Öyle görünüyor ki, üzerinde yaşadığımız topraklarda “devlet” meselesi, anlaşılması en zor konulardan biri hâline gelmiş. Oysa devrimden, işçi sınıfının iktidarı almasından, mevcut kapitalist düzeni değiştirmesinden söz ettiğimiz zaman, ilk olarak devlet meselesini çok net anlıyor olmamız gerekir.
Her devrimin ilk ve temel sorunu, iktidar meselesidir. İktidarı almak, iktidarda bulunan egemenin egemenliğine son vermenin tek yoludur. Yoksa, egemen, kendi iktidarını koruduğu sürece, bir devrimden söz edilemez. Belki, iktidarı alamamış, yani yenilmiş bir devrimden söz edilebilir. Diyelim ki, işçi sınıfı iktidarı almak için geliştirdiği ayaklanma ile, iktidarı henüz alamadı ise, egemen, burjuvazi, ara formülasyon olarak reformlara başvurur ve bu yolla devrim cephesini yanıltmayı düşünebilir. Böylesi durumlarda, burjuvazi hâlâ egemenliğini koruduğu hâlde, bazı reformlar ortaya çıkabilir. Elbette bu da geçicidir. Burjuvazi, ilk fırsatta, kendisine karşı isyan etmiş işçi sınıfını ezmenin yollarını arayacaktır.
Yani, egemenin iktidarı, egemenliği söz konusu olduğunda, “gel biraz akıllı ol, bu kadar egemenlik yeter, dünya Sultan Süleyman’a kalmadı” gibi masalların bir kıymeti harbiyesi yoktur. Hiçbir egemen bunları dinlemez. Ve bunları dinleyeceğini, ikna yolu ile iktidarını, egemenliğini devredeceğini ya da daha “yumuşak” hâle getireceğini düşünmek, ya çocukçadır ya da egemene karşı yürütülen savaşımı yoldan çıkartma hamlesidir. Yoksa böylesi bir “insaf” egemenden beklenmez.
Bizim ülkemizde, aslında devlet, tüm çıplak hâli ile kendini açık olarak ortaya koyduğu hâlde, sadece genel olarak kitlelerde değil, en çok da sol liberallerde, bazı sol çevrelerde, okumuş-yazmış takımında (OYT), devlete ilişkin tuhaf, hurafe diyeceğimiz düşünceler oldukça “sağlam” yer edinmiştir. Devletin içinde “iyi” paşa, “iyi” adam arama, “kötü” olana karşı “iyi” paşayı ya da “iyi” adamı destekleme hep süregelmiştir. Oysa, hiçbir zaman öyle bir “iyi” varolmamıştır.
Belki de Anadolu’da yaygın olan inançlar nedeni ile bu böyledir. Mesela Baba İshak, mesela Bedreddin, Börklüce vb. hiç ele alınmaz, ama mesela onun yerine, Mevlana, mesela Hacı Bektaş-ı Veli göklere çıkartılırlar. İsyan geleneği, tarikatlarda bile çok ustaca örtülen bir olgudur. Böylece “Anadolu irfanı”nda, iyi adam arayıp, devlete iyi adam aracılığı ile sığınmak bir yol olmuş gibidir. Mesela bugün Aleviler içinde devlete sığınma, devlete bağlanma için “iyi” bir adam bulma eğilimi oldukça güçlüdür.
Bunun bir yönü, aslında devleti, devletin şiddetini, katliam politikalarını iyi bilmekten kaynaklıdır. Devlete başkaldırmanın nasıl katliamlara, çoluk çocuk nasıl ölümlere yol açacağı bilinmektedir. Bunun tarihi vardır. Ve dahası, 1984 çıkışı ile PKK, bu boyun eğme geleneğini kırmaya başladıktan bu yana, Kürtlere karşı tüm bu katliamlar, her türü birden devreye sokulmuş ve hâlen uygulanmaktadır. Kürtler, bu devletten korkma hâli ile hesaplaşmışlardır, hesaplaşmaktadırlar. Ama Anadolu’nun kalanında durum böyle değildir. Açık katliamlarda bile birçok kişi, “bana ne” tutumunu almakta, “gözlerini” yummaktadır. Bir kadına uygulanan şiddet için, TV kanallarına çıkıp, “ama o da, tahrik edici giyinmişti” diye uzman görüşlerinin sunulabiliyor olması, aslında, kendi başına gelene kadar sesini çıkartmama “geleneği”nden alınan gücün etkisiyledir.
Devletten korkma ile, devlet içinde “iyi” adam arama, birbirinin ikizi olarak ortaya çıkıyor. Korktukça kendine güvenemeyenler, bir “kurtarıcı” arıyorlar ve bu elbette egemenin içinden “anlayışlı” bir kişi olabiliyor. Bu hayali durum, gerçekmiş gibi kitlelerin çıkış yolu, umudu olabiliyor.
Bu süreci besleyen ise, aslında devlet hakkındaki hurafelerdir.
Bugünlerde, birçok olay, en çok da “seçimler” üzerine süren tartışmalar, bu hurafeleri yeniden gündem hâline getirmektedir.
Oysa, Gezi Direnişi’nden bu yana, “devlet baba” anlayışı yıkılmaya, işçi ve emekçiler nezdinde devletin “yağma-rant-savaş ekonomisi” nedeni ile bir zorba, bir hırsız olduğu düşüncesi gelişmeye başlamıştır.
Kürtlere karşı uygulanan şiddet, iç savaş, Gezi ile birlikte yaygın olarak kitleler tarafından görülmeye başlandı. Gezi’de ölen gençler, yaralananlar, devlet denilen şeyin ne olduğunu ortaya koymuştu. Bu yaygın şiddet, kitleleri, özellikle de gençleri, devlet denilen şey konusunda hurafelerden kurtulma eğilimine itti.
Medyanın manipülasyonları, Gezi ile birlikte ayyuka çıktı. Milyonlarca insan, 10 milyonlarca insan, kendilerinin bizzat içinde yer aldıkları süreçleri ve olayları, TV kanallarından akıl almaz bir yalan furyası ile karşılarında görünce, işte o zaman Kürt halkına karşı sürdürülen savaş konusundaki yalanları da anlamaya başladı.
Bugün, eğer korkmazsa, sıradan bir TC vatandaşının, devlet görevlisi denilince, aklına gelenin hırsız, rüşvetçi, soyguncu vb. olduğu konusunda herhâlde kimsenin kuşkusu yoktur.
İşte durum böyle olunca, TC devleti, süreci durdurmak için, dört koldan harekete geçti. Saray Rejimi baskıyı ve şiddeti artırırken, CHP ve İYİ Parti’de, “devletin imajını” koruma planlarını devreye soktular. Bu yolla, kitlelerin, Saray Rejimi’ne karşı direnişini kırmak, öfkesinin sokaklara taşmasını önlemek, bir ayaklanmanın ortaya çıkmasını önlemek için yeni “umut”lar dağıtılmaya başlandı.
Öyle görünüyor ki, bu konuda, sol içinde, liberal sol çevrelerde, OYT içinde bir hayli yol almaktadırlar.
Eylül ayının sonunda, Mersin’de polise karşı gerçekleştirilen saldırı karşısındaki tutum buna iyi bir örnektir. TC devleti, Kürt hareketine karşı, içeride ve dışarıda, kirli bir savaş yürütmektedir. Bu savaş, ABD, İngiltere ve AB tarafından desteklenmektedir. NATO operasyonlarının bir parçasıdır. Irak içlerinde daha açık bir biçimde kimyasal silah kullanan TC güçleri, Batı dünyasının sessizliğini yanlarına almışlardır. Kürt halkına yeni bir katliam dayatılmaktadır.
Bu katliam politikalarına, bu kimyasal silah kullanılmasına sessiz kalan birçok güç, şimdi, Mersin’deki saldırıyı kınama yarışına girmiştir. Neymiş, “barış dışında yol yoktur” imiş. Oysa ortada bir savaş zaten var. TC devleti, bir iç savaş örgütü hâlinde hareket etmektedir. Kimyasal silahlarla insanlar katledilmektedir. Tüm bunlar sürerken, bu saldırılara karşı direniş neden kınanacak bir durum hâline geliyor? İşte aynı şey burada da karşımıza çıkıyor: Devletin içinde kötü adamlar var, bunlar savaş yanlısı, uyuşturucu işini bunlar yapıyor, katliamları bunlar yapıyor, bunlar devletin içinde yer etmiş güçler, oysa devletin içinde “devlet adamı” gibi adamlar da var, bunlar aslında barış istiyor.
İşte savunu budur.
Evet, devletin içinde “iyi” adamlar var, “barış” da istiyorlar, ama ancak tüm Kürtler öldükten sonra.
Polise düşmüş her TC vatandaşı bilir. Bir polis iyi, bir polis kötü rolünü oynar. Kötü polis saldırgandır, vurur, küfür eder, işkence eder, tehdit eder. Ama “iyi” polis, seni ikna etmeye çalışır, “gel şu suçlarını kabul et”, “bana birkaç isim ver” vb. Eğer siz o iyi polisin dediğini yaparsanız, işte o andan itibaren polisler kardeş olur, siz de çözülmüş, direnişi kırılmış, tükenmiş bir insan olursunuz. Devletin yaptığı da budur.
Sanki bu ülkede yaşanan katliamlar hayal ürünü imiş gibidir. Roboski mesela, “kötü adamların işi”, mesela Sivas katliamı, “aaa devletteki İslamcıların işi”, mesela 1 Mayıs 1977, “aaa devletteki Gladio’nun işi,” mesela Suruç katliamı “aaa o da IŞİD’in işi.” İyi ama tüm bunlar devlet denilen şeyin ta kendisidir.
Bize önerilen şudur: Bunları unutun. Hatta sadece unutmayın, bunlardan dolayı devlet budur diye düşünmeyin. Siz devleti affedin. Allah da zaten affetti. İşte olan biten budur.
Devlet saldıracak. Gezi’deki gibi gençleri alçakça katledecek. Biz ise, bir sonraki ölüme kadar gözyaşı dökeceğiz.
Cumartesi Annelerine bakın, gözlerinde yaş kalmamıştır. Kaybettiler gözyaşlarını. Gidin onlara anlatın, aslında devletin içindeki iyi adamların, onların çocuklarının faillerini 40 yıldır bulamadığını.
Konuyu biraz daha geniş ele almak gerekiyor.
Biliniyor, Marksist teoriye kadar, devlet üzerine yazılanlar, büyük ölçüde yanlıştırlar. İlk kez Marksizm, devlet denilen şeyi, kapsamlı biçimde ortaya koydu. OYT, belki bu durumu unutmuştur. Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” isimli çalışmasında, devlet meselesini detaylıca ele aldı, tarihsel boyutu ile. Lenin, “Devlet ve İhtilal” broşüründe meseleyi açık ve net ortaya koydu. O günlerden bugünlere, devlet üzerine yapılmış birçok çalışma var. Bu çalışmaları “zaten biliyoruz” diyenler, belki de bir ara bunlara yeniden bakmalıdırlar. Zira devlet denilen şeyin ne demek olduğu konusunda hurafeler, gerçeklerden daha etkili hâldedir.
Biliniyor, devlet, sınıflı toplumlara aittir.
Yani insanlık tarihinin en başından beri “devlet” yoktur. Her şeyin bir başlangıcı ve sonu olduğu gibi, devletin de başlangıcı ve sonu var.
Devletin ortaya çıkışı, ilkel toplumun, ilkel komünal toplumun sonunda, köleliğin ortaya çıkışına denk gelir. Kölelik, toplumun sınıflara bölünmesinin, çıkarları uzlaşmaz iki karşıt sınıfın ortaya çıkmasının ilk hâlidir. Toplumun sınıflara bölünmesi, elbette üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin oluşumu ile ortaya çıkar. Bu süreç, öyle birkaç yılda gerçekleşmedi. İnsanlar, ortaklaşa yaşadıkları toplumsal hayatın içinde birdenbire bu fikre kapılmadılar. Tersine, sınıf, egemenlik vb. onların yaşamına yabancı idi. İlkel komünal toplum, bir yandan üretim araçlarının gelişmemişliği nedeni ile “ilkel”dir. Ama öte yandan, insanların ortaklaşa yaşadığı bir toplumdur. Ve insanlık tarihinin oldukça uzun bir dönemini kapsar. İnsanın “mülkiyet tutkusu” ile doğduğunu iddia edenler, atalarının böylesi bir tutkudan uzak olduklarını bilsinler. İnsanın doğası gereği açgözlü olduğunu söyleyen bugünün burjuva ideologları, aslında insanların ilk topluluklarında kardeşçe, komünal bir hayat sürdüklerini gizlemek isterler.
Toplumun iki karşıt sınıfa bölünmesi, bu yıllarca süren sancılı süreç, sonunda devletin ortaya çıkışının temelidir.
“Devlet, sınıfların varlığının itirafıdır” sözü bunu anlatır. İki karşıt sınıftan biri, diğerini bastırmak üzere, devleti organize eder. Bu devlet, egemen sınıfın egemenlik aracıdır. Egemen sınıf, özel silahlı adamlardan oluşan, zor kullanma tekelini eline alan, sömürülen sınıfı bastırmak üzere bir örgütlenmeye gider. İşte devlet budur. Bir sınıfın diğer sınıfları bastırma aracıdır. Bu yolla, mesela kölenin sürekli olarak köle kalmasını sağlar. Yoksa, hiçbir köle, “kulun kölen olayım” sözündeki gibi, gidip birisinin kulu ve kölesi olmaz.
Kul, köleden sonradır. Önce köle bulunur, köle sahipleri, gerisini adım adım bulurlar. Toplum bir kere iki karşıt sınıfa bölündü mü, egemen bir kere iktidarını kurdu mu, zamanla her eksiğini tamamlar ve devlet, gelişkin bir mekanizmaya dönüşür.
İki sınıf arasında bir savaş sürer. Bu savaş, sömürülen, ezilen, baskı altında tutulan sınıfın mücadelesi ölçüsünde açık hâle gelir, sömürülen sınıf sustukça savaş görünmez hâle gelir.
Egemen de, sömürülen de, bu sınıf savaşımından öğrenir. Zaten başkası mümkün değil. Bu sınıf savaşımı sürekli olduğu için, egemen sınıf, öğrendikleri aracılığı ile devleti, kendi egemenlik organını, “geliştirir”. Burada “geliştirir” olumlu bir şey değildir. Gelişmiş devlet, gelişmiş egemenlik aracıdır ve aslında en iğrenci de bu en gelişmişidir. Burjuva devlet feodal devletten, feodal devlet de köleci devletten daha gelişmiştir. Üstelik bu devletler, deneyimlerini bir sonrakine, az ya da çok aktarırlar. Böylece, burjuvazi, hazır bir devlet çarkını devralır.
Oysa işçi sınıfı için durum farklıdır. İşçi sınıfı, burjuva devleti yerle bir etmek, parçalamak zorundadır. Burjuva devlet, reforme edilerek düzelmez, işçi sınıfının burjuvaziyi bastırmak için kullanacağı bir araca dönüşmez. Oysa burjuva devlet, feodal devleti devralabilir, onu dönüştürebilir. Olayların gelişim sürecine bağlı olarak hızlı veya yavaş bir dönüşüm süreci ile, kendinden önceki “kardeş” sınıf olan feodal sınıfın egemenliğini, burjuva egemenliğe dönüştürür. Fransız Devrimi, bu dönüşümün hızlı yaşandığı bir devrim olmuştur ve ardından bir kere daha tekrarlanmamıştır. Burjuvazi, karşısına çıkan işçi sınıfını, köylülüğü görünce, radikal değişimleri sürece yaymayı akıl edebilmiştir.
Demek ki, devlet, öyle toplumun üstünde yer alan, kutsal vb. bir şey değildir. Tersine toplumun temelinden doğan ve egemen sınıfın diğer sınıfları baskı altına almasına yarayan bir mekanizmadır. Öyle ise bir erken söz söylenebilir: Sömürülenler için, devlete karşı her yol ve araçla savaşmak, meşrudur ve aynı zamanda da zorunludur.
Devlet, egemen sınıfın kendi cennetini korumasının aracıdır. Egemen sınıf adına, toplumu yönetmek üzere geliştirilmiş mekanizmadır. Binlerce yıllık sınıflı toplum tarihinde, devlet adamlarının şiddet, baskı ve katliamları, egemen sınıf tarafından, bir sonraki dönemde dahi “normal”leştirilir. Savunma şudur: Devleti korumak şarttır. İyi ama kimin devletini koruyacaksın?
Sanki, devlet tüm toplumun ortak aracıdır gibi bir izlenim ortaya konmaktadır.
Egemen sınıf sadece baskı ile, çıplak şiddetle egemenliğini sürdüremez, sadece şiddetle yönetemez. Şiddet, elbette devletten korku duyulmasını -buna bizim OYT “saygı” da der- sağlar. Bu korku olamadan, silah ve zor kullanma tekeli devletin elinde olmadan, egemenliklerini koruyamazlar. Ama egemenler, devlet aracılığı ile, aynı zamanda bir “rıza” üretirler. “Rıza üretme”, aslında devletin halk tarafından baskı aygıtı, egemen sınıfın devleti olarak görülmesini engellemektir. Sömürülen, ezilen, yönetilen sınıflar, “bu bizim devletimiz” hissine, duygusuna kapılmalıdır. Bunu yapmak için, önyargıları, kör inanları, dini, aile içi eğitimi, medyayı vb. kullanır. Bunlar aslında “ideolojik” aygıtlar olarak da ele alınabilir. Ama “rıza üretme” daha geniş anlamdadır ve sadece aygıtları değil, kültürel öğeleri de içine alır. Zaten bu işi, devlet, bu aygıtları ile yapar. Ve bazan baskının sağlayamayacağı kadar etkilidir bu rıza üretme ya da ideolojik aygıtlar.
Tüm bunlar, ülkede ve ülkenin yer aldığı dünya sisteminde, belli bir tarihsel süreç içinde şekil alır. Örneğin milliyetçilik, kapitalist toplumdaki ya da “ulus devlet” örgütlenmesinin ortaya çıkmasının sonrasındaki kadar etkili olmamıştır.
Devlet, günlük olarak şiddeti kullanır ve örgütler. Bu açıdan, “korku ve panik yaratmak üzere şiddetin kullanılması”na “terör” diyorsanız, en başta devlet terörü gelir ve ondan daha fazla terör uygulayan kurum yoktur, olamaz. Zira, devlete karşı savaş, toplumu korkutmak amacına yönelmez, tersine, toplumun sinmişliğini ortadan kaldırma ve toplumu, kitleleri uyandırma amacına dönüktür. Bunu ne ölçüde başarıp başaramadığı ayrı olmak üzere, bu eylemler terör olarak adlandırılamaz. Terör, devlet eli ile yapılan eylemlerden kaynağını alır. Bu nedenle en büyük terörist devletlerdir. Her birinin on binlerce silahlı adamı, suikast timleri vb. vardır. Ve günümüz burjuva devleti, iç savaşa göre örgütlenmiş bir devlettir.
Devlet, bir egemenlik aracı, aynı anlama gelmek üzere bir diktatörlük aracıdır. Buna rağmen, çok sık, günümüz dünyasında “demokrasi” sözünü duyarız. Varsayım şöyledir: Demokratik devletler vardır, bir de otoriter devletler. Bu “demokratik” olma hâli ile “otokratik” olma hâli, başındaki adama, kişiye bağlıdır. Aşağı yukarı anlatılan masal budur.
Mesela İngiltere, ABD, Almanya, Fransa’da vb. devletler “demokratik”tir. Oysa mesela bizim ülkemizde devlet “otokratik”tir. Bu öyle bir hâle getirilir ki, “iyi” devlet, “kötü” devlet noktasına ulaşır. Oysa her biri burjuva egemenlik demektir.
Elbette devletler arasında fark vardır. Mesela TC devleti, sömürge bir kapitalist ülkenin devletidir. Mesela bazı devletler “yok” gibidir, sayılmazlar. Bu devletlerin oluşumu, tarih-coğrafya ve zaman bağlamında ele alınır. Yani, her devletin şekillenişi, sınıf savaşımına göre olmaktadır. Bu sınıf savaşımı sadece yerel, sadece uluslararası sınıf savaşımı değildir, hepsi birliktedir.
Mesela TC devleti, yarı-sömürge hâle gelmiş Osmanlı’nın paylaşımı sürecinde, emperyalist paylaşım savaşımının içinde ortaya çıkmıştır. Osmanlı’dan kalan bu parçada, sosyalist bir dönüşüm gerçekleşmemiş, bir sömürge ama görünüşte bağımsız bir devlet olarak TC devleti kurulmuştur. Bu süreç içinde, en başta halkların katliamları olmak üzere, birçok katliam gerçekleşmiştir. TC devleti, emperyalizme bağlı, Sovyet Devrimi’ne karşı bir ileri karakol olarak organize edilmiştir. TC devleti, en başından beri, halkların imhası ve inkârına dayalıdır. TC devleti en başından beri anti-komünizmi bayrak edinmiş bir iç savaş örgütlenmesidir.
Devletleri bu tarihsel ve toplumsal süreçlerden ayırıp, “demokrasi” ve “otokrasi” diye ikiye ayırmak, aslında çok şekilci, son derece derinlikten uzak ve devletin bir sınıfın egemenliğinin ifadesi olduğunu gizlemeyi amaçlayan bir “teknik” tartışma metodudur. Baştan aşağıya bilim dışı bir yaklaşımdır.
Oysa İngiltere “demokratik” bir devlete sahip değildir. İngiltere, İngiliz burjuvazisinin, İngiliz emperyalizminin, İngiliz tekellerinin çıkarlarını ifade eden, gelişmiş, aynı anlama gelmek üzere daha çirkin bir devletle yönetilmektedir. İngiliz burjuvazisinin çıkarları, bize “insan hakları” olarak sunulmaktadır. İngiliz, ABD, Alman, Fransız burjuvalarının çıkarları bize, “Batı değerleri” olarak sunulmaktadır. Oysa, tüm bunlar, emperyalist yağmacılıklarını örtme aracıdır. Egemen, sömürgeleştirdiği bir ülkede, kendisine en “üst değerler” sistemini laik görmektedir. Ben İngiliz’im, efendiyim ve elbette seni kurtarmak için seni öldürüyorum, ırzına geçme nedenim seni kutsamaktır, ülkeni işgal etme nedenim seni medeniyetle tanıştırmaktır vb. İşte size Batı değerler sistemi. Koca koca adamlar, bilim insanı (kadın veya erkek) unvanını taşırken, utanmadan “Batı değerleri”ni, insan olmanın değerleri olarak sunarlar. Ne kadar paran varsa o kadar insansın, ama İngiliz, ABD hegemonyasına kul köle olman koşulu ile.
Burjuva demokrasisi, burjuva devlete, burjuvaların verdiği isimdir. Sakıncası yoktur, yeter ki her demokrasinin bir diktatörlük olduğunu bilelim. Bu, burjuvalar için bir demokrasidir ve aynı anlama gelmek üzere işçiler ve halkın çoğunluğu için katıksız bir diktatörlüktür.
Bugün İngiltere’de, ABD’de, Almanya’da, “demokrasi” mi var? Devletin baskı ve terörü, açık ve seçik olarak ortadadır. Çıkan yasalara, insanların kontrolüne bakın. Utanmadan, Çin’de insanların kameralarla kontrol edildiğini söylüyorlar. Peki ya Londra’da, ya Washington’da, ya Berlin’de, ya Paris’te, ya Roma’da vb. insanların kontrolü çok ama çok daha gelişmiş değil mi? Elbette öyle.
Bir İngiliz işçi, bir Alman proleter, bir Fransız proleter, bir ABD’li proleter, yaşadıkları ülkenin devletlerinin sahibi değildirler, olamazlar. Her eylemde karşılarına dikilen copları, barikatları vb. gördükçe, zaten bunu kolayca anlarlar. Bu nedenle, ne zaman bir savaş varsa, o durumda o ülkelerin proleterleri, silahlarını kendi burjuvalarına, kendi devletlerine çevirmek zorundadırlar. Silahını, sana emir verenin isteği ile, başka bir ülkedeki senin gibi işçi ve emekçi çocuğuna çevirmek, aptallıktır, şovenizmle kirlenmiş bir kafanın ürünüdür. Her işçi, önce kendi burjuvazisine silahlarını çevirmek zorundadır.
Barışın yolu budur.
Bize birisi barıştan söz ediyorsa, biraz olsun ciddi ise, gerçekten barış istiyorsa, yeryüzünden sömürüyü, sınıfları ve devletleri kaldırmak gerektiğini bilmeli ve bunun için adım atmalıdır. Diğer türlüsü, samimiyetsizliktir, eğer aptallık değilse.
Aslında bu bilgiler, devlet konusunda biraz okuyan, Ekim Devrimi hakkında biraz mürekkep yalamış herkesin bileceği şeylerdir.
Ama hayat günlük işliyor ve o günlük işleyiş, sizin atacağınız adımlara göre, sizi belirliyor. Eğer siz, adım atmazsanız, korkularınıza boyun eğerseniz, gerçeğe gözlerinizi kapatırsanız, yüreklerinizi sağır hâle getirirseniz, devlet denilen şeyi anlama şansınız da olmaz. Tüm devlete ait hurafeler, sizin kafanızda da canlı hâle gelir ve kendinizi bir devlet adına savaşırken bulursunuz. Düşmanınız da, sizin gibi bir insan olur.
Bugünlerde, ülkemizde seçim tartışmaları güncel. Buna bağlı olarak ise, son derece canlı tartışmalar yapılmaktadır.
Mesela bir tanesi şudur: Bir içişleri bakanı, nasıl yalan söyler, bir içişleri bakanının suçlularla fotoğrafı olur mu?
İşte size hurafelerin esiri olmuş bir anlayıştan gelen sorular.
Aslında, içişleri bakanı tam da böyle olur. TC devleti, bir sömürgedir. Bu sömürge ülke, ABD ve AB’nin ortaklaşa sömürgesidir. Şimdi, ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa arasında bir paylaşım savaşımı var. Evet, son bir yıldır bu beşli, Rusya ve Çin’e karşı bir aradadır. Ama bunun nedeni, Rusya ve Çin’i sömürge hâline getirdikten sonra paylaşmak hevesleridir. Bunu başarabilirlerse, kendi aralarında yarım kalan paylaşım savaşımını tekrar başa alacaklardır. Bu sömürge ülkede efendilerin her biri, kendini güçlendirmek ve diğerlerinin gücünü kırmak istemektedir. Buna bağlı olarak, her birinin burada uzantıları vardır. ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve İsrail’in uzantılarını fark etmek mümkün. Ve bunların her biri, birer suç örgütüdür. Her bir efendi, birer suç örgütü, dünya halklarının tescilli katilleridir. Bunda kimsenin şüphesi yoktur.
Şimdi soru; bunlardan hangisine yakın durursa dursun, içişleri bakanı, nasıl bir kişi olabilir ki? Tam da Soylu gibi olur.
Deniyor ki, Cumhurbaşkanı bilmem ne söyledi, bilmem ne yaptı, yakışıyor mu? Kanımızca ne yapsa yakışıyor. Mesela “sürtük” dedi, “çürük” dedi, “çapulcu” dedi vb. gayet iyi yakışıyor. Ona yakışmayacak da, mesela sen sevgili “aydınlanmış” profesör sana mı yakışacak? Bence kendinize haksızlık yaparsınız, Cumhurbaşkanı’na tam da güzel yakışıyor. Derler ya, ne giyse yakışıyor, buna da ne yapsa yakışıyor: “Ananı da al git” de yakışıyor, TV kameraları karşısında olmadan ettiği küfürler de yakışıyor. İyi ama sevgili profesör, elleri kanlı bu insanlara neyin yakışıp neyin yakışmadığını tartışmak size yakışıyor mu? Karşı çıkamıyorsunuz, anladık, iyi ama bari böylesi tuhaf sorular sormayın.
Deniyor ki, Cumhurbaşkanı bilmem ne yaparsa, seçimleri kabul etmezse vb. meşru olmaz. Vah vah bu ülkenin muhalif diye geçinenlerine! İşçiler, emekçiler, işte bunlar böyledir. Amaçları sizi kandırmak, sizin direnişinizin hızını kesmektir. Cumhurbaşkanı’nın diploması yok, kendisi sara hastası, kendisi meşru olmayan bir seçimle orada. Tüm bunlar meşru ve yakışıyor da, bundan sonra bir şey yaparsa o mu yakışmıyor?
Deniyor ki; bir “devlet adamı” böyle yapmaz, insanlara hakaret etmez. Ne kadar da müşfik bir yüreğe sahipsiniz beyefendi, yapmaz diye düşünüyorsunuz. Peki, bunlar yapıyor, ne diyelim? İşte ben de onu diyorum, bunlar devlet adamı değil. Ya öyle mi? Mesela Ermeni katliamını yapanlar, 6-7 Eylül olaylarını organize edenler, binlerce Kürd’ü katledenler, IŞİD’i halkın üzerine salanlar, Sivas katliamını yapanlar vb. onlara devlet adamlığı yakışıyor muydu? Mesela Batı normlarına göre mi yakışmıyor? Hadi diyelim öyle, bunlar Batı normlarında değil, katılıyoruz. Ama nedenlerimiz farklı. Bize göre, NATO suç örgütüdür, savaş makinasıdır ve Batı değerlerinin katışıksız ortaya çıkmış hâlidir. Bizimkiler onlar kadar “devlet adamı” değil çünkü onların elleri temiz olduğundan değil. Onların elleri de kirli. Aradaki fark, biz bir sömürge ülkeyiz ve bizimkilerin devlet adamlığının limiti, onların Batı değerlerine bağlıdır. Yoksa, emperyalist efendiler, daha iyi değiller.
Kaldı ki, “devlet adamlığı” dediğiniz şey, burjuva egemenliğin kusursuz temsili ise, zaten o da iyi bir değer değil. Devlete bağlı hiçbir tanımlama, “olumluluk” içermez. Devlet adamı, mesela Hitler, mesela Churchill, mesela Biden, hepsi aynıdır, hepsinin eli kanlıdır, hepsi katildir. Katillerin bir bölümü devlet adına adam öldürür hapse girer, diğer bölümü ise adam öldürmeyi planlar ve hapse girenleri arka kapıdan çıkartır. Hangisine “devlet adamı” diyorsunuz bay profesör?
Bizim ülkemizde devlet, tarihi boyunca halka karşı, işçi ve emekçilere karşı açık ve aleni suçlar işlemiştir. Almanya, İngiltere, Fransa, ABD’den farklı olarak bu suçları, tek başlarına da işlememişlerdir, efendilerinin emri ile işledikleri de vardır. Bu nedenle, sadece Erdoğan dönemi değil, öncesinde de durum budur. Katildirler, hırsızdırlar, uyuşturucu organizatörüdürler vb. Hepsi öyledir.
Bu ülkede Topal Osman diye bir ismi kahraman olarak anan devlet ile, onun kendi katilleri olduğunu bilen halk var.
Bugün Saray Rejimi’ne karşı muhalif bir kimlik takınan ve “böyle devlet olmaz” diyenler var. Peki, hanımlar beyler, devlet bu değil ise nedir? İnsanları koruyan, insanların eşit olmasını sağlayan, haksızlıkları önleyen vb. gibi bir şey midir? İyi ama, hangi dönem, bir işçi ile bir kapitalist eşit oldu? Hangi dönem, devlet halka kurşun sıkmadı, hapse atmadı, gözaltında kaybetmedi? Hangi dönem, insanlar, kendilerini özgür hissettiler?
Devlet tam da böyle olur.
Hele hele, sömürge bir ülkede tam da böyle olur: Sınır güvenliği olmaz, çünkü efendileri öyle istiyor. Uyuşturucuya karşı mücadele etmez, çünkü zaten o işi kendileri yapıyor. Artık çocuklar dahi biliyor, bizim OYT bilmiyor, bir uyuşturucu operasyonu varsa, amacı, daha büyük çaplı bir malın rahat geçişini sağlamaktır. Bunu bilmeyen yoktur.
Diyorlar ki, cumhurbaşkanı yalan söyler mi? Niye beyefendi, niye söylemez? Mesela cumhurbaşkanı yemin ederken “yalan söylemeyeceğim” mi dedi? Diploması olmayan bir cumhurbaşkanın varsa, sen bu soruyu nasıl soruyorsun? Kabataş yalanı diye, artık tarihe geçmeye başlamış olan “fantazi dolu yalan”, acaba kimin tarafından söylendi? Cumhurbaşkanı, devletin başı ise, en çok o yalan söyler, çünkü tüm devlet yalan söyler. Tüm devlet zaten yalan söylüyor. Demek ki, yalanın en hasını en baştaki söyler.
Halka diyorlar ki, seçimlere kadar sabret. İyi ama, neden? Seçimler adil midir? Sandıklar gerçekçi midir? Mesela işçilerin, emekçilerin söz hakkı var mıdır? Mesela kadınlar, gençler düşüncelerini açıklama hakkına sahip midirler? Mesela kadınlar, gençler, işçiler, eylem yapma hakkına sahip midirler? Seçime kadar sabredin, bir başka Saray numarası değil midir? Halkı kandırmak, halkı evine kapatmak, artık baskı ve korku ile sağlanamıyor, artık Diyanet İşlerinin fetvaları işe yaramıyor, artık ordudan gelecek açıklamalar bir işe yaramıyor. İşte bu nedenle, şimdi muhalefet diye ortaya çıkan 6’lı masa, halkı evinde tutmak için uğraşıyor.
Devlet, başında bulunan bir kişinin davranışlarından ibaret değildir. Devlet çarkı, olduğu gibi işçi eylemlerinin üzerine yürümektedir. Tüm devlet kurumları, başından sonuna kadar, yargısından askerine, polisinden basınına kadar hepsi, işçi ve emekçilerin eylemlerine azgınca saldırmaktadır. Devlet, tam da budur.
Diyorlar ki, Cumhurbaşkanı hırsız, ailesini büyütüyor. İyi ama siz bunu yeni mi fark ettiniz? Devletin tümü böyledir. AK Partili dönemin farkı, hırsızlık, yağma ve rant işinin organizasyonunun daha gelişmiş olmasıdır.
Diyorlar ki, bu hükümet işçi düşmanıdır. Doğrudur. Ama bundan öncekiler de işçi düşmanı idi. Bundan sonra, bir devrim olana kadar gelecek olanlar işçi düşmanı olacaktır. Devlet budur, burjuvazinin, uluslararası sermaye ve onların yerli uzantılarının devletidir bu. Elbette işçi düşmanı olacak. İşçi dostu olacak tek devlet vardır, o da, sosyalist bir devlet olur. İşçilerin ayaklanma ile, mevcut sistemi alaşağı ederek kuracakları yeni dünyanın devleti, işçilerin dostu olur. sosyalist devletten başka işçi dostu devlet olmaz.
Demek ki, şu konuda hemfikiriz, Saray Rejimi de, onun muhalifi olarak ortaya çıkan burjuva muhalefet de, aslında aynı devletin savunucusudur. Saray Rejimi, durumu sürdürmek istiyor. Egemenlerin, yani emperyalist efendiler ve onların ortağı tekellerin isteği budur. Saray Rejimi’nin Erdoğan ile ya da o olmadan sürmesi, onlar açısından sorun değildir. Her durumda onlar Saray Rejimi’ni güçlendirmek istiyorlar.
Ama bu arada, halkın, işçi ve emekçilerin, Kürtlerin ve Gezi ile başlayan direnişlerin gelişen öfkesi var. Egemenler, bu öfkenin taşmasından, sokaklara çıkmasından, fabrikaları, okulları, hastahaneleri işgal etmesinden korkuyorlar. Bu nedenle, burjuva muhalefete açık bir görev verdiler; halkın evinde tutulması, seçim vaadinin güncel tutulması, seçime kadar sabretme eğiliminin beslenmesi, bu yolla devletin garanti altına alınması. İşte sahneye konan oyun budur.
Şimdi, burjuva muhalefet, liberal solcular, OYT, hepsi, devletin bu olmadığını, devletin temiz bir şey olduğunu, devletin iyi bir şey olduğunu anlatıp duruyorlar. Devlet konusunda parçalanmaya başlamış önyargıları yeniden canlandırmak istiyorlar. Devlet konusundaki hurafeleri canlandırarak, halkın isyan etmesini önlemek istiyorlar.
Sanki, temiz insanlar, efendi insanlar, ahlâklı insanlar topluluğu devlet imiş gibi konuşuyorlar. Bu yolla, devlet iyi ama içinde kötüler var diyorlar. Bu kötüleri ayıklayacaklarını söylüyorlar. Mesela rüşvet, mesela özelleştirmeler, mesela yağma, mesela rant, mesela bankaların kârları, mesela holdinglerin kârları bir anda ortadan kalkacak. Sanki Kılıçdaroğlu veya bir başkası gelince, ülke güllük gülistanlık olacak, işçiler sömürülmeyecek, fabrikalar- bankalar kamulaştırılacak.
Bu ahlâklı insanlar grubu, o kadar ahlâklıdır ki, fazla ahlâkları paçalarından akmaktadır, tıpkı altına kaçırmış adamınki gibi. Oysa insanın insana kulluğu, ahlâksızlığın en büyüğüdür, sömürü, ahlâksızlığın en büyüğüdür. Sizin ahlâk diye yücelttiğiniz şey, çoğunluk için zulümdür.
Bize diyorlar ki, “hukuk ortadan kalktı.” İyi ama zaten hangi hukuk ortada idi ki? 12 Eylül hukuku mu? Mesela Sivas katliamı hukuku mu? Mesela 1 Mayıs katliamı hukuku mu? NATO hukuku mu ortadan kalktı? Elbette hayır.
Hukuk ortadan kalkmadı. Hukuk, Saray Rejimi’nin, TC devletinin elinde bir silahtır ve öyle kullanılmaktadır. Burjuva hukuku her zaman işçiler için adaletsizlik demektir.
Yaşam işçi ve emekçiler için, kan ve gözyaşı demektir, açlık ve sömürü demektir, esaret ve borç içinde yüzmek demektir, aşağılanmak ve horlanmak demektir. Sizin ahlâkınız, sizin demokrasiniz budur.
Devletin kendisi, baştan aşağıya bir suç örgütüdür. Elbette onun bakanları, onun bakmayanları da bu suç örgütünün parçasıdırlar. Yargıcı, gazetecisi, generali, polisi, profesörü, yazarı, hepsi hep birlikte, işçilerin kanının üzerine kurdukları düzenin bekçileridir.
İşçi ve emekçilerin bu yalanlara, bu hurafelere karnı toktur.
Biz devrimciler, durmadan, yılmadan, işçilere gerçeği anlatacağız. Bugün, sürmekte olan iç savaşın işçi ve emekçilere karşı bir savaş olduğunu söyleyeceğiz. Ne zaman olursa olsun, işçilerin ilk görevi, devrimcilerin ilk işi, kendi egemenleri ile hesaplaşmaktır. Biz, işçi ve emekçilerin, hiçbir halka, hiçbir başka ülke vatandaşı işçiye kurşun sıkmasını savunmayacağız. Biz her koşul ve şart altında, işçilere devletin ne olduğunu, bir kere daha anlatacağız.
Bu topraklarda suç adına ne varsa, devlete aittir. İster iktidarda olsun, ister muhalefette burjuva politikacılar bu suçun içindedir. Kimse bize ahlâkçı kesilmesin. İnsanın insana kulluğuna karşı, savaşa ve sömürüye karşı mücadele etmeyenin ahlâkı olmaz. NATO ahlâkı, Batı değerleri, savaş ve egemenlerin özgürlüğünü savunan değerlerdir, sömürgeciliğin değerleridir, dünyanın yağmalanmasının değerleridir. Bunlara karşı, net bir tutum almayan, ikircikli olan, kendi devletini işçilerin ve mazlumların karşısında savunan kimse ahlâk ve erdemden söz edemez. İşçinin ve emekçinin çıkarlarını savunmak, özgürlük ve emekten söz etmek, her zaman devlete karşı mücadele etmek demektir. Bunun başka bir ölçüsü yoktur.
Ülkenin tüm servetinin, tüm zenginliğinin kaynağı işçi ve emekçilerdir, halktır. Ve elbette bu servetin, bu zenginliğin üzerine çöreklenmiş burjuva egemenlik yerle bir edilmeden, insanî hiçbir gelişme sağlanamaz.
İşçilerin ve elbette kadınların ve elbette gençlerin ve elbette tüm ülkenin, toplumun kurtuluşu, sosyalist devrimdedir. Bu sosyalist devrim, enternasyonalist bir devrimdir. Hiçbir kimliğin aşağılanmasını kabul etmez. Her ülkedeki işçi ve emekçilerin kardeşliğini temel alır. Her kapitalist devlet düşmanımız, her kapitalist ülkedeki işçiler ve halklar dostlarımızdır.
Mücadele ne kadar zorlaşırsa zorlaşsın, biz devrimciler, doğru olanı işçilere anlatmaktan geri durmayacağız. İşçi ve emekçilere gerçeği, çıplak gerçeği anlatmaktan geri durmayacağız. İşçilerin kurtuluşu, kendi eserleri olur. Başka bir kurtarıcı aramak, hayal kırıklıkları demektir. Burjuvazinin bir kesiminin kuyruğuna takılıp, Saray Rejimi’nden kurtulmak mümkün değildir.
Biz devrimcilerin önünde zorlu bir mücadele süreci vardır. Bu süreçte birincil olan, cepheni kaybetmeden, rotanı kaybetmeden, doğru bir yerde durmaktır. Yalpalamak ölümdür.
Sadece ülkemizde değil, tüm yeryüzünde, kapitalist egemenlik ömrünü doldurmaktadır. Bu burjuva egemenlik, sadece işçilerin yaşamını zindana çevirmekle kalmamaktadır, sadece kadınların ve gençlerin geleceğini çalmakla kalmamaktadır. Artık bu burjuva egemenlik tüm gezegeni tehdit etmektedir. Tutarlı her barış savunucusu, tutarlı her çevre savaşçısı, bu kapitalist egemenliğe karşı mücadeleye katılmak zorundadır.