Bir şarkı bin şarkı – Yusuf Alp

“Afrika devriminde yer almak için devrimci bir şarkı yazmak yeterli değil: devrimi halkla birlikte şekillendirmelisiniz. Ve bunu insanlarla birlikte yaparsanız, şarkılar kendiliğinden gelir.” [1]

Size bir şarkının hikâyesinden bahsetmek istiyorum. Bunu yaparken şarkılarımızın beden bulup taş atmasından, bir toplantıya katılıp yanlış karara şerh koymasından, yenilmiş bir müfrezenin moralini yükseltmesinden konuşalım. Bu hem bana hem de size kısa bir mola olsun, hem de tartışmaya vesile olsun.

Mısırlı sanatçı Sheikh İmam’ın “Mazare” (Build your castles, İng.) adlı şarkısı bütün Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da bu etkiyi yapan bir şarkı. Şarkıya eylem alanlarında, tribünlerde, bir konserde, çocuğunu uyutmak için ninni okuyan annenin dilinde rastlıyorsunuz.

Aynı şarkının ritmi değişen, sözleri değişen veya ezgisi değişen çok sayıda versiyonunu görüyorsunuz.

Sheikh İmam bu şarkıyı çalışmaya başladığında, ilk kez denediğinde, ilk konserinde veya kaydında böyle bir etki yaratmasını bekliyor muydu? Hiç sanmıyorum.

1962’de bir kafede, cezaevinden yeni çıkan Ahmed Fuad Negm ile tanıştığında on yıllar süren bir arkadaşlık ve 30 yılı aşan bir ortaklık kurmak üzere olduğunu da tahmin etmemiştir. Kahire’nin en yoksul muhitinde ev arkadaşı oldular, sonrasında Nasır’ı eleştirmekten tutuklanıp cezaevi arkadaşı oldular. Enver Sedat’ın da hedefi oldular. 1978’de 11 yıl ceza aldı Negm. Ve ölene kadar bu şekliyle süregeldi hayatları.

Bu iki ev arkadaşının yazıp söylediği şarkılar dilden dile dolaştı. Negm Ortadoğu’nun şairi, İmam da sesi oldu. 1970’lerin ortasında yazılan Mazare bunların içinde sıyrılan şarkıydı.

Hikâyeye geri döneceğim ama biraz konuyu saptıracağım. Zaten yazının devamında da biraz konudan konuya atlayarak ilerleyeceğim. Şimdi bu şarkıyı bu kadar güçlü kılan neydi? Bir şarkının yahut sanat eserinin gücünü belirleyen şey ne?

Biraz daha genellersek, bir fikrin, önermenin, sloganın, eserin daha çok alıcıya ulaşabilmesini sağlayan, onun ömrünü uzatan, harekete geçirici olmasını sağlayan, güçlendiren şey nedir?

Toplumsal kodların gücü – Yanlışa dokunan yanar mı?

Yazının birebir konusu değil ama denk geldiğim tartışmalar beni bazı şeyleri düşünmeye itti. Mesela analizin ne olduğu ve nasıl yapılması gerektiğine dair. Ya da sınıflı toplumlarda bilime nasıl bakılması gerektiğine…

Bilgi edinme süreci birikerek ilerlerken, parçayı tanımaktan bütüne doğru bir süreç işler. Analiz de bu süreci de kapsayan ve devamında bütünden parçaya ve süreçlere dönen bir araştırma sürecini anlatır. Bu incelemede bilimsel analiz ise diyalektiğin yasalarını özümseyerek ve kategorilerinden faydalanarak yapılabilir.

Öte yandan bilim, uzmanlaşma ve mülkiyet ilişkileri sonucu parçalanan ve en temelde de sosyal bilimler ve pozitif bilimler olarak birbirinden koparılan alanların “doğa bilimleri” temelinde yeniden bütünleşmesiyle yerini bulacaktır. Ve bilim birikerek gelişimini sürdürecektir. Bu noktada “pozitif bilim”lerden uzak kalan eğilim bütünlüklü bilimsel-diyalektik bakışı sakatlamaktadır.

“Sosyal bilim”lerde Marksist literatürün gelişkinliği, alanda devrimci müdahalenin etkisinin güçlü olmasını sağlıyor. Biz de bu gelişkinliğin sonucu olarak bu noktada gelişim katedebiliyoruz. Propagandamızı, öğrenme süreçlerimizi buna temellendiriyoruz ve fikrimize sonuna kadar güvendiğimiz için hiçbir bilimsel argümandan kaçmıyoruz, kavga edercesine dahi olsa argümanlarımızı savunuyoruz.

Ancak konu tekniğin gelişmesinde daha önemli olduğu için mülkiyet ilişkisinin daha doğrudan olduğu “pozitif bilim”lere gelince aynı noktada olduğumuz söylenemez. Bu alan burjuva mülkiyetin katmerlendiği bir alan olduğu için devrimci müdahale, teori ve literatürün de daha kısıtlı, bu kısıtlı literatürden dolayı ezberin daha etkin olduğu bir alan hâline geliyor. “Sosyal bilim”lerde burjuva bir önermeyle tartışırken duyulan, önermeden beslenen ve hatta önermenin kendisini ona karşı silah olarak kullanmayı sağlayan özgüven, “pozitif bilim”lerde ezberlerin yarattığı mengene arasında sıkışıyor.

Aslında daha doğru bir ifadeyle anlatmaya çalışırsam; topyekûn ret veya ezber ve toptancı beğeni ve kabullere dayanan bir tavır takınabiliyoruz bir çalışmaya veya bilim insanına bakınca. Okunacaklar ve dokunulmayacaklar…

Bu tabii ki çok öznel ve yanlış da barındıran bir gözlem ancak genel ilerleme içerisinde bilimin bir kanadını diğer kanadından daha iyi çırptığımız ortada.

Bu dokunulmayacak olanlardan biri yoluma çıkmıştı bir süre önce: Dawkins. Kendisiyle ilgili ayrıntılı bir inceleme yapmasam da bu ayrıntılı incelemeye gerek kalmadan çarpışmaya başlıyorsun onu okurken. Yani hakkını verelim ki, kötü nâmı hak edenlerden.

Bu konuya nerden gelmiştik?

Dawkins “Gen Bencildir” çalışmasında memetik diye bir kuramla kültürel evrim üzerine tartışıyor. Kuramını da “mimeme” kelimesine dayandırıyor.

Ancak Dawkins kitabında belirttiği üzere “gen” kelimesi gibi tek heceli bir isim istediğinden bunu “mem” olarak kısaltmıştır. Ayrıca “même” kelimesinin Fransızca “kendi” anlamına gelen köküyle ilgili bağlantı kurar.

Ezgiler, düşünceler, sloganlar, moda, mimarî, mem örnekleridir. Genlerin sperm ya da yumurtalar yoluyla bir bedenden diğerine atlayarak gen havuzunda çoğalmaları gibi, memler de, geniş anlamda taklit (etkileşim) denebilecek bir süreç yoluyla, bir beyinden diğerine zıplayarak kendilerini çoğaltırlar.

Örneklemek gerekirse; bir bilim insanı güzel bir düşünce duyduğunda ya da okuduğunda bunu arkadaşlarına ve öğrencilerine aktarır. Yazılarında ve derslerinde bundan söz eder. Bu düşünce tutulursa, beyinden beyine yayılarak kendini çoğalttığı söylenebilir. [2]

Öte yandan gelenek hâlindeki memler, genler gibi nesilden nesile ya da kültürden kültüre aktarılabilir. Aktarım sırasında değişime de uğrayabilir.

Özetle Dawkins kültürel evrimi, genetik evrimin bir modellemesi olarak tartışırken; benzer bir kavramsal altyapının da önünü açtı: memotip, mem havuzu, memosit, memetik denge…

Bu kurama genler için olduğu gibi, memler için de bir kod yazısının olmaması ve mem mutasyon mekanizmasının evrimsel okumayı kaotik hâle getirecek olan kararsızlık gerçeği de hatırlatılarak ciddi eleştiriler yapıldı.

Kültürel evrim üzerine yapılan diğer çalışmaların gelişimi memetiğin ortaya atıldığı dönemdeki popülaritesini yitirtti.

Kültürel evrim yâhut toplumsal evrim üzerine yapılan çalışmalar kavram ve kuram nasıl düzenlenirse düzenlensin toplumsal kodları güçlü veya zayıf yapan işleyişi anlamaya çalıştı. Bu konuda karşıma çıkan en açıklayıcı kuramlardan biri, toplumsal ve genetik evrimi bütünlüklü bir bakışla birleştiren ama organik ve kültürel evrimi birbirine karıştırmayan birbirinin yerine geçirmeyen Alâeddin Şenel’in de sade bir şekilde açıkladığı bakış oldu.

Denebilir ki kültürel evrim, organik evrimin, araç kullanabilen insansılardan alıp, yaşamın hemen her alanında sistemli olarak araç yapıp kullanma noktasına getirdiği canlı türü (Homo sapiens) ile başlamıştır. Onun simgesel araçlarını, “konuşma” noktasına yükseltmesiyle hızlanmıştır. Yazı ile (“yazılı tarih” dönemiyle) yani uygar toplumun doğuşuyla (MÖ 3000 dolaylarında) hızı artmıştır. Uygarlığı izleyen, ilkel-uygar topluluklar arası her türlü barışçı ve savaşçı ilişkilerin yol açtığı “kültürel alışveriş” ile baş döndürücü bir hız kazanmıştır. Öyle ki kimi yazarlar, kültürel evrimin bu hızı yanında organik evrimin etkisinin insanlığın tarihinin yazılmasında “göz önüne alınmaya değmeyecek” bir orana indiği görüşündedir. Kimileri durduğunu, kimileri ise hatta gerilediğini ileri sürmekte. [3]

Alâeddin Hoca aynı yazının devamında şöyle ekliyor:

Organik evrimin kazanımları, genlerle sonraki kuşaklara aktarılabilir niteliktedir. Kültürel evrimde bu yol tıkalıdır. Kültürel kazanımlar ancak taklit, eğitim gibi yollarla kuşaktan kuşağa aktarılır. Bunun organik evrime göre iki üstünlüğü vardır: Birincisi, organik evrim (üreme dışında) aynı kuşaktaki bir insandan ötekine geçirilemezken, kültürel evrimin ürünü birikimler bir kişiden başka kişilere (koşulları sağlanmışsa bir kişiden binlerce kişiye) bir iki kuşak içinde aktarılabilir. İkincisi, olumsuz öğeler organik evrim aracı kalıtım ile, ancak “doğal ayıklanma” yoluyla uzun kuşaklar sonunda ayıklanabilirken, kültürel evrimde olumsuz öğeler tek kuşakta bile ayıklanarak aktarma yapılabilir. Bunun tersi bir durumla (bilimsel düşünüş çağında bir konjonktürde siyasal erki ele geçiren dinsel çevrelerin eğitim politikalarında görüldüğü gibi) olumlu birikimlerin ayıklanarak olumsuzların geçirildiği de görülebilir, o başka! Bu da kültürel evrimin bir cilvesi.

Görüldüğü gibi “organik kalıtım” ile “kültürel kalıtım” denebilecek olgular arasında önemli yapısal farklılıklar vardır. Bu bakımdan, kültürel evrimin söz konusu edildiği yerlerde “kalıtım” yerine “aktarım” kavramının kullanılması önerilebilir. Çünkü pek çok kişi, akım, ideoloji, organik (genetik) kalıtım ile kültürel kalıtım (aktarım) arasındaki temel farkı görmeyip (ya da görmezden gelip) ikisini birbirine karıştırmaktadır. Örneğin ulusların, ırkların, etnik grupların kan ile gen ile geçirildiği düşünülen (olumlu-olumsuz) “karakter” özelliklerinden söz edilebilmektedir. Oysa insanlık, annenin bir damla kanının bile fetüsün damarlarına geçmediği gibi (geçerse zehirlenir, fetüs kanını kendi üretir) kan ile hiçbir karakter özelliğinin geçmediğini öğreneli yüzyıl geçti.

Konumuzdan gittikçe uzaklaştık. Bu arada yaptığımız tartışma her ne kadar önemli ve aynı zamanda keyifli olsa da Hoca’nın uyarısını da unutmadan sorumuza geri dönelim.

Bir fikrin, önermenin, sloganın, eserin daha çok alıcıya ulaşabilmesini sağlayan, onun ömrünü uzatan, harekete geçirici olmasını sağlayan, güçlendiren şey nedir?

Bu şarkıyı bu kadar güçlü kılan neydi? Bir şarkının yahut sanat eserinin gücünü belirleyen şey ne?

Bu sorunun tek bir cevabının olmadığını biliyorum. Samimi davranayım, benim de çok net bir cevabım yok. Belki somut duruma çok uygundu, belki mesela ihtiyaç olan coşkuyu taşıyordu ya da belki yaygın bir soruya cevap vermişti… Bütün bu anlatıyı belki de gereksiz kılacak cevaplar da barındırıyordu.

Ancak nasıl olursa olsun bu “şarkı”mız yazıldığı günden bugüne, devrimci dönüşüm anlarında dile yapışıyor. Hafıza cephaneliğinden çıkarılıp kullanılıyor. Çok kısa bir araştırmayla Cezayir, Tunus, Fas, Filistin, Mısır, Lübnan, Irak’ta yapılmış birbirinden farklı ancak hep coşkulu versiyonlarını bulabildim. Hatta bu araştırma bana bir anımı da hatırlattı:

Yıllar önce Filistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi’nin (BDS) İstanbul’da yaptığı bir etkinlikte Filistinli bir yoldaş uduyla çok güzel bir şarkı söylemişti. Ben de o şarkının ses kaydını almıştım. Merakla arayıp buldum. Bilin bakalım hangi şarkı çıktı?

Mazare ya da yaygın başka bir ismiyle “Kalelerinizi inşa edin” ne diyor peki? Dedim ya özü alt üst edilmeden sözleri bile değişiyor şarkının. Kimin neye ihtiyacı varsa öyle bir Mazare yazıyor yani.

Ancak Ahmed Fuad Negm’in yazıp, Sheikh İmam’ın söylediği şarkı da şöyle deniliyor:

Kalelerinizi yükseltin

Kalelerinizi tarım arazilerine kurun

Sıkı çalışmamız ve el emeğimizle,

Fabrikaların yanında barlar

Ve bahçe yerine hapishane yapın.

Sokaklarda,

Köpeklerinizi salın

Ve üstümüze,

Hapis hücrelerini kapatın

Ve yataktaki uykumuzu azaltın

Çünkü

İstediğimiz kadarını uyuduk,

Bize en ağır acıyı yaşatın

Biz yeterince yara aldık

Ve biz

Yaralarımızın sebebi kim, biliyoruz.

Kendimizi tanıdık,

Ve biz bulunduk.

İşçiler ve çiftçiler

Ve öğrenciler

Bizim saatimiz işliyor,

Ve biz,

Dönüşü olmayan bir yola çıktık

Ve ufukta zaferi görüyoruz.

Zafer yaklaşıyor

Ellerimize…” [4]

Coşkunun zafere giden yola katkısı

Bir şarkı hayatı çok değiştirebilir. Peki, biz hayatı değiştirecek bu şarkıyı yapmanın peşinden mi gitmeliyiz? Bu sorunun her türlü cevabı olabilir. Benim ise soru üzerine düşündüklerim değişiyor.

Coşkunun sosyal adalet kavgasının, değişim mücadelesinin, devrimci hareketin gelişiminde büyük bir katkısı var.

İster Kışlık Saray baskınını düşünelim ya da İsyan Ordusu’nun Havana’ya girişini ya da pekâlâ 2013’te Taksim Meydanı’nın ele geçirilişini coşkun bir kitlenin; sele dönüşen insanların, ateşli bir kalkışmanın etkisini, bırakın parçası olmayı, duyduğumuzda bile hissederiz.

Bu coşkuya şarkılarımız büyük bir katkı yapar. Ama şarkılarımızı yapan da işte bu sahip olduğumuz coşkunun ta kendisi.

Yani sevgili okur bu konudan konuya atlayarak hazırladığım, bir mola olmasını umduğum bu yazı şöyle bitsin. Bizim coşkumuza şarkı yazacaksın. Senin coşkuna şarkı yazılacak. Tutkun olduğun, her an istediğin, emek verdiğin şeye olan coşkuna…

Şarkılarla…

 

[1] Ahmed Sékou Touré, Gine’nin ilk devlet başkanı.

[2] Vikipedi.

[3] Organik evrim – kültürel evrim ekseni çevresinde Varoluşçuluk – Yaratılışçılık tartışması, Alâeddin Şenel, Bilim ve Gelecek, 1 Temmuz 2009.

[4] Ali Harb’ın Arapçadan İngilizceye çevirisinden, Türkçeye çevrildi.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz