Aşk, tutku ve samimiyet üzerine başlangıç niteliğinde sorular – İdil Özkurşun

“Bir tutku bir alışkanlık oldun bende / İnan yaşayamam senin hayalinle” diye seslendiriyor bir şarkısında Müslüm Gürses. Bir tutku, bir alışkanlık… İkisinin eşzamanlılığı ne de ilgi çekici ve inanılması güç bir birliktelik oysa. Tutku alışkanlık barındıramayacak kadar coşkun, alışkanlıksa tutku barındıramayacak kadar konforlu oysa. Biri ne kadar dinamikse, öteki o kadar statik.

Bu yazıya nasıl başlayacağımı düşünürken kafamda çınlayan bu ses, belki de en makul girişi kendiliğinden getirdi bilincime. Bu yazı boyunca açmaya çalışacağım tartışmalara belki de en güzel başlangıç noktası, tutkunun kendisi. Dahası, bir sorun olarak; tutkunun yitimi. Bu noktada tutkunun ne olduğu sorusunun, apaçık ortada olan bir sorun üzerine tartışmaya engel bir tanımlamalar, açıklamalar zinciri yığmasına izin vermeyeceğim elbette. Bana kalırsa tutkunun neliğini tartışmak, nasılını tartışmaktan yersiz. Bu soruya verilebilecek en iyi yanıt; bu soruyu soranın tutkudan ne anladığından başka bir şey değil belki de. Tutku, ne salt arzu, ne şehvet, ne şiddetli geçimsizlik, ne patolojik bir bağımlılık, ne de yalnızca aşka içkin bir his… Tutku, tutkun olanın bilebileceğinden fazlası değil temelde. Bu sebeple tutkunun ne olduğu sorusunun tartışmasını okura bırakarak, tutkunun varlığına işaret etmek ve gücünü ortaya koymak seçimini yaparak devam ediyorum.

Bana kalırsa tutkunun yitimi ve tutkunun yitiminin yaratılışı, bugün arzunun baskılanmasından bile daha üzerinde durulması gereken bir konudur. Zira arzu yitmez, ancak baskılanabilir; ancak tutku yitirilebilirdir. Aşk ve duygusal tüm ilişkiler üzerine yaptığımız tartışmaların gerisinde kalan ve çoğu zaman da tam da bu sebeple çözümsüzlük yaratan, tutku ve arzu üzerine konuşalım öncelikle biraz. Bu seçime ve aşk tartışmalarının kimi zaman kendi kendini çözümsüzlüğe iten niteliğine de şu alıntıyla açıklık getireyim:

Yaşamın kötü gidişine çözüm olarak aşka yapılan vurgu o kadar büyük ki, insanların kendilerine verdiği değer, aşkı elde edip etmemelerine göre yükseldi veya düştü. Aşkı bulduklarına inananlar, Kalvincilerin, zenginliği seçilmiş kul olmanın elle tutulur kanıtı olarak görmeleri gibi, bunu kurtuluşun gözle görünür delili sayarak, kendilerini üstün görme eğilimine girdiler. Aşkı bulamamış olanlar kendilerini sadece yoksun hissetmekle kalmadılar, daha derin ve daha yıpratıcı olan içsel boyutta, kendilerine verdikleri değer de düştü.

Aşk, önceleri harekete geçiren bir güç, bizi yaşamda daima ileriye götüreceğine güvendiğimiz bir kuvvet olarak algılanmıştı. Fakat günümüzdeki büyük değişiklikler, harekete geçirici gücün kendisini sorgulamamız gerektiğini göstermektedir. Aşk, artık kendine sorun olmuştur (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs, s. 10-11).

Aşkın kendisine sorun oluşu, aşkın duygusundan kaynaklı değil, anlamının büyütülmesi, esasen eksitilmesidir. Eksiltmenin kendisi bir büyütmedir. Bir şeyi anlamlandırabilmemizi güç kılacak şekilde gerçeği eksilterek çarpıtır, duygusuna yabancılaştırır ve tek veya birkaç yönüyle süsleyerek önümüze koyar. Aşkın da bu büyüklüğünün altında ezilmek hâli, aşkın ızdırabından değil, aşk fikrinin anlam sorunundan kaynaklanır. Bana kalırsa bunun en büyük sebeplerinden biri de aşkın çok belirgin duyumları olan tutku ve arzunun bu tartışmadan dışlanmasıdır. Bu elbette ki öncelikle altyapı ilişkilerine göre şekillenen cinsel politikalarla bağlantılı olarak açığa çıkan bilinçli bir hamledir; ancak hemen ardından, arzusuna yabancılaşan bireyin bu gerçeği yansıtmayan söylemi tekrar tekrar inşa etmesiyle devam etmektedir. Dönemsel yaygın psikopatolojiler ve buna eşlik eden aşk tartışmalarına bakmak da bizi bu konuda aydınlatacaktır. Buna en iyi örnek de histerinin zaman içinde zirvedeki konumunu, cinsel işlev bozukluklarına ve kaygı bozuklarına bırakışıdır. Bu dönüşümü Rollo May şu şekilde açıklar:

Bugün, pek çok terapist, seksi bastırmayı Freud’un Birinci Dünya Savaşı öncesi histerik hastalarındaki gibi sergileyen hastalarla nadir karşılaşır. Aslında bize yardıma ihtiyacı olduğu için gelen insanlarda bunun tam tersini görüyoruz: Seks hakkında bol laf, bol cinsel etkinlik, neredeyse kimsenin sık sık dilediği kadar eşle yatağa girmek üzerine geliştirilmiş kültürel yasaklardan şikâyet etmeyişi. Fakat bizim hastalarımızın şikâyet ettiği, duygu ve tutku eksikliğidir. Bu tartışma galeyanının garip tarafı, insanın azat edilmiş olmanın ne kadar az tadına vardığıdır. Bu kadar çok seks ve bu kadar az anlam ve hatta zevk! (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs, s. 44).

Yıllar önce yazılmış bu metin hâlâ, günümüzün belirgin sorunlarından birini ortaya koyar niteliktedir. Benim tutkunun yitimi ve buna karşıt olarak arzunun aşırı dışavurumu olarak gerçekleşmekte olduğunu düşündüğüm tablo da buna çok benzerdir. Bugün, aşk, hâlâ bu duygulardan yalıtık, “saf, temiz” ve “erişilmesi zor bir lütuf”, hatta kimi zaman “bunca seks”e karşın bir savunma gibi arzudan iyice kopartılıp, pamuklara sarılarak, mükemmel bir dostluk noktasına dek çekilmiş bir ilişkilenme hâlidir. “İnsanın sevgilisi, eşi, en iyi dostu olmalıdır.” Tutku, adeta ilişkilerden ve dahasından dışlanmış, hatta neredeyse kötücülleştirilmiştir; toksik ilişkilerin başrolü olarak konumlanmıştır, içi baştan aşağı manipülasyon ve psikolojik şiddet kokmaktadır. Adeta aklın ve iradenin yitimine eşleştirilmiştir. Arzuysa bildiğiniz gibi, hâlâ adeta yargılanır şekilde bastırmayla karşı karşıyadır ve kılık değiştirmeye zorlanır. Ve her iki kavram da itinayla aşk tartışmalarından soyutlanır, önemsizleştirilir. Aşkın içinde tutkudan geriye, çaresizce ve eylemsizce sevmek ve malenkoli bırakılmıştır sadece ve yazık ki tutku bu eylemsizliğin tam da karşıtıdır. Ve pratik, bu teorize edişle derinlemesine çelişir; zira aslında tıpkı alıntıdaki gibi, bugün kişi için, tutku hissedememe hâli, kayıtsızlık, hissizlik, heyecansızlık en büyük sorundur. Depresyon, kaygı, cinsel işlev bozuklukları ve nicesi… Ve bugün artık bunların neredeyse hiçbiri normdışı değildir. Sıradanlaşmıştır. Artık hepsi kapitalist toplumun gündelik yaratılarıdır. Reich’ın deyimiyle:

Ahlâkçı cinsel eğitim insanlık tarihinde kârın ortaya çıkışına sıkı sıkıya bağlı bulunduğu ve onunla birlikte geliştiği için, sinir hastalıkları ataerkil toplumsal düzenin sonuçlarıdırlar (Wilhelm Reich, Cinsel Ahlakın Boygöstermesi, Payel Yayınları, s. 51).

Cinsel yaşama dışarıdan zorla uygulanan düzenlemeyle onun ayrılmaz parçası olan bilinçaltına itme toplumun sınıf ve katmanlara ayrılmasıyla başlar. Zorlayıcı evliliğin ve ailenin ilk görevleri cinsel arzuların bilinçaltına itilmesini koruyup sürdürmektir; evlilik öncesi ve içerisinde iffetli yaşama gerekliliği işte bu iki kurum gözününde bulundurularak öne sürülmüştür (Wilhelm Reich, Cinsel Ahlakın Boygöstermesi, Payel Yayınları, s. 163).

Tutkunun yitimi kısmında, bastırılan arzunun aşırı dışavurumuna geçmeden önce, bir es verip, arzuyu konuşmaya muhtaçlığımızı da ortaya koymak adına, şu soruyu sormak istiyorum. İki insanı, diğerleriyle kurduğundan daha güçlü, “özel” bir bağ kurmaya iten nedir? Cevabı üzerine düşünülmesini istediğim soru bu değil esasen. Bu soruya edebiyatta onlarca kez verilmiş bazı cevaplara değinmek istiyorum: ortak suçlar, ortak sırlar veya ortak tutkular… Amacım bu bağlardan hiçbirini olumlamak değil; ancak bu, gerçeğe çok yakın duran tespitlerin altındaki nedenselliğin ve çok belirgin olan ortak noktanın keşfi mühim: güven. Her birinde çok ortak olan şey iki insan arasında kurulan güven ilişkisi, kimisinde bir zorunluluktan doğan, kimisinde bir duygudaşlıktan doğan. Sarsılmayacağı; hatta suçluluk duyguları sebebiyle sarsılamayacağı neredeyse kesinleşmiş bir güven duygusu. Teknik olarak buna güven denilebilir mi? Bu soruyu da not edip devam edelim. Geldiğimiz düzlükte durup bir düşünelim. Hayal edelim. Kapitalist toplumun insanlar arasında açtığı ekonomik ve duygusal uçurumlardan, meta ilişkileri ve rekabetten arındırılmış bir toplumda iki insan arasındaki özelleşmiş derin ilişkiyi inşa eden başat şeylerden biri olmaktan çıkmaz mı güven? Adına diğer ilişkiler sevgi barındırmazmışcasına sevgililik denen şeyi burada inşa edebilecek olan şey nedir? Böylesi bir ortamda sevgiliyi ötekinden ayrı kılan nedir? Buna kimilerimizin belki de hiç düşünmeden verebileceği bir cevap vardır: Aşk.

Böylesi bir denklemde aşkı farklılaştıran unsur olarak arzu çok daha belirgin şekilde öndedir. Ancak arzu sevgililiği koşullar mı? Bu da bir başka sorudur. Kimileri için bu sorudan çıkış, hayvanlara özgü bir çiftleşme düzenine eştir; ancak insanın bilinci kaynaklı başka bir hayvana denk bir dürtüsellik yaşamadığını biliyoruz. Cinselliğin biçimlerinin büyük çoğunluğu, sınıflı toplumların cinsel düzenlemelerine dayansa da, dürtüselliğin aynı şekilde yaşanmayışının, insanın toplumsallığına ve bilincine dayandığını söyleyebiliriz ve bu tespitin ahlâkçılıkla uzaktan yakından alâkası yoktur. Ve bana kalırsa, poligamiyi dahi yanlış kurgulayarak yapılan benzer tartışmalar ve fikrî bulanıklıklar, sınıflı toplumların, önceleri “Haz alma!”, ardından “Haz al!” üzerine kurulu politikaları sonucu haz ve arzunun yanlış eşleştirilmesiyle ilişkilidir. Oysa haz ve arzu aynı şey değildir.

Peki arzu aşkı koşullar mı? Öyleyse yine geldik, aşk nedir sorusuna. Ve geldiğimiz gibi, aşkın kendisine sorun hâline gelmesine izin vermeden, üzerine basarak geçeceğim tekrardan. Ancak tam bu noktada, aşk ve cinsel arzu ikili cevabına ilişkin, Lacan’ın “cinsel ilişki yoktur” iddiasını, üzerine düşünebilecek bir sav olarak ileri sürmekte fayda var. Her ne kadar tamamen ve gönül rahatlığıyla katılabildiğim bir fikir olmasa da, iki insan arasındaki bağı inşa edenin ne olabileceği veya cinsel arzudan öte bir “aşk” kavramına duyulan ihtiyacı açıklaması açısından ilgi çekici olacaktır. Lacan’ın bu savını sayfalarca anlatmak mümkün; ancak şu alıntıyla belki genel hatlarını ortaya koyabiliriz:

Kuşkucu ve ahlâkçı anlayıştan türetilmiş, ama onların tersi bir sonuca varan, çok ilginç bir savdır bu. Jacques Lacan bize cinsellikte aslında herkesin, hani denebilirse, kendi işine baktığını anımsatır. Elbette ötekinin bedenine yapışmamız bir imgedir, düşsel bir tasarımdır. Gerçekteyse zevk sizi ötekinden uzaklara, çok uzaklara götürür. Gerçek özseverdir, aradaki bağ düşseldir. Dolayısıyla, cinsel ilişki yoktur diye bir sonuca varır Lacan. Bu formül büyük patırtı koparmıştır, çünkü o dönemde herkes tam da o “cinsel ilişkiler”den söz ediyordur. Cinsellikte cinsel ilişki yoksa, aşk cinsel ilişki eksikliğini gideren şeydir. Lacan aşkın cinsel ilişkinin kılık değiştirmiş hâli olduğunu söylemez hiç de, onun söylediği cinsel ilişkinin olmadığı, aşkın bu ilişkisizliğin yerini tutan şey olduğudur. Bu çok daha ilginç. Bu düşünce onu öznenin aşkta “ötekinin varlığına” erişmeye çabaladığını düşünmeye itmiştir. Aşkta özne kendinden öteye, özseverliğin ötesine geçer. Cinsellikte, ötekinin aracılığıyla da olsa kendinizle ilişki içindesinizdir. Öteki, sizin zevkin gerçekliğini keşfetmenizi sağlar. Buna karşılık aşktaysa ötekinin aracılığı kendi başına değer taşır. İşte aşktaki karşılaşma budur: Ötekini olduğu hâliyle sizinle birlikte var etmek için, ona doğru atılırsınız. Aşkın cinsellik gerçeği üstünde düşsel bir resim olduğu yönündeki bayağı anlayıştan çok daha derin bir anlayıştır bu (Alain Badiou & Nicolas Truong, Aşka Övgü, s. 25, Can Yayınları).

Bu alıntıdan, arzu nesnesiyle yaşanan cinsel eylemde, ötekinin hiçe sayıldığı, yahut onun arzulanımın veya hazzın kaynaklarından biri olmadığı anlamı çıkarılmamalıdır. Burada anlatılan cinsel deneyimin biçiminin eleştirisinden ziyade, karşılıklı arzu doyumuna dayalı “güzel ve iyi” bir cinsel deneyimin de tam olarak bu dinamiği oluşturduğuna yapılan vurgudur. Psikanalitik kuramdan yola çıkarak özsever -narsistik- konuma ve libido kuramına atıf yapan bu savı daha iyi anlamak isteyenlerin derinlemesine incelemesini tavsiye ederim. Ancak bu noktada, arzu doyumunun ötesinde -yahut dışında- bir aşk ilişkisine duyulan ihtiyaca değinmesi açısından ilgi çekicidir. Ve üzerine uzunca tartışmaya değer bir sav olsa da, misal “aşk, kavuşamamaktır” gibi oldukça kabul gören ve yüzyılların sözlü gelenek ürünlerine dahi konu olmuş bir iddiayı da, özel mülkiyetin ikili ilişkiler üzerindeki aidiyet fikrine katkı sunacak şekilde açıklar. Öte yandan bu sav, platonik aşkın sürdürülebilirliğine de bir anlam kazandırmaktadır.

Gelelim bastırılmış arzunun aşırı dışavurumu dediğim meseleye. Bana kalırsa bugün en güncel şekilde kendisini gösteren sorun budur. Aslında bu kapsamda bahsetmek istediklerimin bir kısmına daha önce “Kapitalizmin krizi, pandemi ve seks” başlıklı yazımda değinmiştim. Burada biraz daha teorik olarak tartışmak istiyorum bu konuyu. Aslında yukarıda Rollo May’den yaptığım alıntıyla da birlikte düşünürsek, cinsellik üzerindeki perdenin kalkışı, cinselliği konuşulur ve kapitalizmin lehine pazarlanır bir biçime sokarken, öte yandan kapitalist devletin cinsel ahlâkı üzerinden, cinsel yaşam yeniden düzenleniyor. Ve bu durum, tutkunun yitiminde olduğu gibi, kişiyi kendi arzusuna yabancılaştırırken, öte yandan da yine bu bastırmanın bir sonucu olarak bir cinsel aşırılık yaratıyor. Yine bu konuya giriş niteliğinde Reich’tan iki alıntı yapmak istiyorum:

Cinsel yokluk cinsel yaşama dışarıdan zorla uygulanan düzenlemenin sonucu olduğundan, cinsel yaşamı tekeşli zorlayıcı evliliğin belirlediği bütün toplumlarda aynı sıkıntıyla karşılaşırız… Cinsel darlık, sinir hastalıkları, sapkınlıklar, işkenceli öldürmeler, cinsel bastırmaya eşlik eden, buyurgan düzenin bile bile arzulamadığı; ama kaçınamadığı altürünlerdir. Böylece ortaya çıkan ruhsal bozukluklar, sarsılmış bir cinsel düzenliliğin sonuçlarıdırlar (Wilhelm Reich, Cinsel Ahlakın Boygöstermesi, Payel Yayınları, s. 160).

Her ne kadar cinsel bastırma buyurgan egemenlik kurmayı kolaylaştırmaktaysa da, ister istemez yarattığı cinsel darlıkla kendi temellerini de sarsmaktadır. Gençliği erginlerin istemine köle etmekte; ama aynı zamanda cinsel başkaldırısını da hazırlamaktadır. Cinsel arzuları baskı altında tutmanın yarattığı çelişkiler şimdi, yüzyılın başından beri buyurgan toplumu gittikçe daha çok sarsan cinsel bunalım içerisinde kendilerine çözüm bulmaya uğraşmaktadırlar. Cinsel bunalımın yoğunluğu, ayrılmaz bir parçası olduğu iktisadi bunalımlardaki iniş çıkışlara göre artıp eksilmektedir. Halk kitlelerinin oluşturduğu somut toplumun çözülmesi yalnız cinsel yaşama vurulan aile ve evlilik zincirlerinin parçalanmasına değil, aynı zamanda, beslenme içgüdüsünün doğurduğu ayaklanmayla cinsel gereksinimlerin de keskinleşmesine yol açmaktadır. Bunalım dönemlerinde “ahlâkın çökmesi” savının son derece yalın açıklamasıdır bu. Gerici yetkililerin, iktisadi bunalım dönemlerinde, kitlelerin cinsel etkinliği üzerindeki gerici baskıyı artırmaları, kanlı yıldırma önlemlerine başvurmaktan çekinmemeleri pek anlamlıdır (Wilhelm Reich, Cinsel Ahlakın Boygöstermesi, Payel Yayınları, s. 168).

Cinselliğin üzerindeki eski kalın perdenin yerini tüle bırakmasına karşın, çürüme de kendisini göstermeye başlamıştır. Burada cinsellik üzerindeki perdenin kalkıyor olmasına sevinmemek ahmaklık olur; ancak bu çözülmenin nereye evrileceği oldukça önemlidir. Durum, bastırılmış arzunun, patolojik semptomlarla ortaya çıkışına benzer niteliktedir. Güncel örneklerle tartışırsak, pandemi süreci ve ekonomik kriz tam da yukarıda bahsedildiği biçimiyle “ahlâkın çökmesi” durumunu ortaya çıkarmıştır. Ancak Reich’ın bu metni kaleme aldığı güne kıyasla bugün, kapitalizm bu “çöküş”ten de bir pazar yaratmaktadır. Daha önceki yazıda bahsettiğim sugar daddy, finansal kölelik vs. gibi yeni “meşru, sempatik fuhuş” biçimlerinin ötesinde fantazi satmaktadır. Ve misal, bugün bunların en belirgin ve en gözde örneği olan swinger kültürünün, artık dayanaklarını kaybeden evlilik kurumunu da yeniden koşullayacak bir fantezi biçimi olması ilgi çekicidir. Burada söz konusu olan uzun yıllardır var olan bu fantezinin özel olarak seçilip gündemleştirilmesi, sosyal medya üzerinden adeta reklamının yapılır şekilde öne çıkarılması ve hatta buna uygun mekanizmalar kurulmasıdır. Zira bu fantezi diğerlerine nazaran evlilik kurumunun yıkımını işaret etmez; aksine bir açıdan onu koşullar. Üzücü olan, yaşananın çok büyük çoğunluğunun bir fantezi değil, bir yalan olmasıdır. Fanteziler bile kirlenmiştir; biçimlerinden kaynaklı değil, nedenselliklerinden kaynaklı kirlenmişlerdir. Bir arzunun keşfinden kaynaklanmayan, bir “artık bir şeyler hissetmek istemek” arayışının sonucudur. Arzu doyumu değil, düpedüz doyumsuzluktur. Cinsellik ve başta da belirttiğim biçimiyle aşk, bir kaygı sebebidir ve eşlikçisi de büyük bir depresyon hâlidir. Ve bu parçalanması gereken bir kısırdöngüdür; zira kayıtsızlık ve duygu eksikliği aslında kaygıya karşı bir savunma mekanizmasıdır aynı zamanda.

Bir süredir kafamı kurcalayan bir soru var: Narsistik özellikler ve border özellikler, son yıllarda sıklıkla, kapitalist toplumun ortaya çıkardığı psikopatolojik durumlar olarak ele alınmaya başlanmışken, bana kalırsa dijitalleşmeyle de birlikte daha da öne çıkan şizoid yapılanmadan neden bunca söz edilmiyor? Bu konuyu başka bir metinde daha derinlikli tartışmak istediğimden, şimdilik kısaca buradaki bağlantıyı ortaya koyup geçeceğim. Bir başetme mekanizması olarak kimi zaman dünyayla ilişkiyi kesme, yakın yahut derin ilişkiler kurmaktan kaçınma, kayıtsızlık ve duygulanım eksiliği şizoid yapılanmanın görüngüleridir. Ancak ilgi çekici olan bu tablonun altında çok yoğun; ancak açığa çıkarılamayan duygular ve ciddi bir kaygı yatmasıdır. Ve şizoid yapıda, tutku eksikliğiyle belirgindir. Tam da az önce bahsettiğimiz durumlar gibi. Rollo May “Şizoid insan teknolojik insanın doğal bir ürünüdür. Bir yaşam biçimidir ve giderek yaygınlaşmaktadır, sonunda ise şiddet olarak kendini gösterecektir” der. Bana kalırsa bu çok anlamlı bir tespittir ve günümüzde derinlemesine incelenmeye muhtaç bir olgudur.

Kayıtsızlık, hissizlik, tutku yitimi, içgörüsüzlük ve yüzeysel ilişkilenmeler… Ne kadar sıklıkla gördüğümüzü söyleyebileceğimiz durumlar. Ve tüm bunların, bilhassa kendi arzularına yabancılaşmanın getirdiği bir samimiyetsizlik hâli. Önce kendine, ardından ötekine karşı bir samimiyetsizlik hâli. Açıklığın yitimi; kendine ve ötekine karşı. “Ben çağı”na karşı aslında “ben”e yabancılaşmış benmerkezci insan modeli. Kendi arzularını “ben…” diyerek ifade edemeyen, çoğunlukla kaçıngan, kaygılı, ötekini suçlayıcı; fakat ötekini yalnız kendisi üzerinden analiz eden benlikler…

Tüm bunları tartışmak; tutkuyu, aşkı, cinselliği, güveni, içgörüyü vb. bugün elzem hâldedir. Ve en önemlisi başta da belirttiğim gibi, tüm bunları ve içerdikleri tüm duygu ve durumları, Freud’un “Ben cinselliği olduğu gibi adlandırdım, cinsel şeylere kendi adlarını verdim, açık seçik konuşuyorum” dediğindeki gibi bir tavırla yapmak.

Tüm bunları kavramanın ve tartışmanın, değiştirmek adına da bir sorumluluk barındırdığını unutmadan şu alıntıya yer verelim son olarak:

Sorunlar, değeri henüz yeteri kadar anlaşılmamış tuhaf bir özelliktedirler: Geleceği önceden bildirirler. Bir dönemin sorunları, henüz çözülmemiş; fakat çözülebilecek krizlerdir; “çözülmüş” sözcüğünü ne kadar ciddiye alırsak alalım, yeni olanaklar olmasaydı, kriz de olmayacak, sadece umutsuzluk olacaktı (Rollo May, Aşk ve İrade, OkuyanUs, s. 15).

Ve evet, tutkunun yitimi, umudun yitimidir. Kapatırken, başa saralım hemen, ne demişti Müslüm Gürses şarkısının devamında, “Umutlarım tükenmekte, ne olur gel” ve ne diyordu “Tutku” isimli bir başka şarkıda: “Sen benim tek tutkum son umudumsun”. Evet, tutkunun umutla bir ilgisi olmalı. Umudumuzu yitirmemek gerekliliğiyle… o

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz