Depremin ekonomik boyutu

Tam yazıyı bitirmiş dergiye göndermeye hazırlanıyordum ki posta kutuma bir belge düştü. “Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı” tarafından hazırlanmış deprem raporu idi posta kutumdaki belge. Yeni bir şey bulabilirim umudu ile açtım belgeyi ve gerçekten de buldum; depremin ekonomik maliyeti 103,6 milyar USD imiş.

Hadi ya dedim kendi kendime. Bugüne kadar yapmış oldukları çalışmalarla haklı bir ün kazanmış ve izleyicilerine güven telkin etmiş bilim insanları çok daha yüksek rakamlar telaffuz etmişlerdi depremin yaratmış olduğu zarar için. Üstelik bu rakamların daha da büyüme olasılığı vardı.

Cumhurbaşkanlığı bünyesinde faaliyet gösteren kuruluşun hatalı bir hesap yaptığından emindim de nerede nasıl bir hata yaptıklarını merak ettiğim için oturup incelemeye başladım raporu. Bu nedenle birkaç gün gecikti yazı. Umarım dergiye yetişir.

Raporu incelediğimde bir hesap hatasından daha çok bir yöntem hatasının söz konusu olduğunu anladım. Deprem esnasında oluşan kayıpların tutarını hesaplamışlar. Oysa depremin gerçek maliyeti yitirilen değerlerin toplamı değil o değerleri yeniden yapmanın maliyetinin hesaplanması ile bulunur. Konuyu bir örnekle açalım:

Depremde kamu kesiminin toplam hasarı olarak 12,7 milyar USD olarak görülüyor. Bu hasar kamu hizmet binaları ile (okul, hastane vb.) bu binalara ait ekipmanları kapsamakta. Oysa hasarın gerçek boyutu yitirilmiş olan maddi değerleri yeniden yapabilmek için katlanılması gereken külfetin hesaplanması ile mümkün. Beş yıl öncenin ekonomik koşullarında inşa etmiş olduğun hastane binasını bugün aynı bedel karşılığında inşa edemeyeceğin gibi hastanede bulunan röntgen, MR ve tomografi cihazlarını da satın alındığı tarihteki fiyatları ile yenileyemezsin. Son derece açık.

Tüm hasar kalemlerinde hesaplamalar aynı yöntemle yapılmış olduğu için ortaya depremin getirdiği ekonomik yük değil de sigorta şirketlerinin ödeyecekleri maksimum hasar tazminatı çıkmış. Tüm enerjisi ile sermaye kesiminin palazlanması için çalışan bir yönetimden başka türlü bir hesap beklenmesi, daha doğru bir ifade ile depremin yaratmış olduğu ekonomik yükü doğru biçimde hesaplaması beklenemezdi zaten. Kendi bakış açılarından doğru olanı yapmışlar.

Şimdi bir de işin gerçeğine odaklanalım:

Her şeyden önce şunu belirtmek gerek resmî rakamlara göre 50 bin sınırına dayanan, gerçekte ne olduğunu bilemediğimiz ve belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz can kayıplarının bedelinin rakamla açıklanabilmesi mümkün değil.

Bir tek canın bile değerinin para ile ölçülebilmesinin mümkün olmadığı gerçeği bize depremde yitirdiğimiz canları düşündüğümüzde tarifi mümkün olmayan bir hasarla karşılaşmış olduğumuzu göstermekte.

Bunun yanında para ile ölçülebilmesi mümkün olamayan bir zararı daha var Anadolu’nun.

Depremde sağ kalmış olmakla birlikte deprem anına kadar gerçekleştirmiş oldukları tüm birikimleri birkaç dakika içinde yitirmiş olan insanların içinde bulundukları yıkımı rakamla ifade edebilmek mümkün mü? Bir daha belki de asla elde edemeyecekleri maddi varlıkların, kaybın gerçek sahipleri için ifade etmiş oldukları anlamı kayıtlı değer üzerinden hesaplayabilmenin olanağı var mı size göre?

Demem o ki deprem felaketinin yaratmış olduğu zararın büyük kısmının parasal değer olarak açıklanabilmesi olanak dışı. Bu hususu unutmadan hasarın küçük kısmının yani sayısal değerlerle açıklanabilecek bölümünü ile ilgili değerlendirmelerimizi yapalım.

Sayısal değerler ile açıklanabilecek maliyetleri iki ana başlıkta inceleyebiliriz.

Birincisi, hasar gören şehirlerin yeniden inşasının oluşturacağı maliyet.

İkincisi, depremde yitirilen üretim ve hizmet kapasitesinin yaratmış olduğu maliyet.

İlkinden başlayalım, resmî rakamlara güvenecek olursak eğer tam 520 bin bağımsız birim var yıkılmış veya derhal yıkılması gereken. Bahse konu birimlerin her birinin ortalama doksan m2 olduğu ve bir m2 inşaat maliyetinin güncel fiyatlarla yaklaşık 300 USD seviyesinde olduğunu düşünecek olursak çok kaba bir hesapla yıkılan konutların yeniden yapılabilmesi için 14 milyar USD tutarında bir kaynak gereksinimi çıkar ortaya.

Bu para sadece konutların yeniden inşası için gerekli; ticarethaneler, işyerleri, kamu hizmet binaları yollar, altyapı kuruluşları, havalimanları vb. tesislerin yeniden yapım maliyetleri yok bu hesapta. Hatay, Gaziantep, Şanlıurfa, Malatya, Kahramanmaraş havalimanlarının depremde hasar görmüş olduğu ve bir kısmının tamamen, bir kısmının da kısmen yeniden inşa edilme gereksinimi olduğunu hatırlayalım. Daha sonra okul, hastane vb. birimlerdeki yıkımları ve bu yıkımlarla birlikte yitirilmiş olan ekipman envanterini getirelim göz önüne. Bir de depremde hasar gören tarihî yapıların restorasyonu var dikkate alınması gereken. Restorasyon yeni inşaat yapmaya göre çok daha pahalı bir operasyon elbette. Bunu da dikkate almak gerek. Ayrıca yine resmî rakamlara göre tekrar kullanılabilmesi için tadilat ve/veya güçlendirme yapılması gereken 78 bin bina var. Bunların da yeniden kullanılır hâle gelebilmesi için 10 milyar USD gerek (hasarlı bina sayıları Çevre ve Şehircilik Bakanlığı verilerinden alınmıştır).

Bütün bunları göz önüne alarak yapacağımız çok kaba bir hesap sadece şehirlerin yeniden inşası için 70 milyar USD üzerinde bir kaynak gereksinimini ortaya koymakta.

Üstelik şehirleri yeniden kurarken fay hattından uzak yerlerin tercih edilmesi ve gelecekte meydana gelmesi olası depremlerden daha az etkilenmesi planlandığı takdirde bu gereksinim daha da artar. Yeni yerleşim bölgelerinin fay hattından olabildiğince uzakta kurulması bir zorunluluk elbette. Ancak bu hususun pek de göz önüne alınmayacağını düşünmekteyim. İşte tam burada konu ile pek de ilgisi yokmuş gibi görünen ancak kanaatime göre doğrudan ilgili olan bir hususa değinmek istiyorum. Yeni yerleşim bölgelerinin seçimi, titizlikle üzerinde durulması gereken bir başlık. Elbette zaman kaybedilmemeli ancak acele edilmeden, gerekli incelemeler ve bilimsel çalışmalar yapılmadan karar verilmemelidir. Siyasi iktidar bu konuda kendisine yakışanı yapmış ve gerek deprem felaketinden yandaş müteahhitlere fırsat yaratmak gerekse yaklaşan seçimler öncesinde depremzedelere hizmet götürdüğü algısı yaratmak amacı ile depremden etkilenmiş pek çok bölgede yeni inşaatlar için alan seçimi yapmış ve bazılarında işi ihale etmiştir. İleride çok ağır faturalara neden olabilecek bu tutum bölgede yaşamakta olan halklara ihanet anlamını taşımaktadır.

Şimdi bir de deprem nedeni ile evi oturulamaz hâle gelmiş bunun üzerine bir de çalışma olanağını yitirmiş yaklaşık bir milyon insanın bir yıllık barınma ve yaşama maliyetini düşünelim. Konteynerlerden oluşan geçici konutların maliyeti de girer bu hesabın içine, bu insanların yeme içme, kılık kıyafet ve temizlik gereksinmeleri de. Deprem bölgesinde kurulacak konteyner kentlerin yaklaşık bir milyar USD gerektirdiğini içinde bulunduğum bir yardım organizasyonunun hesaplamaları nedeni ile bilmekteyim. Bu insanların her birinin bir yıl zarfında iki bin USD tutarında tüketim yapacağı varsayımı ile (oldukça mütevazı bir tahmindir bu) bu iş için de iki milyar USD tutarında bir kaynak gereksinimi ortaya çıkıyor. Bu durumda sadece kentlerin yeniden inşası ve depremde mağdur olmuş insanların bir yıllık yaşam gereksinmelerinin karşılanabilmesi için gereksinme duyulan tutar 73 milyar USD oluyor. Yıkılan evlerde bulunup da kullanılamayacak hâle gelen ev eşyaları için de her ev için ortalama 60 bin lira hesabı ile 1,65 milyar USD gerektiğini tahmin edebiliriz. Deprem nedeni ile kullanılamaz hâle gelmiş motorlu araçlarının sayısı henüz yok resmî kaynaklarda. Dünya gazetesinde yayınlanan bir makalede yaklaşık bir milyon aracın hasar gördüğü ve bunların üçte birinin de pert sayılacağı öngörülmüş. Hasarlı ve pert ayrımı yapılmaksızın araç başına 100 bin lira maliyet tahmin edecek olursak ortaya yaklaşık 1,5 milyar USD tutarında bir maliyet çıkıyor bu kalemde. Şimdi bunlara bir de arama kurtarma enkaz kaldırma işleri için harcanmış olan 6,5 milyar USD’lik tutarı ekleyelim (bu kesinleşmiş bir rakam). Birinci başlık altında ortaya çıkan maliyet kalemlerinin 82,65 milyar USD seviyesine ulaştığını görürüz.

Gelelim ikinci başlığımıza.

Bu başlık altında yapılacak incelemede ülke ekonomisi genelinde üretimde meydana gelebilecek aksamayı tahmin etmek gerekiyor. Depremden etkilenen bölgedeki iller ülkenin görece daha fakir bölgeleri. Bu durum GSYH açıklamalarında da rahatlıkla görülmekte. Deprem bölgesinde yaşayan insanlar ülke nüfusunun %16’sını oluşturmakta iken bölgenin GSYH içindeki payı %9,8 (Bkz. Ticaret Bakanlığı istatistikleri), bu da yaklaşık 90 milyar USD ediyor. Şimdi bu doksan milyar USD tutarındaki ürün ve hizmet üretiminin yaklaşık yarısının önümüzdeki bir yıl zarfında gerçekleşemeyeceğini düşünelim (hiç de abartılı bir tahmin değil), bu durum tam 45 milyar USD tutarında bir üretim azalması anlamını taşıyor. Tabii bu durumun bir de yansıma etkisi var. Şöyle ki; bölgede üretilen hammadde ve yarı mamul maddeler batıdaki sınai tesislere gönderilip burada gerçekleştirilen üretimin bileşeni oluyorlar. Şimdi bu ürünler gidemeyecek batı bölgelerine telafi için ya ithalat yoluna başvurulacak ya da üretim azalacak. Her iki durumda da GSYH’de %3,5’lik bir daralma öngörmekte uzmanlar. Bu da yaklaşık 31,5 milyar USD demek.

Ekonomik maliyeti hesaplarken fırsat maliyetini (opportunity cost) hesaplamak gerek. Burada ilk ele alınacak konu turizmde gerçekleşecek kayıplar. 1999 Gölcük depremi sonrasında turizm gelirleri %40 oranında azalmıştı. Bu kez de en az bu düzeyde bir azalma beklemek hiç de gerçek dışı değil. Adıyaman, Mardin, Gaziantep ve Hatay illerine önümüzdeki bir yıl içerisinde nerede ise hiç turist gelmez. Öte yandan insan doğası gereği depremden etkilenmemiş olsa bile deprem yaşamış bir ülkenin sahil kesiminde ziyaretçi sayısında önemli bir azalma olacağını öngörebiliriz (Rezervasyon iptalleri başladı bile). TÜİK rakamlarına itibar edecek olursak Türkiye’nin 2022 yılı turizm gelirleri 46 milyar USD. Eğer öngörüldüğü gibi %40 dolayında bir gelir kaybı söz konusu olursa turizm sektöründe yaklaşık 18,5 milyar USD tutarında bir gelir kaybı beklenmeli.

Bu kalemdeki gelir kayıpları toplamı 95 milyar USD ediyor.

Her iki başlıkta ele alınmış olan maliyetler toplamı 177,65 milyar USD.

İşte depremin minimum düzeydeki ekonomik maliyeti. Ölçülebileceği kadarı ile elbette.

Minimum düzeydeki diyorum çünkü bu hesabın içinde depremden fiziksel olarak etkilenmeyen bölgelerde gerek üretim gerekse turizm alanlarında meydana gelecek daralmalar nedeni ile artacak işsizliğin hesabı yok. Tıpkı deprem bölgesinde nerede ise tamamen yok olmuş tarımsal üretim nedeni ile doğacak arz eksikliğinin yaratacağı enflasyonist baskının hesabının olmadığı gibi.

Ayrıca bütün bu gelişmeler bir döviz likidite sorununun habercisi gibi yakın gelecekte yabancı paraların TL karşısında bir değer sıçraması yapacağını öngörmek hiç de zor değil.

Bütün bu yazılanlardan da rahatlıkla görülebileceği gibi deprem çok ağır bir ekonomik fatura yüklemekte insanlarımıza. Bu faturanın bir kısmı imar ve inşaat faaliyetleri olarak fırsata çevrilecek siyasi iktidar tarafından kendi yandaşları olan müteahhitlere yani kazanç kapıları açılacak. Can çekişmekte olan konut inşa sektörüne taze kan olacak. İrili ufaklı pek çok müteahhit varlıklarına varlık katacaklar bu sayede.

Öte yandan işin bir başka boyutu var, bana kalırsa daha önemli bir boyut. Asgarî ücretin 8506 lira, açlık sınırının 8865 lira yoksulluk sınırının ise 30 bin lira olarak hesaplandığı Tüketici Hakları Derneği açıklamasına göre halkın %56’sının açlık sınırı altında bir gelirle yaşamaya mahkûm edildiği koşullarda yaşamaktayız deprem ve sonrasında meydana gelen gelişmeleri. Bu ağır ekonomik koşullar altında ödeyeceğiz bu faturayı.

Kurumsallığın, hesap verebilirliğin (accountability) ve şeffaflığın olmadığı bir ülkede siyasi ve ekonomik anlamda iktidar olanlar değil, geniş halk yığınları katlanacak yukarıda izahına çalışılan yüksek maliyete. İktidarda olanlar ise TV kanallarında yardım şovları yaparak geçirecekler bu dönemi.

İçinde bulunduğumuz tüm olumsuz koşullara rağmen bu işin altından kalkabileceğimize, depremin açmış olduğu yaraları sarabileceğimize inanmaktayım. Üzerinde yaşadığımız coğrafyanın halkları dirençli ve zorluklarla başa çıkabilecek inatçı bir karaktere sahiptir. Dayanışma geleneği de yaygındır bu halklar arasında. Yapılması gereken iş zaten bu coğrafyanın halklarının yapısında mevcut olan dayanışma ruhunu organize edip yönlendirmekten geçiyor. Sosyalistlere de bu konuda görev düşmekte kanımca.

Deprem haberi duyulur duyulmaz soluğu deprem bölgesinde alan sosyalist örgütler başarılı bir sınav verdiler daha ilk anda. Şimdi yapılacak iş bu süreçte edinilmiş olan deneyimleri de işin içine katarak depremin yaşanmış olduğu bölgede hayatın yeniden kurulmasını sağlamak. Bunun için de merkezî bir koordinasyona gereksinme var. Bu konu ile ilgili çalışmalar da hayli ilerledi. Deprem gerçeğini unutmadan koordinasyon çalışmalarına destek vermek ve geçmiş deneylerden yararlanarak hayatı yeniden kurmak zor ama imkânsız değil, başarabiliriz.

Dayanışmayı ve koordinasyonu güçlendirelim diyerek tamamlıyorum yazımı.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz