Bıçak – Ege Can Özgür

Önündeki sebze kaplarına baktı. Patates, kabak, patlıcan, salatalık, havuç, soğan… Kapların içindeki kâğıtlara baktı. Batonet, Diagonal, Vichy, Jülyen, Macedoine, Piyaz… Sonra saate baktı yine. Mesainin bitmesine, mutfağın kapanmasına daha vardı. Daha önüne doğranması gereken onlarca malzeme gelecek, şefin o tiz sesi acele etmesini söyleyecekti. Doğradı, doğradı, doğradı. Eline ne geçerse doğrardı o. Mutfakta düzgün yapabildiği tek iş diye ona bu görevi vermişlerdi. Havuçları, domatesleri, salatalıkları, patlıcanları, binbir çeşit sebze meyveyi doğrar dururdu tüm gün. Elindeki bıçağını bir an olsun bırakmasına fırsat vermeden yeni bir şey gelirdi hep. Bazen bıçak mı eline çok uygun yoksa eli mi bıçağın şeklini almış düşünürdü. İşin içinden çıkamadığından doğramaya devam ederdi sonra.

Bıçağına baktı bu sefer. Bıçağında yaşayamadığı günlerini görüyordu. Bir an önce eve gitmek, dinlenmek istiyordu. Koltuğa uzanıp telefonuyla oynamak, birkaç bir şey izleyip orda sızmanın hayalini kuruyordu. Artık doğramak değil yatmak istiyordu. Şimdi duymak istediği tek şey şefin o hiç sevmediği sesinden bir paydostu. Ama o ses hiç gelmiyordu. Önüne sebzeler geliyor, doğranıp gidiyordu. Mutfaktan duyduğu cas cos sesler vardı sadece. Kim bilir hangi yemeğe meze oluyordu bunlar. Umrunda da değildi açıkçası. Düzgün doğransa yeterdi. Derken paydosu duydu birden. Bıçağını bıraktı, evinin yolunu tuttu.

Monotondu hayatı. İşe gider, işten gelir. Tüm gün mutfakta çalıştığından yemeğini de orada yer, eve sadece uyumaya gelirdi. Yıllardır evinde vakit geçirmemişti bile. Bodrum katında kirasını ancak yetirebildiği derme çatma bir odası, küçük bir mutfağı ve lavabosu vardı. Pek sevmezdi evini, ama nefret de etmezdi ondan. Daha tanımamış gibiydi, kim bilir istese neler yapardı şimdiye kadar bu evde. Bunları uzun zamandır ilk defa düşünüyordu, çünkü işinden kovulmuştu geçen gün. Çok yavaş çalışıyor diye azarlanıp duruyordu. Oysa işe başladığı zamandan çok daha hızlı çalışmasına rağmen sıkıntı talebin giderek artması olmuştu. Üst üste emirler yağdıkça bir yerde dayanamayıp küfür etmiş, bunu duyan şefi ise kavga çıkarıp tekmeyi basıvermişti. Şimdi evde yalnız, kara kara düşüncelerle otururken bulmuştu kendini. İş bulmalıydı yeniden.

Bunları düşünürken karnının acıktığını farketti. Bir şeyler yerim, bir de hava alırım diye dışarı çıktı. Sokaklarda gezindi, yemek yenecek yerlere baktı. Pahalı diye geçirdi aklından. Yeni bir iş bulana kadar tutumlu olmalı. Bu yüzden dışarıdan yeme düşüncesinden vazgeçti, yiyecek malzeme almak için markete girdi. Düşündü biraz. Ne yiyecekti? Pek yapmayı bildiği bir yemek yoktu. Yumurta kırarım diye düşündü. Ama onu bu saatte yumurta kesmezdi. Mutfakta yediği yemekleri düşündü. Aşçılar hiç bilmediği yemekler yapardı hep. Oysa o, senelerdir mutfakta çalışmış olmasına rağmen hiçbirini öğrenmemişti. Gerek de duymamıştı ya, neyin nasıl kesileceğini bilmek yeterliydi sadece. Menemen yaparım o zaman diye düşündü. Ekmek, yağ, yumurta, soğan, biber ve domates alıp evin yolunu tuttu.

Eve gelip malzemeleri yıkadı, tahtaya dizdi. Soğanları, biberleri ve domatesleri ince ince doğradı ve hepsini ayrı bir kaba koydu. Malzemeleri hazırdı. Şimdi pişirmesi kalmıştı. Elindeki bıçağa bakıp nasıl yapmalı diye geçirdi içinden. Senelerdir yemek yapmamıştı. Malzemeleri yakmak istemediğinden ateşi en kısıkta açtı. Aşçılar yemeği yakınca şefin ne kadar bağırdığını düşünüyordu. Önce biraz yağı koydu. Sonra soğanları attı. Ne kadar pişireceğini bilmiyordu. Herhalde azıcık yumuşaması lazımdır diye düşündü. Karıştırırken burnuna soğan kokusu gelmeye başlayınca oldu diye düşünüp biberleri attı. Biraz daha karıştırdı. Yakmaktan korktuğu için hızlı hızlı karıştırıyordu tavadakileri. Sonra uzatmayayım diye düşünüp domatesi de attı, hepsi eriyinceye kadar karıştırıp üzerine yumurtasını kırdı.

Yemeğin tuzunu biberini de ekleyince, güzel kokan bir menemen çıkmıştı ortaya. Bu yemeği yaptığı için heyecanlıydı. Acaba aşçıların yaptığı kadar da güzel olmuş muydu? Biraz ekmeği çatalına takıp sıcak yemeğe bandırdı. Fena değildi. Sadece biraz yağlıydı. Bir de biberler diri kalmıştı. Biraz da baharata ihtiyacı var gibiydi yemeğin. Yemeğinin yavanlığı azıcık içini burksa da bu yemeği yapmış olmanın gururuyla yemeye devam etti. Ben yaparım aslında bu işi diye düşündü. Yemek yapmak çok da zor bir şey değilmiş.

Aradan geçen zamanda birkaç kez iş değiştirdi. İş aradı, yemek yaptı. İlk pilavı lapaydı, sonraki sert. Çorbaları çok suluydu, etleri ise kuru. Ama yaptı. Pilavı tuttu, çorbaları kıvamlı, etleri kararında oldu. Güldü, üzüldü, sevdi ve sövdü. Yıllar, pek çoğuna olduğu gibi davrandı ona da. Arkadaşlar edindi, sevdiklerinden koptu. Kâh yerildi, kâh övüldü. Bir gece ansızın evinin önünde yıllardır görmediği bir arkadaşını gördü. Onu içeri aldı, hikâyesini dinledi. Anlaşılan o ki, arkadaşı çok şeyler yaşamış, çok üzülmüştü. Karnı da hayli açtı. Bize bir şeyler hazırlayayım diye düşündü. Dostlarla güzel bir yemek yemek belki onu biraz ferahlatırdı.

Dolabı açıp baktı. Evde sadece sebze vardı. Biraz mantar, bir soğan, iki diş sarımsak, yarım kapya biber, bir havuç, azıcık mısır, bir kabak ve bir patlıcan vardı. Malzemeleri tezgâha koydu. Kesme tahtasını çıkardı ve bıçağına baktı. Bunlarla ne yapabilirim diye düşündü. Nasıl yaparsa güzel olur, besleyici ve lezzetli bir yemek çıkar diye düşündü. Ağır bir şey yapamazdı, ama eldeki bu kadar sebzeyle de karın doymalıydı. O yemek üzerine düşünürken misafiri de evin hâline bakıyordu. En son yıllar önce uğramıştı bu bodrum katına. Duvarda küçük resimler, masada oradan buradan toplanmış süslemeler, her tarafta renkli renkli eşyalar… Belki de çok uzun zamandır görüşemedik diye düşündü misafir. Son geldiğinde çok başkaydı sanki burası. Onu mutfakta böylesine yemek yaparken görmeye alışkın değildi hiç.

Misafirinin onu izlediğini fark etmeden, önce soğanı diri kalsınlar diye uzun uzun doğrayıp geniş bir tavaya attı. Biraz zeytinyağı döküp kısık ateşte pişirmeye bıraktı. Mantarları ve havucu sulu kalsın diye küp küp doğrayıp hafif pişmiş soğanların üstüne koydu. Kapya biberi ağıza gelecek biçimde uzun ve ince doğradı, yarım kabak ve yarım patlıcanı da suyu iyi çeksinler diye yuvarlak yuvarlak kesip karışımın içine attı. Pişmesi zor olur diye düşünüp karışıma bir parmak kaynar su ekledi. Aroma versin diye önce sarımsakları kıyıp yemeğe attı, üzerine de tatlansın diye biraz mısır ekleyip tuzunu biberini koydu. Biraz baharat da buna yakışır diyerek suyunu çekmeden önce nane, kekik, kırmızı biber, biraz kimyon ve köri ilave etti. Yemeğin kokusu tüm odayı sarmaya başlamıştı bile. Suyunu çektikten sonra yemek hazırdı.

Yemeği tabaklara koyarken misafirinin de kokudan heyecanlanmaya başladığını görüyordu. Şimdiden içi açılmıştı. Masaya bir de ince doğranmış ekmek koyduktan sonra artık ziyafete hazırlardı. Morali şimdiden yerine gelmeye başlayan misafir, yedikçe açılıyor, karnı doydukça gülmeye başlıyordu. Artık dertleşebildiklerini düşünüyordu. Misafiri, yemekten sonra, sanatçısın sen, dedi ona. O sanattan pek anlamazdı ama gülerek kabul etti bu övgüyü. Çalışarak öğrendim dedi yemek yapmayı. Ve üzerine ekledi birden. Ben de bilmezdim pek eskiden. Sonra ne oldu bilmiyorum, hoşuma gitmeye başladı bir şeyler doğrayıp yemek yapmak. O günden beri de uğraşıp dururum. Afiyet olsun.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz