ABD hegemonyası, yeni dengeler ve savaş

Kapitalist dünya ekonomisi, kapitalizmin emperyalizme dönüştüğü, tekellerin doğduğu ve sistemin egemenleri hâline geldiği 1870’lerden bu yana iki “hegemon” güç gördü. İlki İngiltere’dir ve belki de bugün İngiltere çok daha saldırgan tutumlar alırken, kendine “atadan gelen bir hak” gördüğü içindir. ABD yüzyılı başlarken, İngiltere, aslında bu işin babası biziz, fikirler bizden çıkmaktadır ve aslında dünyanın gizli hegemonu biziz anlamına gelen düşünceleri pazarlamaktaydı. İngiliz hegemonyası aslında 1800’lere kadar da uzanır. Ama biz, tekeller çağı, tekelci kapitalizm ya da kapitalist emperyalizme ilgiliyiz. Bu nedenle İngiltere’nin, İspanya, Hollanda, Portekiz sömürgeleri, Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan vb. dönemindeki güçlü konumundan söz etmiyoruz. İngiliz ve Fransız hegemonyası konusundaki çatışma, nihayetinde İngiltere’nin hegemonyası ile noktalandı ama aynı zamanda bu dönem, İngiltere’nin hegemonyasının da sonlarına yaklaştığı dönem oldu. 1800’lerden başlatırsak 100 yılı aşkın bir süre olur.

Tekeller çağını eğer 1870’lerde başlatırsak, İngiliz hegemonyası varlığı koşullarında gerçekleşmiştir diyebiliriz. Osmanlı, Portekiz, Avusturya-Macaristan en çok kaybedenler oldular. Ardından İspanyollar sıraya girer. Tekeller çağı ile birlikte, İngiltere, Fransa, Rus Çarlığı, karşılarında yeni güçler bulurlar; en doğuda Japonya ama esas olarak Almanya ve ABD ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bir görüşe göre, ABD hegemonyası dönemi ya da ABD yüzyılı 1920’lerde başlar. Birinci Paylaşım Savaşı’nın sonundan başlatılır. Savaş Avrupa’da odaklanmıştı ve ABD oldukça uzak bir yerden, savaştan güçlenerek çıkmıştı. Japonya için tam aynı şey söylenemez.

Fakat Birinci Paylaşım Savaşımı’nın sonunu, sistemi yıkmaya yönelik bir devrim dalgasını beraberinde getiren Ekim Devrimi belirlemiştir.

Demek, devrim, barış getirme gücüne sahiptir.

İngiltere hâlâ sistemin en önemli gücü olsa da, Almanya ve ABD tarafından çok net olarak zorlanan hegemonyasını Birinci Dünya Savaşı sonunda kaybetmiştir görüşü, yabana atılır bir görüş değildir. Savaştan mağlup çıkan Almanya, İngiltere ve Fransa’ya büyük tazminatlar ödemeye mahkûm olmuştur ve doğrusu, son derece etkileyici hamlelerle de bu süreci durdurmayı başarmıştır.

Emperyalist sistemin öne geçen gücü ABD’dir. Ama gerçek anlamı ile ABD hegemonyası, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, 1945 sonrasında başlar. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD hegemonyasının göstergeleri, Bretton Woods kasabasında imzalanan ve doları altına diğer paraları dolara bağlayan sistem, Dünya Bankası, IMF ve NATO gibi örgüt-organizasyonlardır.

Aslında Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisi (Osmanlı da onunla birlikte yenildi) ve sonra yeniden dirilişi süreci, bize emperyalist Batı için Ekim Devrimi’ni boğmak üzere, neden ve nasıl Almanya’nın öne çıkartıldığını de açıklar. Emperyalizmin ideologları, önce 1870’lerde İngiltere’de, ardından Fransa’da ve ama en “rafine manipülatif” biçimleri ile Almanya’da ortaya çıkmıştır. Alman kapitalizminin geç gelişmesi, onu daha örgütlü hâle getirmiştir. Yenilgi sonrası Almanya toparlanırken, dünün “demokrasiyi sürdürmek için bize seçilmiş, özel bir lider lazım” diye savunmalar yapan Max Weberlerin “Führer”i kabul etmesi hiç de zor olmamış olmalıdır ya da kabulü kolaylaştırıcı işlev görmüştür. Nietzsche, bu aynı nedenlerle, Berkeley epistemolojisine kadar uzanıyordu ve Alman emperyalizminin tarihe geç girmiş olmasının sorunlarını çözmeye yönelmişlerdi. Daha başkalarını saymaya gerek yok. En önemlileri bunlar olduğundan değil, sol hareketimizin bu ikisini özellikle “değerli” bulmalarından, bu vurguyu yapıyoruz. “Aydınlar”, Alman faşizminin yükselişinde, aklı ve bilimi temel alan diyalektik materyalizme karşı örtülü bir savaş yürütürken, katkı sunacaklarını hesaplamış olabilirler. Ama sınıf savaşımında bir cephe tuttuklarından zerre kadar şüphe yoktur.

Bu ara notu burada keselim.

ABD hegemonyası, net ve tartışmasız biçimde, “yeni dünya düzeni” dedikleri bu sistemle başlamıştır. Doların egemenliğini öngören anlaşmalar, anti-komünist mücadele için ABD politikalarına boyun eğme, IMF, Dünya Bankası aracılığı ile sömürgelerin özel yönetimi ve savaş makinası olarak NATO. Başka uluslararası, bölgesel örgütler de sayılabilir. Ama bunlar hem çok etkili olmuştur hem de bugüne kadar taşınmıştır.

1990’lar, yani SSCB’nin çözülüşü, ABD hegemonyasında bir yeni “dönem” anlamına geldi. Kissinger, Brzezinski vb. isimlerin etrafında dile getirilen “tek kutuplu dünya”, “üçüncü Roma imparatorluğu”, “imparatorluk”, “ABD’nin dış politikaya ihtiyacı var mı” görüşleri, aslında bu yeni aşamanın işaretleri idi. ABD, dünya devleti olacaktı ve diğerlerine de aslında gerek olmayacaktı. Bazıları buna, ABD hegemonyasından ABD yüzyılına geçiş de dediler.

İngiliz hegemonyası, sanırım, en az 140 yıl sürdü demek yanlış olmaz. Hadi yüzyıldan fazla demekle yetinelim. Ama bugün görülen o ki, 1945 sonrası temel alınırsa, ABD hegemonyası yüzyılını dolduramayacak.

ABD hegemonyası çözülüyor.

Gariptir, zirvesi denilen yer eğer 1990 SSCB’-nin çözülüşü ise, çöküşe geçme dönemi de o aynı zamandır ve 30 yıldır bu çözülüş ilerlemektedir.

Bu çözülüşün işaretleri, Suriye savaşı sonrasında çok daha net ortaya çıkmaya başlamıştır.

Çin, ekonomik olarak bir dünya devi hâline geldiğini, esas olarak Batı için ürettiği ürünler alanında kendi markaları ile pazara girmeye başlamasıyla göstermiş oldu. Aslında o zamana kadar Çin, Batı için sadece bir teorik tehdit idi. Ama kendi markaları ile pazara girip hem teknolojik alanda daha iyi hem de çok daha uygun fiyatlı alternatifler pazara sunulduğunda, işler hızla değişmeye başladı.

Suriye savaşı, aslında “tek kutuplu dünya” hayalinin sonu demek oldu. Orada başlayan süreç, bugün hâlâ sürmektedir.

Çin devlet başkanı Şi, Mart 2023’te Moskova ziyaretinden dönerken Putin’e, “Şu anda yüz yıldır benzerini görmediğimiz değişiklikler var ve bu değişiklikleri birlikte yönlendiren de biziz” diyordu. Putin bu görüşe katılıyordu.

Ağustos 2023’te 15. BRICS zirvesi yapıldı (BRICS, Brezilya, Rusya, India, China ve South Afrika’nın baş harfleri ile oluşmuş bir isim. Bir ekonomik işbirliği örgütü). Bu zirvede, BRICS’e katılmak isteyen 23 ülke sayıldı. Bunlar resmî başvurudur. Güney Afrika’da yapılan zirve, BRICS’e katılmak isteyen 23 ülkenin de katılımına açık idi. Bu ülkeler; Cezayir, Arjantin, Bangladeş, Bahreyn, Belarus, Bolivya, Venezuela, Vietnam, Honduras, Mısır, Endonezya, İran, Küba, Kazakistan, Kuveyt, Fas, Nijerya, BAE, Filistin, Suudi Arabistan, Senegal, Tayland, Etiyopya.

Bu ülkelerden 6’sı, BRICS üyeliğine kabul edildi. Üyeliği kabul olan ülkeler şunlar: Arjantin, Mısır, Etiyopya, İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri.

Fransız politikacı Philippot, “dünyanın 9 petrol üreticisi ülkesinden 6’sının BRICS üyesi” olduğunu vurguluyor ve bu süreci “küresel jeopolitik devrim” olarak adlandırıyor. 11 üyeli BRICS, küresel petrol rezervlerinin yüzde 46’sını, küresel üretimin yüzde 48’ini temsil eder hâle geliyor. 2024 yılı başında kabul edilmeleri beklenen Venezuela, Kazakistan ve Cezayir üye olursa, BRICS küresel gaz ve petrol ticaretinin yüzde 90’ını kontrol edecek hâle gelmiş olacak.

23 üyenin 6’sı üye olarak alındı. Geri kalan 17’sinin ne zaman üye olacağı bilinmiyor. Ama başvurular sürekli genişliyor.

Üstelik başvuru yapanlar Batı karşıtı bir cepheden gelmiyor. Yani BRICS üyesi olmak, NATO gibi bir askerî pakta girmek anlamına gelmiyor. Ama yine de, ABD başta olmak üzere Batı cephesini son derece rahatsız eden bir gelişme olarak ele alınıyor. ABD, bu nedenle, bu ülkelere yönelik baskı politikalarını devreye sokuyor.

Bu durum, ABD hegemonyası döneminin bittiğinin somut kanıtıdır.

Bu arada ise Rusya ve Çin, yeni bir para birimi ile uluslararası ticareti organize etmek üzere hazırlıklardan söz ediyor. Aslında bu süreç, ABD Doları’nın tahtının sarsılma dönemi, 2008’lere kadar uzamaktadır. En azından ABD, 2009 yılında yaptığı askerî tatbikatlara, alışık olunmadık şekilde finans ve ekonomi uzmanlarını bu nedenle katmaya başlamıştı. Yani daha da eskiye ulaşması mümkündür. Rusya’nın dolar konusundaki açıklamaları, demek oluyor ki ciddi imiş. Bu da ikinci önemli göstergedir.

Bu durum, dünyanın birçok ülkesinde, Batı cenderesinden kurtulmak için arayışları artırmaktadır. Bu nedenle bazı Fransız sömürgelerinde ilgiye değer gelişmeler yaşanmaktadır.

Buna bağlı olarak ABD’nin savaş politikalarında ciddi gelişmeler olmaktadır.

İlkin, ABD, Rusya ve Çin “öcü”sü ile Avrupa üzerindeki kontrolünü zaten artırmıştı. Bunun için Ukrayna özel olarak kullanılmıştır. Avrupa, daha fazla ABD politikalarına evet demeye başlamış ve bu doğrultuda, ABD ile hegemonya savaşından bir adım olsun geri atmış durumdadırlar.

Almanya, Fransa ve Japonya, daha fazla ABD karşısında sessiz ve kabul eden konumda iken, İngiltere birçok alanda ABD’den de atak, daha saldırgan tutum almaktadır. Belki de İngiltere, bu yolla eski İngiltere hegemonyası günlerine dönüleceği hesabını yapmaktadır. Hollandalılardan New Amsterdam’ı satın alarak adını York şehrinden hareketle New York yapan İngiltere, belki de dün “babası” olduğunu ilan ettiği ABD’nin, bugün varisi olduğunu ilan etmek istemektedir.

Bu nedenle Batı, Ukrayna’daki kukla hükümete, “Rus olan her şeyi yok edin” emrini vermektedir. Açıklama, Ukrayna devlet başkanlığı ofisinden, Mihaylo Podolyak’tan gelmiştir. Podolyak, Batı’nın dün Kırım’daki saldırılarına karşı çıktığını söylerken, bugün “Rus olan her şeyi yok edebileceğimiz” türünden destek aldıklarını açıklamıştır. Bu açıklamanın bizzat kendisi, Ukrayna’da Rusya ile NATO’nun savaş hâlinde olduğunu, Ukrayna hükümetinin ise kendi topraklarını savaş alanı hâline getirdiğini göstermektedir. Bu denli onursuzca bir açıklama, sanırım, sömürge tarihi boyunca da az rastlanır bir açıklamadır. Efendisinin verdiği emirleri çırılçıplak açıklamak bu olsa gerek.

Bu durum savaşı büyütme konusunda Batı’nın aldığı tutumun göstergesidir.

Dahası, ABD, Ermenistan üzerinden Kafkaslara sıçrama yollarını aramaktadır. Azerbaycan savaşı nedeni ile, Karabağ’da konum kaybeden Ermenistan, sorumlu olarak Rusların kendilerini korumadığını söylemektedir. Bu durum, Rusya’ya karşı kullanılmak üzere Ermenistan’ın yeni bir “kurban” hâline getirilmesinin yollarını döşemek demektir. Üstelik bu aynı zamanda Ermenistan’ın son derece gelişmiş ilişkilerinin bulunduğu İran’a karşı da tehdit anlamına gelmektedir.

Aslında İran’a karşı savaş hazırlıkları, ABD- İngiltere ve İsrail cephesi için uzun süredir söz konusudur. Bu savaş için Türkiye’nin kullanılması isteği de sır değildir. Şimdi ise ABD ve Batı emperyalizmi, savaşı daha da hızlandıracak adımlar atma hevesini ortaya koymaktadır.

Aynı süreç Çin’in etrafında da işletilmektedir. Çin’e karşı Japonya, ABD ve Güney Kore ittifakı hazırlıkları da son derece hızla yol almaktadır. ABD, silah tekellerinin de isteği budur, savaş ve gerginlik politikalarına hız vermektedir. Ve bu konuda TC devleti, ABD tetikçisi olarak konum almıştır.

Son seçimlerin ardından oluşturulmuş olan kabine, bir savaş kabinesi olarak, önceki kabinenin aksine “daha ciddi”dir. Hem içeride hâkimiyeti sağlamak hem de dışarıda ABD adına tetikçilik politikalarına yol vermek üzere ciddi hazırlıklar vardır.

Demek oluyor ki, bir yandan dünyada yeni dengeler oluşmakta ama diğer yandan bu yeni dengeler savaş politikalarının geri çekilmesi ile değil, daha da hızlandırılması ile karşılanmaktadır.

ABD-NATO cephesi, dünyayı yeni bir savaşın içine sokmuştur dersek, abartılı olmaz. Bu yeni savaş, tüm yeni dengelere rağmen daha da hızlanmaktadır. Zira ABD, kendi hegemonyası için, daha büyük çaplı da olsa savaştan başka yol görmemektedir. En azından ABD’deki mevcut hükümetin politikası budur.

ABD, dünyanın efendileri Batılı güçler, gelişmelere seyirci kalma yanlısı değildir. Tersine, ülkelerin özgür iradeleri vb. gibi şeyleri kabul etmemektedirler.

Ukrayna’da son bir ay içinde çok yoğun olarak İHA’lar üzerinden saldırılar artırılmıştır. Bu saldırıların ne kadar etkili olduğu ayrı bir konudur. Ama NATO cephesi her türlü yol ve yöntemle savaşı tırmandırmaktadır. Seyreltilmiş uranyum mermileri, misket bombaları, çocuklara ve sivillere dönük katliam politikaları savaşın daha da şiddetleneceğinin kanıtlarıdır. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve diğer irili ufaklı NATO güçleri Ukrayna’ya sürekli silah akıtmakta, savaşı sürekli desteklemektedir. Buna karşılık ise mesela İran Rusya’ya silah veriyor, Çin Rusya’ya silah veriyor, Kuzey Kore Rusya’ya silah veriyor gibi uydurma haberler geliştirmekten geri durmamaktadırlar. Anlaşılan o ki, Ukrayna ordusunun son ferdi ölene kadar, bu politika devam edecektir.

Hem Ukrayna’daki savaşı kuralsız hâle getiriyorlar hem de savaş için başka cepheler arıyorlar. Tayvan, Kafkaslar, İran vb. üzerinde savaş çabaları hız kazanmaktadır.

Batılı efendiler, dünyanın sahibi olduklarını ilan etmişlerdir. Bu sahipliklerini savaşsız bırakmayacaklarını da ilan etmektedirler. Çeşitli diplomatik yollarla bu savaşın önlenebileceğini sanmak çok büyük saflık olur.

İran’a karşı bir saldırı için Türkiye’yi devreye sokmayı başarırlarsa, bu savaş her iki ülke için de yıkım anlamına gelecektir. Bu durumu, Türkiye ayağında düşünebilen devlet yetkilisinin olduğundan da şüphe etmek gerekir. TC devletinin tüm egemenlerine Kürt gösterdin mi, hepsi savaş politikaları konusunda tereddüt etmeden birleşmektedir. TC devleti öylesine bu savaş politikalarına kendini kaptırmıştır ki, adeta bu yolla kendine çıkış yolu aramaktadır. Savaş sonrasında, bir yolunu bulup tüm sorunlarından kurtulacaklarını sanıyorlar. Oysa her savaş, komşularınla yüzyıllarca sürecek yeni çatışma alanı demektir. TC devleti, ABD’nin bölgemizdeki tetikçisidir.

Gerçekten barıştan, gerçekten savaşı önlemekten söz eden varsa tarihe bakmalıdır. Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren şey Ekim Devrimi’dir. Ekim Devrimi sadece savaşın cephesinden biri olan Rusya’nın çarlık rejimini alaşağı almakla yetinmedi. Hemen savaş politikalarını reddetti ve halkların kardeşliğini bir somut politika olarak ortaya koydu.

Bugün de savaşa karşı en etkili yol, işçi ve emekçilerin iktidarıdır. Dünyadaki bu savaş politikalarına son verecek şey, proletaryanın enternasyonalist dayanışması, proletaryanın peş peşe birçok ülkede iktidarı alarak her türlü sömürü ilişkisine, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermesidir.

Yarın bize, ülkemiz halklarına, işçi ve emekçilere, kadınlara ve gençlere “ulus ve vatan savunması” diye bir şeyden söz edecekler. Sanki ülkenin sınırlarından giren işgalci güçler varmış gibi savaşa katılmamızı isteyecekler. Suriye savaşına dalan TC devleti, bize milli duygulardan söz etmişti, hâlâ etmektedir. Egemenler, kendi çıkarlarını, her zaman “vatan” kavramı ardına sığınarak “ulusal çıkar” şemsiyesi ile örterek toplumun çıkarları gibi sunmakta beceriklidirler. Bize Suriye mi saldırdı? Suriye’ye karşı savaş için ABD emirleri ile IŞİD güçlerini eğiten, onlarla beraber Suriye topraklarını işgal edenler, bize vatan savunmasından, ulusal çıkarlardan söz ediyorlar. Yağma ve savaş siyasetini, bize ülke çıkarları olarak sunuyorlar. Oysa kârlarına kâr katmak istiyorlar. İşçinin alınterini sömürenler, başka topraklarda işçi ve emekçi çocukları üzerinden kanlı paralar kazanma peşindedirler.

Seçimlerin bizzat kendisi, işçi ve emekçilerin sisteme karşı mücadelesini bastırmak için organize edilmiş bir müsameredir. Sol, bu oyuna gelmiştir. CHP kuyrukçuluğu, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin direnişini frenlemek için iş görmüştür.

Oysa halkların, işçi ve emekçilerin cephesi açık ve nettir. Bu cephe emperyalizme karşı, bu cephe kendi ülkelerimizdeki egemenlere karşı mücadele cephesidir. Bu cephe devrim ve sosyalizm cephesidir. Ve işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin yeri, devrim ve sosyalizm cephesidir. Devrimci sosyalizmin bayrağını yükseltmeden, ülkemizde ve dünyada birleşik emek cephesine katılmadan, bu saflarda mücadele etmeden hiçbir biçimde barış olanaklı değildir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz