“Bir ‘patlama’ potansiyeli var ama‘arafta’ kalmak da mümkün!” – İrfan Kaygısız ile röportaj

Metal işkolunda 150 bini aşkın işçiyi kapsayan MESS Grup Toplu İş Sözleşmesi başladı. Sözleşmenin, uyuşmazlıkla sonuçlanması ve yıl sonunda açıklanacak asgarî ücret sonrası bağıtlanması öngörülüyor. Sözleşmeye 3 ayrı işçi konfederasyonundan sendikalar katılıyor. Sendikalar ve temsil ettikleri üye sayıları şöyle:

Türk-İş/Türk Metal: 195 işyeri, 140 bin kişi (işçilerin yüzde 91’i)…

DİSK/Birleşik Metal: 34 işyeri, 12.000 kişi (işçilerin yüzde 8’i)…

Hak-İş/Özçelik İş: 4 işyeri, 2 bin kişi (işçilerin yüzde 1’i)…

MESS sözleşmesi birçok açıdan kritik öneme sahip. Ülke sanayiinin ana omurgasını oluşturan 233 işyeri ve işletme bünyesinde yaklaşık 450 fabrikayı kapsıyor. TİS kapsamındaki 150 bini aşkın işçinin yanısıra bu fabrikaların tedarikçisi yüzlerce fabrikada da on binlerce işçi çalışıyor. Aileleriyle birlikte değerlendirildiğinde sayısı milyona ulaşan insanı etkileyen bir sözleşme. Ve dahası işkolunda olduğu kadar ülkedeki ücret politikalarını da etkileme gücüne sahip.

Sözleşme süreci hakkında, DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası Toplu İş Sözleşmesi Uzmanı İrfan Kaygısız ile konuştuk…

Merhaba… Metal işkolunda 150 bini aşkın işçiyi kapsayan MESS Grup Toplu İş Sözleşmesi, özelde metal işkolu, genel manada işçi sınıfı ve sermaye sınıfı açısından nasıl bir önem taşıyor?

Metal işkolu sözleşmesi birkaç bakımdan önemli. Bir tanesi, özel sektörde aynı anda bu sayıda işçiyi kapsayan başka grup sözleşmesi yok. Sözleşme 3 sendikadan 154 bin işçiyi kapsıyor. Bu bakımdan büyük bir kitlesellik; aileleri ile de kabaca çarpsak neredeyse 500 bin kişiyi birinci derecede etkileyen bir sözleşme. Birinci önemi buradan kaynaklı; yani kalabalık bir işçi kitlesini etkiliyor.

İkincisi, büyük fabrikalar var işkolunda; diğer sektörlerden farklı olarak. Bünyesinde 5 bin, 10 bin, 12 bin kişi çalıştıran fabrikalar var; bin ve daha üzeri fabrikalar da çok sayıda. Bunun ne anlamı var? Bu işçilerin kolektif davranma yeteneğini sağlayabiliyor. Yani bir fabrika eyleme girdiğinde 10 bin, 15 bin işçi birden harekete geçiyor. Bu düzeydeki mücadele kapasitesi diğer sektörleri de etkileme potansiyeline sahip. 300 kişilik, 100 kişilik iş yerleri de elbette var ama nicelik olarak büyük fabrikaların da işin içinde olması işçilerin hem örgütlenmesini, mücadelesini kolaylaştıran sonuçlara yol açıyor…

Üçüncüsü, tarihsel önemi var; mücadele birikimi, deneyimleri var. 1980 öncesinden, Maden-İş’ten gelen ama 80 sonrasında da bir boyutta devam eden bir mücadele geleneği var. Bu, bir tür akıldan akıla, nesilden nesile aktarma… Sektörde ortalama 10-15 yılda bir patlama oluyor, o patlamalar bir kuşak üstünden bir sonraki kuşağa aktarılıyor. Dolayısıyla, işçinin kendisi yaşamasa da bir önceki dönemki eylemler ve mücadelelerden haberdar oluyor. 1996 eylemleri, metal fırtına dediğimiz 2015’teki örnekler gibi…

Bu birikme, patlama süreçlerini biraz açabilir miyiz?

Şöyle geliyor bana, bir birikim oluyor, işçiler biriktiriyorlar sorunları, “Artık bu kadar da yeter, tamam artık” diyorlar ve üstüne başkaldırı oluyor. Onu tetikleyen nedenler de ücret zammı ya da başka bir şey oluyor. Bu arada her başkaldırıdan sonra sermaye bir önlem alıyor. Önderleri, aktivistleri, kadroları bir tırpanlıyor, onları işten atıyor, sonra o biraz unutuluyor, yeni kadrolar ortaya çıkıyor. Kendi mücadele dinamiklerini yaratıyor. Sorunlar büyüyüp, yeni kadrolar da riskleri, atılmayı göze aldığı zaman da (ortalama 10-15 yılda), yeni bir başkaldırı oluyor. Dinmeyen bir öfke açığa çıkıyor ki bu öfkenin açığa çıkmasının en temel nedeni doğal olarak toplu sözleşme ve para oluyor.

Metal sektöründeki örgütlülük, özel sektör içerisinde en yüksek oranda. İşçi sınıfının örgütlülüğü bakımından ortalamanın daha üzerinde. Ayrıca, metal sözleşmesinin sonuçları diğer sektörleri de etkiliyor elbette. Bu nedenle, devletin müdahalesi de oluyor. Mesela ben Çalışma Bakanlığının TİS’e müdahale ettiğini biliyorum. “Ücret ortalamasını yükseltmeyin, rekabeti engeller, emsal olur” diye müdahale ettiklerini biliyoruz…

Diğer sektörlerde (etkileme kapasitesi bakımından) TİS dönemindeki aylarda, “Metalde şu kadar zam oldu” diye konuşulur her zaman. Çok sayıda işçiyi etkilediği için de kamuoyuna yansıyan sonuçları oluyor.

Bir başka önemli faktör; MESS, hem tarihsel olarak hem de günümüz bakımından sermayenin en önemli, güçlü sendikalarından. 80 darbecilerine iki tane bakan verdi, birisi Özal; başbakan yardımcısıydı, Şahap Kocatopçu bakan oldu. Devletle olan ilişkileri ve büyük bir sermaye grubunu temsil etmesi bakımından önemli. TİS’in başkanı hep MESS’in başkanıdır. Onun devlet ile olan ilişkileri görünür ortada zaten, özel bir bilgiye gerek yok.

Ülkedeki toplam üretimin üçte biri metal sektöründe. Dolayısıyla ekonomi içerisindeki payı büyük, büyük iş yerleri ve sermaye grupları sürecin parçası. MESS dediğimizde aklımıza Koç geliyor, Koç grubu yönetiyor aslında… Emek ve sermaye çatışması dediğimiz şey, bütün taraflar, güç ilişkileri itibarıyla bu TİS sürecinde gözlemlenebilir. Devlet/sermaye bir tarafta, işçiler ve sendikaları diğer tarafta. Bu bakımdan önemli.

Ülke ekonomisi içindeki yerini bir ölçüde anlatmış oldun… Bu fabrikaların üretim ve kârlılık oranları bir önceki dönemle (2021-2023) kıyaslarsak 2023’te nasıl bir seyir izledi? Ücretlerin tablosu nasıl oldu?

MESS toplu sözleşmelerinin ilk toplantılarında, bazen daha sonrasında da karşılıklı olarak sunuşlar yapıyoruz. Sermaye cephesi kendi cephesinden bir sunuş yapıyor. MESS, “rekabeti engelleyici bir ücret politikasına girilmemesi” üzerinden yürüyor. Ücretler çok fazla yükseldiğinde ülkeye yatırımın olmayacağını, aynı zamanda buradaki yatırımcıların da çeşitli rakip ülkelere; Batı Avrupa, Doğu Avrupa, işte Fas gibi Kuzey Afrika ülkelerine kayacağına dair sunuşlar yapılıyor. Temel vurguları burası üzerine kurulu…

Biz de her toplantıda sunuş yapıyoruz. Sunuşlarımızda, senin de sorduğun birkaç şeye önem veriyoruz. Hemen her sunuşumuz için kârlılık oranları bizim ilk baktığımız şeylerden birisi.

Bu sene sadece metale değil, aynı zamanda genel olarak emek ve sermaye arasında gelir bölüşümüne de baktık. Yurtiçi hasılanın işçi ve sermaye arasındaki dağılımı ne düzeyde? Sonra sermaye yatırımları var mı ülkede? Evet, baktık ki var; önemli ölçüde bir kaynak aktarımı var. İşçiler verimli çalışmış mı? Çalışmışlar. Verimlilik rakamlarına baktık; hem makro ölçekte hem de sektörel olarak bakıyoruz bunlara. Metal sektörünün alt sektörleri de dahil, işçiler daha yoğun, daha fazla çalışmışlar. Elbette teknolojinin etkisi var ama aynı zamanda işçilerin daha yoğun çalışmasının da etkisiyle verimlilik artmış… Son 2 senedeki üretimde ciddi artışlar olmuş.

Bakıyoruz, ihracat artışları var. Peki, “kârlar, cirolar ne durumda?” diye bakıyoruz; bunların hepsi kullandığımız kaynaklar. Gerisi zaten devlet ve sermaye kaynaklarında. TÜİK, Cumhurbaşkanlığı verileri, ISO 500, Fortuna 500 vs. gibi yerlerden bakıyoruz ve yüksek oranda kârlar olduğunu görüyoruz.

Dolayısıyla, bizim sektörümüz açısından bakıldığında 2002 yılında sektörde; otomotiv yüzde 121, elektrik malzemeleri yüzde 158.7, makina üretimi yüzde 146, dayanıklı tüketim yüzde 52.4 kâr etmiş.

Şimdi 2023’ün ilk 6 ay ve 3. çeyreklerinde bakıyoruz, bu kârlılık oranı sürüyor.

Ücretler ne durumda? Bir de buna bakıyoruz. Ücretlerde, reel ücretler açısından bakıldığında aşağıya doğru iniş var. Giderler artmış, ücretler gerilemiş ama üretim ve kârlılık da gayet iyi.

Kendilerine de söylüyoruz, toplantılarda anlattım; “İşçiye biz ne anlatacağız? işler kötü mü diyeceğiz, az kâr ediyoruz mu diyeceğiz bu veriler elimizdeyken? Niye az para istesinlerin bir gerekçesini söylememiz lazım.” Yanıt yok tabii.

Oysa tablo açık. Sektörde durum iyi, üretim artmış, patronlar kâr etmişler, işçiler de yoksullaşmış. Dolayısıyla talebin kendi nesnelliği var zaten; işçiler reel ücret kaybına uğramışlar.

Böyle, iki taraf için de durumun açıkça ortada olduğu koşullarda sözleşmeye giriyoruz…

Belirttiğiniz gibi, ücretlerin yüksek enflasyon etkisiyle hızla eridiği koşullarda TİS sürecine girildi. Uygulanan sermaye politikaları ücretli emekçileri büyük oranda açlık sınırında eşitler hâle geldi… İşçilerin beklentileri ile MESS’e önerilen teklifler ne ölçüde örtüşüyor? Nasıl bir süreç öngörüyorsunuz? Sert bir kavga (örneğin, 2015’te Bursa/Renault’tan başlayan patlama gibi) yaşanabilir mi?

Teklif hazırlık sürecimizden başlayayım… Biz teklifi şöyle hazırlıyoruz: MESS Grup Sözleşmesi kapsamında bizde 36 fabrika var, işletme var daha doğrusu, çünkü bazılarının birden fazla fabrikası var.

Ben 40 fabrikadaki işçilerle toplantı yaptım, işyeri komiteleri ile. İşyeri komiteleri yaklaşık olarak işyerinde çalışanların yüzde 10’una tekabül ediyor sayısal olarak. Toplantıları bu komitelerle yapıyoruz. İşçilerin talepleri bu toplantılarda alıyoruz. Sonra Merkez TİS Komisyonu’na çağırıyoruz. Merkez TİS Komisyonu, MESS’e bağlı fabrikaların bütün temsilcilerinden oluşuyor

Ben orada tablonun bütününe dair bir sunuş yapıyorum. O sunuşla diyoruz ki -örnek olarak söylüyorum- “20 fabrikadan 3.000 işçi yüzde şu kadar istedi, 10 fabrikadan 5.000 işçi yüzde bu kadar istedi” deyip bütün o verileri paylaşıyoruz işçilerle. Yani bir fabrikanın işçileri kendileri için şu kadar istemiş de peki diğer fabrikaların işçileri ne istemiş? Çünkü grup sözleşmesi dediğimiz şeyin farkı bu; tek tek fabrikalara ilişkin talepte bulunmuyorsun. Tamamına; 36 fabrikaya ilişkin bir tek talepte bulunuyorsun… Grup sözleşmesinin mantığı bu; kaç fabrika olursa olsun, bütününü kapsayan tek bir sözleşme yapıyorsun. Dolayısıyla talebi tekleştirmen, mücadeleyi de ortaklaştırman lazım…

Bu verileri paylaşıyoruz temsilcilerle. Orada herkes bakıyor ki ağırlıkla talepler bir yerde yoğunlaşmış, burası üzerinden söz alıyor, görüşünü bildiriyor.

Bu dönemdeki talepler yüzde 140 ekseninde yoğunlaşmıştı. Bu oranın üzerinde isteyen iş yeri de vardı, altında isteyen iş yeri de vardı. Üstünde ya da altında isteyen iş yerlerindeki işçi sayısı da önemli. O nedenle iki şeye birden bakıyoruz; sadece fabrika sayısına değil, aynı zamanda işçi sayısına da bakıyoruz. 10 fabrika olur ama üyelerin de yüzde 80’ine tekabül edebilir. Dolayısıyla, ağırlık açısından ikisine birlikte bakarak ve işçilerin ağırlıklı olarak en çok neyi talep ettiğini de gözeterek talepleri netleştirme yoluna gidiyoruz.

Çıkan tablo üzerinden temsilciler son görüşlerini söylüyor, sonra Başkanlar Kurulu toplanıyor, oradaki tartışmaların ışığında da teklif son hâlini almış oluyor.

Yüzde 140 teklifimiz, bir ortalama kesişim noktasıydı ve işçilerin bu anlamda gerçek talebini yansıtan bir orandı… Bu, talebin sahiplenilmesi bakımından da önemli oluyor. Çünkü işçilerin iradesi dışında bir şey olursa sahiplenilmiyor.

Türk Metal’i hatırlayalım; anket yaptılar, ankete en yüksek talep kategorisi koymuşlar; yüzde 50 artı idi. Yani, “yüzde 50’den fazla isteme” diyordu aslında. İşyerlerinde yüzde 50-60 propagandası yaptılar. Benim fabrikalarda dolaştığım dönemlerdi, aynen bu bilgileri aldım. Yüzde 80 aralığında bir teklif vermeye çabalıyorlardı, bizim hamlelerimiz oldu; bilerek teklifimizi erken açıkladık. Onlarda mecburen daha yüksek bir rakam açıklamak zorunda kaldılar.

Sermaye/devlet ile iç içe olan Türk Metal’in, temsil ettiği üye çoğunluğu açısından bariz ağırlığı var. Nasıl etkiliyor süreci?

Sözleşmede 3 sendikayla ayrı ayrı masaya oturuluyor ama belirttiğin gibi Türk Metal masadaki büyük aktör. Onunla bir rakam imzalandıktan sonra, onun ötesine geçmenin de ciddi zorlukları var. Bu gerçeklik nedeniyle, sadece kendi üyelerimizi sözleşmeye hazırlamak yetmiyor, biz aynı zamanda sektördeki tüm işçilerin taleplerinin yükseltilmesi çabası içerisinde oluyoruz.

Bizim sürecimiz, talebimiz böyle şekilleniyor. Talebimiz yüksek gibi gözüküyor normalde, ancak şiddetli bir yoksullaşma söz konusu. İşçiler günlük yaşamlarını idame edecek durumda değiller. Nitekim böyle olduğu için bu dönem bir ön zam istedik.

Toplu sözleşmeler bizde genelde ocakta bitiyor. MESS, gerçek ücret pazarlığını yapmak, gerçek teklifini vermek için asgarî ücretin açıklanmasını bekliyor. O da aralık sonu, ocak başı gibi oluyor. Yani, eylülden ocağa kadar 4-5 aylık dönemde, işçilerin yaşamı daha da zorlaşıyor. Okullar açılıyor, kışa giriliyor, vergi dilimine girdiği için eve giren para azalıyor vb. Bu nedenle bu sene ön zam istedik ve mücadele erken başladı.

Yukarıda sorduğun; “yeni dönemde ne ile karşılaşabiliriz, yeni bir patlama yaşanabilir mi” açısından bakıldığında, net bir şey söylemek şimdilik zor açıkçası.

Patlama olması için birkaç faktörün bir arada olması lazım… İlk başta söylediğim, işçi kadroları yeni tasfiye edildiyse (bir önceki patlama sürecinden dolayı) önderlik edecek dinamiği yok etmiş oluyor ki bu kritik bir faktör. Sonra, biraz birikimin olması lazım; yani sorunların birikmiş, işin ve yaşamın çekilmez hâle gelmiş olması lazım. Dediğim gibi, kadroların olması lazım; eylemi, mücadeleyi sürdürecek, harekete geçirecek, biraz deneyimli biraz gözü kara kadroların olması lazım.

Diğer bir husus (genelde tersi anlaşılır ama öyle değil), sektörde işlerin iyi olması lazım, genel olarak işlerin çok kötü olmaması lazım. Yani işçinin işten atılma riskini göze alabileceği, “nasıl olsa işsiz kalmam” diyebileceği iş bulma koşullarının oluşması lazım.

Şimdi buraya bakıldığında, bu sene bunlar var açıkçası. Ama bunların varlığı tek başına yeterli bir şey değil. Sözleşmede ortaya çıkacak olan zam oranının tatmin etmeyecek bir rakam olması lazım ki bu dinamikleri harekete geçirsin.

Şimdilik bunu bilmiyoruz, süreç devam ediyor. Bu bakımdan bir potansiyel söz konusu mu; evet, potansiyel var ama “mutlak olur” diye kimse söyleyemez. Bir patlamanın, öfkenin ortaya çıktığının şimdiden eğilimleri ufak ufak görülüyor çeşitli yerlerde, ancak sermaye de bunu görüyor. Bunu engelleyecek bir zam oranı ortaya çıkabilir.

Şöyle bir durum oluyor, kritik mesele şu: Patronlar bu durumu görüyorlar, süreci izliyorlar. Sözleşmede işçinin çok içine sinmeyen bir rakam ortaya çıkabiliyor ama aynı zamanda da bir kalkışmayı, greve çıkmayı engelleyici bir rakam; yani “arafta” dediğimiz bir rakam ortaya çıkınca en zor ve yönetilmesi çok sıkıntılı bir tablo oluşuyor.

Çok düşük verse iş kolay; “haydi başlıyoruz” diyorsunuz. Ama hani örnek olarak söylüyorum, 10 bekliyorsa işçi, 8-9 veriyorsa, işçi tereddütte kalıyor. Oradaki küçük bir puan aralığı için değer mi değmez mi; bunun için bir mücadele, risk vs.

Patronlar da çoklukla maalesef o aralıkta bir rakama oynuyorlar. Bazen bunu taraflar kestiremeyebiliyor. İşçi patlıyor ya da “Allah kahretsin, neyse” deyip içine sinmese de kabullenmek durumunda kalıyor.

Bu TİS sürecini de yaşayıp göreceğiz. Şu an belli eğilimlerden bahsedebiliriz, kesin yargıda bulunmak için erken…

Sendikanızın sınıf araştırmaları merkezi BİSAM, Ekim 2023 dönemi açlık yoksulluk sınırı verilerini açıkladı. Verilere göre açlık sınırı 13 bine, yoksulluk sınırı 45 bine dayandı. İşkolunda şu an ortalama ücretler ne durumda?

Ortalama ücretler 15 bin, 16 bin TL dolayında. Tabii şimdi açlık ve yoksulluk 4 kişilik aile üzerinden hesaplanıyor. Diyelim ki, ailede çift kişi çalışıyor mu çalışmıyor mu, haneye giren para miktarı filan, bunlar genel ülke tablosunun bir parçası. Haneye giren para neyse, yüksek diye söylemiyorum, hani 4 kişi asgarî ücret alsa yoksulluk sınırında hâlâ!

Bizim sözleşme gerçekliğimizde, alınabilirlik meselesi önemli açıkçası. Yoksa her şey işçilerin hakkı. Öyle tartışmaya bakarsak, biz niye açlık ve yoksulluk sınırına razı olalım ki! Açlık ve yoksulluk işçilerin kaderi mi? Diyelim 45.000 lira mı yoksulluk sınırı, bizim çok daha fazla almamız lazım ki insanca yaşayabilelim.

Bu rakamlar önemli ama aynı zamanda da alınabilirliğe, işçilerin mücadele kapasitesine vb. bakmak zorundayız; gerçekçilik diye bir ilkeden bahsediyoruz. Gerçekçilik dediğimiz şey, “Bu koşullarda şu alınabilir, bunu almanın koşulları ve potansiyeli var. İşçiler buna inanırlar; bunun için mücadele ederler” gibi elle tutulur olmalıdır.

İşçilerin ne için, hangi talepler için sonuna kadar mücadele edeceği, riskleri ne kadar göze alabileceği ve işyerlerinin, sektörün durumunun ne olduğu, MESS toplu sözleşmesinin nasıl sonuçlanacağını belirleyecek…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz