Derinleşen kriz ve işçi sınıfının durumu

Seçimin ikinci tura kaldığı, birinci turda, aslında çok da önemi olmayan parlamentonun tam anlamı ile birden fazla AK Parti’nin varlığına işaret ettiği bugünlerde, artık, ekonomik kriz ve toplumsal bunalım üzerine kimse durmuyor.

Seçimin henüz ikinci turu gerçekleşmeden bu yazı kaleme alınıyor.

Ama birinci turda da gördük ki, halkın, işçi sınıfı ve emekçilerin gündemi, sorunları, yani ülkenin gerçek sorunları, asla ve asla hiçbir aday tarafından gündeme getirilmedi ve getirilmiyor. Sanki seçim, farklı bir “uzay-zaman”da gerçekleşiyor.

Mesela ülkede açlık yok.

Mesela ülkede işsizlik yok.

Mesela ülkede faturalar el yakmıyor.

Mesela ülkemizde intiharlar yok.

Mesela kiralar uçuşta değil.

Mesela konut sorunu diye bir sorun hiç yok.

Mesela cebimizdeki para her gün erimiyor.

Mesela markette, pazarda, bakkalda gördüğümüz fiyatlar bizi ruh hastası yapmıyor.

Mesela hastane kuyrukları yok.

Mesela bir film çektirmek için 6 ay sonraya zaman verilmiyor.

Mesela ülkemizde ilaç sorunu yok.

Mesela ülkenin tarımı yok edilmemiş.

Mesela ülkemizde eğitim sorunu yok. Bir yandan yılda 200-300 bin TL vererek okuyanlar varken, diğer yandan okulda yemek ücreti olan 10 TL’yi çıkartamayanlar yok.

Mesela ulaşım ücretleri çok düşük.

Mesela vergiler el yakmıyor.

Mesela kürkün, mücevherin vergisi %1 ve gıdanınki %8 veya 18 değil.

Saray Rejimi, sadece Erdoğan değil, tüm devlet, insanları dilenci konumuna düşürdü ve Kılıçdaroğlu, “sosyal yardım” vadediyor. Yani, Kılıçdaroğlu, rakibi diye ilan ettiği Erdoğan’a benzemeye çalışıyor.

Hangisi daha İslamcı, hangisi daha milliyetçi yarışı en öndedir.

Ülkenin gerçek sorunlarından uzak durma politikası, ABD-AB eli ile, yani efendiler eli ile ajanslar-pazar araştırma şirketleri ve “siyaset bilimci” unvanlı varlıklar tarafından empoze ediliyor. Böylece tüm adaylar birbirine benziyor.

Hepsi yalan konuşuyor.

Hepsi karnından konuşuyor. Sanki, ağızları yok, sanki diyecek cümleleri kalmamış gibi.

Her biri aynı partinin, tek bir devlet partisinin elemanları gibi konuşuyor.

Her birinin kibri, yüzüne, davranışlarına, üstten attıkları nutuklarla yansıyor.

Tüm bu sahne sahtedir ve hepsi sahtekârdır.

Tüm sahne yalandır ve hepsi yalancıdır.

Hiçbiri inandığı tek bir şeyi dahi söylemiyor.

Efendileri, yani onların ABD ve AB tarafından atanmış sorumluları, uluslararası sermayenin temsilcileri, onlara tiyatroyu aratır bu oyun için repliklerini ezberletmişler.

Bu bir tiyatrodan da beterdir, bir müsameredir.

Ne rol yapacak yetenekleri kalmış, ne bunu sürdürecek güçleri.

Yalandan, korkudan, karanlıktan besleniyorlar.

Savaş müptelasıdırlar ve hepsi savaştan besleniyor.

Şimdi, Oğan için çalanlar, MHP’nin %4 olan oyunu çalarak %11 yapanlar, hep birlikte “yeni milliyetçilik” dalgası yaratmak istiyorlar. Solu CHP’nin kuyruğuna takmak yetmedi. Bunu büyük oranda başardılar ama memnun değiller. Zira savaş planları için, solun da milliyetçi dalganın içine girmesi gereklidir.

Oysa, tüm bu toz bulutlarının, tüm bu yalan ve karanlığın içinde, yaşamın bir gerçekliği var. İşsizlik, açlık, yoksulluk, yokluk, şiddet, cinayetler vb.

Tablo şöyle konulabilir mi?

Nüfusu 5 dilme bölelim.

İlk dilimde yüzde 5 var. Bunlar, her yolla paralarına para katıyorlar. Devlet olanakları, yağma, rant, enflasyon yolu ile gelir aktarımı, kredilerin en kaymaklısı, devlet teşviklerinin en iyisi bunlara gidiyor. Bu yüzde beş, elbette Erdoğan’ın Saray çevresini de içeriyor. Yerleşik burjuvaları, zenginleri, paşababalarını içerdiğinden daha fazla, Saray çevresini kapsıyor. Saray çevresinde, uyuşturucu baronları, tarihî eser kaçakçıları, kadın ticareti yapanlar, organ kaçakçıları, petrol yağmacıları, rantçılar, tarikatlar, inşaatçılar, enerji sektörünün gözdeleri, silah sanayii, madenciler vb. hep birliktedirler. Bunlara yerleşik burjuvalarımız, bankalar, Koçlar, Sabancılar vb. de eklidir.

İşte bu yüzde 5, Erdoğan ailesi de dâhil, tüm Saray Rejimi boyunca, vurgunlarına vurgun kattılar. Halkı soyup soğana çevirdiler. Bunlar, çalışan milyonların kanını emenlerdir.

İkinci dilimi, nüfusun %10’u oluşturmaktadır. Bunlar, ister yüksek maaşla çalışanlar, ister devlet içinde yüksek mevkilerde olanlar, ister “ballı işlerden” pay alanlar olarak ele alınsın, artık, gelirlerini, yaşam standartlarını kaybetmektedirler. Boğazları, egemenlere, ilk dilimdeki yüzde 5’e bağlıdır ve bu nedenle onlara açıktan karşı çıkamazlar. Ama artık, bunlar kaybedenlerdir.

Üçüncü dilimde %15 var. Bunlar belli bir gelir grubunda olup, işlerin iyi gittiği zamanlarda kendilerini Koç misali düzenin sahibi sanan küçük burjuvalardır. Kendilerine KOBİ denilince sevinen, güzel adları seven, dolar, euro kur tahminlerini yapmayı marifet sanan, borsayı izleyen ve kendini maç seyreden her seyirci gibi uzman sanan kişilerdir. Artık kaybetmektedirler. İkinci gruptakilerin kaybettikleri gibi, gelirlerinin bir bölümünü ilk yüzde beşe vermektedirler. Elbette isteyerek değil. Bu üçüncü grubun sesi çıkar. Korkaktır ama sesi çıkar. “En muhalif” olanlar bunlardır ve her şeyin “en” olanına özenirler; en uzman, en bilen, en kuyrukçu, en korkak, en sağlıklı, en hasta, en iyi yaşayan, en bedbaht vb.

Kalan yüzde 70 işçiler, emekçiler, emekliler, yoksullar, işsizler, yoksul köylüler vb.dir. Yani halkın büyük çoğunluğu. İçlerinde doktor da var, 10 yıl önce orta hâlli bir yaşam sürerken, şimdi asgarî ücretliden biraz daha üstte olanlar. Aralarında mühendisler var, hani “beni ne mühendisler istedi” cümlesinde eskiden bir yer ve mevki sahibi olup da işçi olmaktan utananlar. İşçiler var, hep işçi olanlar. İşsizler var.

Bu yüzde 70’in bir bölümü, mesela nüfusun %40’ı, egemenlerin, zenginlerin, yüzde beşi oluşturan parababalarının, hâlâ bir akbaba gibi vurup da et koparabileceği bir yerleri olanlardır. Onlar da kaybetmektedir.

Bir de son dilim var, yüzde 30. Onlar artık fakirleşmiyor. Çünkü artık kaybedecekleri hiçbir şey kalmamıştır, koparılacak bir dirhem etleri kalmamıştır, salt kemiktirler, iskelet gibidirler. Hepsi işsiz değildir ama bir bölümü işsizdir.

İşte ekonomik krizden, toplumsal gerçeklerden söz ettiğimizde, bu nüfus gruplarını da ayrı ayrı ele almak gereklidir.

Bizim yüzde yetmiş dediğimiz kesimin, bu seçimlerde hiçbir talebi doğrudan dile getirilmemiştir. Onlara, Kılıçdaroğlu, “hiçbir çocuk aç yatmayacak” dedi. Peki ama neden açlar, neden aç uyur çocuklar? Bir “adalet bekçisi” olarak bu konulara değinmemeyi, efendilerinin söylediklerine harfiyen uymayı başardı.

Kılıçdaroğlu, bunun yerine, “Atatürk Havalimanı’nı şu şirkete vereceğim, şöyle bir uzay projem var” dedi. Anlaşılan, Kılıçdaroğlu’nun akıl hocaları ile, eski Bakan Berat’ın akıl hocaları aynı şirkette çalışıyor. Bakan Albayrak, şaşaalı günlerinde, aya dört gidiş dört geliş yol yapmaktan söz ediyordu. Bir kere daha Kılıçdaroğlu, rakibine benzedi. Din konusunda da onu taklit etti, milliyetçilikte de, neoliberal ekonomi politikalarda da. Rakibine benzeyerek seçim kazanma taktiği, herhâlde, bizim gibi sömürge ülkelerde, iki çatışan efendinin uzlaşması ile hayat bulabilir. ABD-Almanya uzlaşması bu olsa gerek.

Bugün ülkede işleyen ekonomi, yüzde beşin kazanması için, kalan kesimlerden kaynak transferine dayanmaktadır.

Duruma ilişkin bazı görüntüler, seçim gündemi arasında karışmış gibidir.

Ülkede bankalar, artık kredi vermemektedir. Bu kredi vermeme nedeni, uygulanan faiz politikaları ile oluşmuyor. Evet onunla oluşuyor ama yeterli değil. Bir yandan resmî faiz yüzde 8,5’tir ve öte yandan MB, bankalara yüzde 25 faiz ödemektedir. Bankalar, mesela ihtiyaç kredilerine yüzde 40 faiz almaktadır. %40 faiz ile ihtiyaç kredisi alan kişi, zor durumda olmalıdır.

Bu arada, parababaları, devlet bankalarından çok ama çok ucuza kredi alabilmektedir.

Kredi alınınca, insanlar aldıkları paraları dövize çevirmek istemektedir. Zira TL artık bir değeri olmayan paradır. 8.500 TL maaş alan bir kişi, 42 adet 200’lük banknot ve 1 adet 100’lük banknot alıyor eline. Ama bu parayı dolara çevirdiğinde, 4 adet 100’lük dolar banknotunu eline alıyor. Ve ayın sonuna doğru, hiç değilse kendini garantiye almak istiyor.

Seçim sonrasında doların 25-30 aralığında olacağı söylentileri oldukça yaygındır.

Ama dahası var.

Banka şubeleri, halkın döviz çekme taleplerini, değil kredi taleplerini, karşılayamıyor. Parası olanlar, 100 dolar alabilmek için, bankaya başvuruyor ve bir gün sonrasına parasını alabiliyor. O da şanslı ise. Şanslı olmama ihtimali oldukça yüksek. Her şubeye, talep edilen dövizin ancak üçte biri gönderiliyor.

Sadece Saray, döviz kurunu baskılamıyor. Aynı zamanda, bankalar, ellerinde olmayan döviz nedeni ile, isteyenlere paralarını veremiyor. Bu durum, ikinci, üçüncü ve dördüncü dilimdekileri ilgilendiren bir sorundur. Yoksa en alttakilerin böylesi bir konusu yoktur, üstteki yüzde beşlik kesimin de. Hepsi evlerinde kasalarında paralarını tutmakta, yurtdışı hesaplarına kaydırmakta, bitcoin gibi araçlar kullanmaktadır.

Dövizin bu kontrolü, Tahtakale ile ya da Kapalıçarşı ile bankalar arasında iki farklı döviz kuru oluşmasına neden olmaktadır. Bankalar, alış ve satış fiyatlarını son derece fazla açmaktadır. Bunlara siz, MB’nin elinde döviz olmaması gerçeğini de ekleyin.

Faiz ile beslenen rantiyeler için, bundan daha güzel günler olamaz.

Çeklerini %40 ile kırdıranlar, küçük işletmelerini ayakta tutmak için, tüm kârını bankalara veya tefecilere vermektedirler.

Tüketici kredileri tavan yapmış durumdadır. 427 milyar TL konut kredisi, 78 milyar TL taşıt kredisi ve 852 milyar TL ihtiyaç kredisi ile, toplam tüketici kredileri 1,35 trilyon TL olmuştur. Ve ihtiyaç kredilerinin faiz oranı, yüzde 40 civarındadır.

Üstelik bu krediler, insanlar parayı alıp dövize yatırır korkusu ile sınırlandırılmış, durdurulmuş durumdadır.

Bireysel kredi kartı borcu, 670 milyar TL’yi aşmıştır. Şirketlerin aldığını varsaydığımız taksitli kredi toplamı ise 1 trilyon TL’dir.

Yani, herkes borçludur ve herkes faiz ödemektedir. Bu faiz gelirlerini cebe indirenler, ilk %5’lik kesimdir.

MB, ne yapacağını günlük davranışlarla, saatlik tutumlarla ortaya koymaktadır. Kredi kartlarından nakit çekilmesine önce sınırlama getirdiler ve ardından, iki gün sonra bu kısıtlamayı kaldırdılar.

Bu tutumlar “iş bilmemek”, “liyakatsiz kadrolar” şeklinde açıklanamaz. Burada olan, en zenginlere her yolla, vergilerle, devlet olanakları ile, kredilerle, faiz oranları ile, enflasyonla vb. kaynak aktarılmasıdır.

Halkın yaşamı ise her geçen gün daha da kötüye gitmektedir.

İşçi sınıfı, hem yok pahasına çalışmakta hem daha uzun süre çalışmaya mahkûm edilmekte hem de işsizlik ve borç girdabında kıvranmaktadır.

İşçi sendikası diye ortada dolanan sendikaların çoğu, maalesef çok çok çoğu, lüks sendika binalarında, döviz kuru, borsa, altın vb. takip etmekte olan sendika mafyası tarafından yönetilmektedir. Kendilerine bağlı muhbirleri, “adam”ları vardır ve bunlar işçi sınıfının kanını bir sülük gibi emmektedir.

İşçi sınıfının hem ekonomik hem de siyasal örgütlülüğü zayıftır.

Ve bu koşullarda, milyonlarca işçinin iş cinayetleri ile günlük hayatları tehdit edilmektedir. Açlık, yoksulluk, borç, ölüm ortalıkta kol gezmektedir.

Yaşanan toplumsal bunalım, yaşamın her alanında kendini göstermektedir. İntiharlar artmakta, hastalıklar yaygınlaşmaktadır. İnsanlar “hastalıklı”, bunalımlı bir hâl almaktadır. Sistemin yaşadığı bunalım, tüm toplumu, en yaşlısından en gencine, sarmış durumdadır. “Böyle yaşanır mı”, “buna yaşam denilebilir mi” soruları, kafaların içinde dolaşmaktadır.

İnsanlar, en yakın çevrelerine güvenmez hâldedir ve herkes, nereden ne kadar para bulursa kapmak için fırsat kollar durumdadır.

İşte bu derin bunalım, aynı zamanda sınıf çatışmasını, sınıflar arasındaki savaşımı da öne çıkartmaktadır.

Egemen, bu sınıf savaşımının üstünü örtmek için, savaş politikaları için milliyetçiliği, dini öne çıkartmaktadır. Tüm seçim süreci, bu nedenle sahte gündemler üzerinden yürütülmektedir.

İşçi sınıfı, emekçiler, kadınlar ve gençler, Gezi’den başlayarak geliştirdikleri, sürdürdükleri direniş hattı ile, bu sürece karşı koymaktadır. Bu nedenle, direnenler, mücadele edenler, ancak onlar, sağlıklı ve insan olarak kalabilmektedirler.

Bugün, işçi sınıfının mücadelesi için, siyasal mücadele, siyasal örgütlenme, her türlü sendikal ve ekonomik-demokratik örgütlenmenin önüne geçmektedir. Bu nedenle işçiler, her direnişte, her grevde, sınıf dayanışmasının önemini tekrar tekrar idrak etmekte ve içgüdüsel olarak “genel grev, genel direniş” hattına yanaşmaktadırlar.

Seçimin sonucu ne olursa olsun, bu ekonomik ve toplumsal durum tümden değişmeyecektir. Ekonomik kriz daha da ağırlaşacaktır. Ülkemizin sömürge bir ülke olduğu gerçeği daha net ortaya çıkacak, devletin savaş politikaları ve emperyalist efendileri için tetikçilik görevi daha da gelişecektir.

Ne işsizlik, ne açlık, ne iş cinayetleri, ne yağma politikaları son bulmayacaktır. Ne kadın cinayetleri bitecek, ne gençlerin sorunları çözülecektir. Çözülmesi bir yana, bir dirhem bile hafiflemeyecektir. Bu nedenle TC devletinin savaş, yağma ve rant ekonomisi olduğu gibi devam edecektir. Ne konut sorunu çözülecek, ne sağlık sorunu çözülecek, ne eğitim sorunu çözülecek, ne tarım sorunu çözülecektir. Tüm bunlar uluslararası tekellerin, onların ortakları yerli sermayenin çıkarlarına uygun olarak ele alınacak, öyle “çözüm”ler öne çıkarılacaktır. Dahası, fakirlik, açlık, yoksulluk daha da artacaktır.

Kapitalizmin doğası budur. Kendi yarattığı krizin faturasını işçi ve emekçilere, halka yükleyerek yeni kâr alanları yaratır.

Kapitalist sistem içinde burada bir çözüm yoktur.

İşçi sınıfının siyasal örgütlenmesi, yani devrim hedefi ile örgütlenmesi, kendini tüm burjuva partilerden ayırarak bağımsız bir devrimci güç olarak örgütlemesi, bugünün ana sorunudur.

Bir yandan kitlesel direnişlerle yaşamın gerçeğine yakınlaşmak, yalan ve karanlığı parçalamak mümkündür, bir yandan da ancak bu yolla örgütlenmek olanaklıdır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz