldı.

O zamanlar başkan yardımcısı (gerçekte başkan mı?) olan ve akıl sağlığı bugünden daha yerinde gibi duran Biden, IŞİD denilen çetelerin yaratıcılarından biridir. Bayan Clinton’u da unutmamak gerekir.

Suriye savaşı, Rusya ve Çin’in sahaya inmesine neden oldu. Ve bu durum, işleri epeyce değiştirdi. Birincisi, ABD’nin tartışılmaz gibi görünen askerî gücünün sınırları anlaşıldı. Rusya’nın sahadaki varlığı, Suriye’nin ortadan kaldırılmasını ve ABD’nin planlarını değiştirdi. Erteledi demek az olur, değiştirdi ya da bir yerde sınırlandırdı.

Bu arada 2000’li yıllar, 1980’lerde başlayan Çin’e sermaye akışında bir yeni “durum” ortaya çıkardı. Çin, artık dünyanın “fabrikası” olmuştu. Ya da Doğu Asya ile birlikte “dünyanın fabrikası” olmuştu. Ve 2000’li yılların hemen başında, “kendi markaları” ile dünya pazarına çıkma planını devreye soktu. Çin, sadece niceliksel olarak büyümekle kalmadı, birçok alanda ileri çıkmaya başladı. 2000’lerin başında dünyanın 500 büyük şirketinde hiçbir Çin menşeli şirket yok iken, 2019 yılında, ilk 500 büyük şirket içinde en çok şirketi bulunan ülke durumuna gelmişti. Suriye savaşı, bu açıdan da bir dönüm noktası oldu. Çin, niceliksel gelişimini, “bağımsızlığını” kaybetmeden, bir niteliksel aşamaya çevirdi ve dünya pazarında, önemli bir oyuncu olarak ortaya çıktı. 2008 ekonomik krizi, bu açıdan da Çin için avantajlar sağladı denilebilir.

Kısacası, iki şey oluyordu:

1- Dünya kapitalist sistemi, çürümenin tüm belirtilerini vererek derin bir krize girmişti.

2- Emperyalist beş güç, ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa arasında kızışan dünyayı paylaşma savaşımı daha da keskinleşiyordu.

Trump dönemi, bu açıdan ABD’yi toparlama girişimi idi. “Amerika First”, sadece ırkçılık demek değildi. ABD, askerî avantajlarını kullanmaya devam ederken, bunu yavaşlatmak ve bu arada, ekonomik olarak toparlanmak, Çin’in ataklarını durdurmak istiyordu. Neoliberal politikalar, 2008’de çökmüştü ama artık bu açıktan kabul ediliyor ve yatırımların ABD’ye dönmesi çağrıları yapılıyordu.

İşte Trump dönemi, bu koşullarda, AB ve diğer emperyalist güçlere konumunu bildirmek, hadlerini göstermek ve kendi cephelerinde savaşa girmelerini sağlamak üzere baskı yapma dönemi idi. Bu nedenle, Trump gibi tüccar, bürokrasiyi umursamayan bir tutumu temsil edecek kişi gerekli idi. Bu aynı zamanda, ABD içinde egemen sınıflar arasındaki değişim-çatışmanın da yansımasını bulduğu bir durum idi. Bu durum da geçmiş değildir.

Aslında son ABD seçimleri de bunu göstermiştir.

Trump’ın seçilmesi belki daha büyük olasılık idi. Ama gelişmeler öyle olmadı. Pandemi kadar Trump’ın ABD için “birleştirici” rol oynamasının olanaksızlığı, Biden-Harris ikilisini iktidara taşıdı. Belki bu konuda pandemi (ki savaşın bir başka cephesini temsil eder ve ABD’nin Çin’i suçlayarak girdiği bu savaşın sorumlusu olduğu da açık hâle gelmişti), Trump’ın aleyhinde işlemiştir.

Biden, “kurumların adamı” diye lanse edilmektedir.

Aslında Trump döneminin politikalarında bir değişim olmadığı, birkaç aylık süreçte ortaya çıkmıştır.

Biden’dan barış bekleyenler, daha şimdiden hayal kırıklığına uğramıştır.

ABD, her zamanki yüzünü gizlemek için, ancak birkaç ay mola verebilmiştir.

Biden’ın “beyefendi” imajı, sadece yeni bir saldırganlığı örtmek için kullanılmıyor. Zira onu örtecek kadar değere sahip değil, sahte olduğu birkaç ayda ortaya çıkmıştır. Ama Biden, “kurumlara” inanan adamdır imajı, işte o, AB için son derece önemli bulunuyor.

ABD, açık olarak NATO’yu ayakta tutmak için, son bir hamle yapıyor.

1

ABD, NATO’yu ayakta tutmaya çalışıyor. Bunun için belli ki, Almanya, Fransa ve İngiltere’ye bazı “tavizler” verilmiş durumdadır. Bu tavizler, elbette tehditlerle birliktedir. ABD, AB’nin zorlanan birlikteliğini dağıtabileceğini de Trump döneminde göstermiştir. Türkiye-Yunanistan gerilimi, aslında bunun adımlarından biridir. Akdeniz’deki gerilim bunun araçlarından biridir. İngiltere AB’den çıkmıştır ve kendi yolunu çizmek istemektedir. AB içinde Fransa ve Almanya’nın birleştirici rolü de sınırlıdır. Bu durumda, AB, bazı “haklar” alarak NATO’nun ayakta durması ve Rusya ve Çin’e karşı ABD isteklerinden yana tutum alması yolunu seçmiştir.

Bu anlaşmanın, ABD-AB arasındaki bu anlaşmanın ne kadar ciddiye alınabileceği, ne kadar sürdürülebileceği belirsizdir. Zira, ekonomik çıkarlar arasındaki çatışma, dünyanın yeniden bölüşülmesi meselesini gündeme getirmiştir. İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya, ABD’nin daha fazla zayıflama olasılığına yatırım yapmaktadır. Zaten çözülmekte olan hegemonyasının çözülmeye devam edeceğine inanmaktadırlar.

2

ABD, Doğu’da, Çin denizinde hamlelere başlamıştır. Çin, 2021 yılına girerken, bölgedeki birçok ülkeyi içine alan ve onların karşılıklı kazancını gözeten bir anlaşma yapmayı başarmıştı. ABD, bu anlaşmaya karşılık, Japonya, Hindistan, Avustralya gibi ülkeleri içine alan bir anlaşma yapmaya yönelmiştir. Japonya ile detaylı görüşmeler Nisan ortasını bulacak gibidir.

Bu iki alandan da ABD hamleleri gelmeye başlamıştır.

Çin-ABD görüşmelerine başlarken, aslında ekonomik sorunları, ticaret savaşlarını konuşmak yerine, “insan hakları” ihlalleri diye bir liste ile Çin’i karşılamıştır. Sanki ABD’nin “insan hakları” diye bir derdi varmış gibi.

Biden’ın yeni stratejisi, soğuk savaş dönemi stratejisine dönmüştür. “Demokrasi” ve “insan hakları” vurguları ile soslanmış bir savaş stratejisidir bu.

Demokrasi denilince, artık akla son gelecek ülkelerden biridir ABD ve insan haklarından söz edenlerin beyaz olmayanlara karşı uyguladıkları ve devlet politikası olan şiddet ortadadır.

“Batı değerleri”, kan ve soykırım, katliam ve savaş üzerine kuruludur. “Batı değerleri”, sömürgeciliktir ve bunun üzerine kuruludur. Irkçılıktır.

“Batı değerleri”, yüzlerce yıldır dünya halklarının köleleştirilmesi üzerine kuruludur. Bunun artık açık olduğu ortadadır.

Batı değerleri, NATO demektir. Batı değerleri, Gladio, darbeler, suikastler demektir. Batı değerleri, her türden hile, yağma demektir. Ülkelerin kaynaklarının emperyalistlerce yağmalanması demektir. Batı değerleri, halkın iradesinin yok sayılması, işçi ve emekçilerin zalimce sömürülmesi demektir. Batı değerleri yalan mekanizmaları, basının manipüle edilmesi demektir. Batı değerleri, tekelci sermayenin değerleridir.

Çin ile görüşmede Uygur sorunu, Tayvan meselesi, Hong Kong gibi konuların tartışmaya açılması, Çin’e karşı kibirli, üstten bakışın ifadesidir. Emperyalist sömürgeciliğin bakışıdır bu. Sıra kendi denetimlerindeki tuhaf rejimlere geldiği zaman sesleri çıkmayanlar, kendilerine boyun eğmeyenleri “insan hakları” sorunu yaratmakla suçluyorlar. Sanki, ABD, insan haklarının her gün, her an, her saniye ihlal edildiği bir ülke değilmiş gibi.

ABD heyetini şaşırtan şey, Çin’in aynı tonda, aynı şekilde yanıt vermesi olmuştur.

Biden yönetimi, Rusya ve Çin’i açık olarak düşman ilan edecek bir politikayı devreye sokmuştur. Bunun için, iki yol izleyecekleri anlaşılmaktadır. Bir, bu ülkelerin çevresini savaş alanı hâline getirmek, iki bu ülkelerin içlerinde kendilerine bağlı yöneticiler oluşturmak.

Bu yönde de planlar açıktır.

Çin denizinde ABD donanması dolaşmakta, Çin-Tayvan arasındaki sularda ABD gemileri giriş yapmayı denemektedir. Güney Kore’nin nispeten daha sağduyulu davranmasına rağmen, Japonya, bu politikalardan son derece memnundur. Japonya’nın sessiz ilerlemesi ile de uyumludur. ABD’nin kısa vadeli ve hızlı planlarına karşın, Japonya ve Almanya’nın daha uzun vadeli ve daha sessiz planları olması son derece anlaşılırdır.

Bölgedeki gelişmeler, tansiyonu yükseltmektedir. Sadece ekonomik savaş değil, askerî alanda da birçok yerel savaş kundaklanmaktadır ve baş kundakçı ABD’dir. Kuzey Kore ile ABD arasındaki diplomatik ilişkilerin kesilmesi bu açıdan anlamlıdır. ABD, Çin’e karşı savaşacak, yerel güçler aramaktadır.

Öte yandan ise Avrupa, Ortadoğu bölgeleri daha da hareketlidir.

ABD gemileri, Karadeniz’de dolaşmaktadır. NATO, durmadan Karadeniz tatbikatları yapmaktadır. Son olarak Boğazlardan geçen nükleer başlıklı ABD gemisi Karadeniz’de Rus gemilerinin takibine alınmıştır.

Bu kadarla bitmiyor, Ukrayna, Donesk sınırlarına asker yığıyor, ABD Ukrayna’ya silahlar satıyor.

Türkiye, tüm bu politikalara destek veriyor. Montrö Sözleşmesi’ni bir anda kaldırmaktan söz ediliyor. Bu elbette ABD için sevinç kaynağı olacak bir haber demektir. Kanal İstanbul zora girince, Montrö’den çıkmak gibi laflar ediliyor. Her ikisi de ABD projesidir ve Erdoğan’ın görev almak istediği, pazarlık masasına getirdiği projelerdir. Savaşa bu denli istekli ABD için bunlar iyi yemler sayılır.

Erdoğan, bize destek verin, Suriye’yi tamamen alalım tarzında makaleler yayınlayarak, ABD ve NATO ile pazarlık yapmak istiyor.

Ve ABD ile anlaştığı açık olan AB, bir yandan Rusya’ya karşı yaptırımları sürdürüp, Rusya’yı düşman ilan eden açıklamalar yaparken, diğer yandan da AB, Çin’e karşı yaptırımlar uygulamaya başlamıştır.

Böylece, ABD, eski müttefiklerini yanına almış görünmektedir.

Böylece, Rusya ve Çin’e karşı yeni bir saldırı devreye sokulmaktadır.

Peki bu saldırı, ne kadar etkili olacaktır?

ABD, bu saldırı ile, Rusya ve Çin’e karşı yanına aldığı müttefiklerinin kendisini rahatsız etmelerini önlemek istiyor. Buna bir diyelim. ABD’nin müttefiki “Batı dünyası”nın ABD’nin zaaflarından yararlanmak istediğini elbette ABD de biliyor olmalıdır. Bu ittifak, geçici ama zorunlu bir ittifaktır. İttifakın omurgasını oluşturan şey, ABD’nin ekonomik olarak güçsüz, askerî olarak ise güçlü olması durumudur. Bu iki farklı durum, ABD hegemonyasının çözülüşünü hızlandırıyor. İkincisi, Rusya ve Çin’i sıkıştırıp, onların çözülmelerini hedefliyor. Üçüncüsü ise, bu arada ABD, kendi iç sorunlarını çözmeyi planlıyor.

Bu üç hedef içinden gerçekleşmesi en çok mümkün olanı, ilkidir. ABD, emperyalist rakiplerini, bazı tavizlerle Rusya ve Çin’e karşı biraraya getirebilir. Bu konuda yol alsa da, aslında, ikinci ve üçüncü alanlarda sonuç elde etmesi mümkün değildir.

Uluslararası tekeller, Çin’den ya da Doğu Asya’dan yatırımlarını taşıyacak durumda değildir. Çin, ikamesi olan bir alan değildir. Kapitalist sistemin derinleşmekte olan krizi, aslında yeni bir Çin açılımı yapmaya, yani sermayeye kaydıracak, o denli kârlı alanlar organize etmeye yetmeyecektir. İsterseniz, “yetecek midir” diye sormakla yetinelim.

Öte yandan, ABD, iç sorunlarını çözecek güçte de değildir. Çözülen hegemonya, “bedava yaşam” diyeceğimiz yaşam tarzının da sonunu getiriyor ve ABD içinde sınıf savaşımı giderek daha da kızışıyor. Elbette ABD’de bir sosyalist devrim, tüm bu sorunları bir hamlede çözer ve tekellerin ortadan kalkması dünya için büyük olanaklar yaratır.

Çin’in ekonomik gücü dünya çapındadır ve Çin’e karşı önlemler, sanıldığı gibi yanıtsız kalacak değildir.

Dahası, ABD hegemonyası çözülmektedir, adeta eğik bir düzleme binmiş gibidir ve bu eğik düzlemde irtifa kaybetmesini önlemek, o kadar kolay değildir.

ABD, açık ve net bir tutumla, “ben dünya liderliğinden” vazgeçtim demeyecektir. Bir emperyalist güç, kendi elindeki gücü barış içinde devretmeyecektir. Kaldı ki, diğerleri de emperyalist güçlerdir. Fransa, İngiltere, Almanya, ABD ve Japonya arasındaki çatışma, derinden sürecektir. Rusya ve Çin ile savaş stratejisi, bu beş emperyalist güç arasındaki paylaşım savaşımını örtmeye yetmeyecektir.

Dünyanın tek bir çıkışı vardır.

Bu çıkış, dünya halklarının emperyalizme karşı topyekûn direnişinden geçmektedir.

Dünya proletaryası, geleceğin, gezegenin kurtuluşunun, özgürlük, eşitlik ve barışın tek garantisidir. Bu savaşa son vermenin tek gerçek yolu, proletaryanın silahlarını kendi ülkesindeki egemenlere, tekellere, onların devletine çevirmeleridir. Gerçek kurtuluş yolu budur.

Emperyalist savaş üzerine gözlemlerde bulunmak yeterli değildir.

Batı’nın güçlü devletlerinin, dünyaya “demokrasi”, “insan hakları” getirmesini dilemek ve bunu beklemek, hem tarihten habersiz olmaktır hem de su katılmamış bir aptallıktır. Bunu kim öneriyor olursa olsun, emperyalist efendilere ve onların yerli işbirlikçilerine, bilinçli ya da bilinçsiz, hizmet etmektedir.

Dünya sadece emperyalist savaşa sahne olmuyor. Dünya sadece Rusya ve Çin’e karşı Batı hücumuna sahne olmuyor. Dünya aynı zamanda direnişe, aynı zamanda halkların tepkilerine, aynı zamanda işçi ve emekçilerin ayağa kalkma sürecine, sosyalist devrimin yeni bir diriliş sürecine sahne olmaktadır.

Yeni bir dünya, eski dünyanın parçalanması ile doğacaktır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz